Gün 2
Lübnan için bayram sabahı. Araplar bu yıl bizi bir gün geriden takip ediyorlar. Turdakiler daha yeni yola çıktılar. Onlar bugün bizim gibi Jeita Grotto Mağarası'na oradan da Byblos ‘a gidecekler. Bizim planımızda ise ekstra olarak Trablus olacaktı ama herkes şehrin riskli olduğunu ve kim vurduya gidebileceğimizden bahsetmekte.
Kahvaltıyı yaptık. Güzel peynirler var. Doyduk doğrusu.
İnsanlar oteli eleştirmekle meşguller ama ben eleştirecek bir şey bulamadım.
Biz de çıktık yola. Gece yağan yağmurun etkisiyle yerler
ıslak ve hava da serin. Gece boyunca şimşekleri seyredip durdum sabaha dek,
sızana kadar. Hafiften şifayı kapmış durumdayım. Saat iki de terden iyice
ıslanan yastığımın etkisiyle uyanıverdim. Şu an için iyiyim.
Sokaklarda pek bir taksi yok. Halbuki dün akşam insanı rahatsız edecek kadar çoklardı. İlk geçeni durdurdum. Burada isterseniz bir taksiyi günlüğü 100 yada 120 $ ‘a kiralayabiliyorsunuz. Benimkisi o kadar uzun boylu değil.
Taksici ile çat pat konuşuyoruz. Buradan Jeita ‘ya gidiş iki
saat bekleme ve dönüş için 50 $ istiyor. Ben Jeita'dan Byblos ‘a götürmesini
istiyoruz. Oradan kendisi dönecek. Anlaşıyoruz. En azından anlaştığımızı
sanıyoruz. Lübnan'da taksicilerle bu tip anlaşmalar yaparken yanınızda bir yerli
bulundurun. Zamanla edindiğimiz tecrübelere göre insanlar böyle durumlarda
hemen yardımcı olup sizinle taksiciler arasında arabuluculuk yapmaya
çalışıyorlar. Ama en garantili yöntem işi otelde çözmek. Yoksa tıpkı bizimde
yaşadığımız gibi pekte neşeli olmayan durumlar ortaya çıkabiliyor.
Jeita Grotto Lübnan içinde en zor gidilebilecek nokta. Aslında Hamra'dan Dora yada Charles Helou garajına ulaşıp buradan da kuzeye giden herhangi bir araca binerek Jounieh ‘in biraz berisinde inebilirsiniz. Zaten söylerseniz minibüsçü sizi indirecektir. İndiğiniz noktadan bu kez taksi ile Jeita'nın girişine gidebilirsiniz. Ben tek başına olsam bunu denerdim ama yanımda eşim ve oğlumla otoban kenarında saksı gibi bayram sabahı taksi beklememek gelen taksici yollarda papaz olmamak için paraya kıyıp olayı Beyrut'tan çözeyim demiştim. Backpackerler Jeita'dan hiç mi hiç ilgimi çekmeyen Harissa ‘ya gitmek için gelenlere ricacı olmayı tercih ediyorlarmış ki bu da benim kitabımda yeri olmayan bir anlayış.
Şoförümüz Osman Abi bayram sabahının bu saatinde bizi bulup
cebimizden 50 $ ‘yi kapacağından mıdır nedir konuşuyor da konuşuyor. O da
Trablus ‘un tehlikeli olduğunu söylüyor, konu politikaya gelince bizim
başbakanı anlayamadığını da.
Kuzeye doğru yola koyuluyoruz. Dışarıdan, otoban kenarından
Ermeni mahallesi gayet zengin görünüyor. Büyük alışveriş merkezleri de şehrin
doğusunda, Hariri'nin mezarının hemen karşısındaki Gemmayze'den öte taraftan
itibaren başlıyor.
Yolun kenarında bir heykel daha yapılıyor. Balkanlardaki gibi burada da Hristiyan cemaatin kendilerini belli etmek için yaptıkları çabalar bunlar. Kıvrılarak giden yolun kenarında durup bize kahve ısmarlıyor. Bakalım bunun altından bir çapanoğlu çıkacak mı? Dönemeçlerden birinin orada Arap dünyasının liderlerinin resimlerinin olduğu panonun üzerinde fotoğraf çektirip çektirmeyeceğimizi soruyor. Saddam ve Kaddafi çoktan tarih oldu, Mübarek ise zamanın eline bırakıldı anlaşılan. Olduğu yerde çürütülecek. Durmuyoruz. Ama biraz ötede bir yarın kenarında şoförümüz bizim için manzara kendisi için ise sigara molası için duruyor.
Yola devam ediyoruz ve Jeita Grotto Mağarası'na ulaşıyoruz. Jeita,
Aramice “Kükreyen su”, Grotto ise Arapça “mağara” demek. Rastlantı eseri 1836
yılında yörede avlanmaya çıkan Amerikalı bir misyoner bir tavşana denk gelir.
Takip eder ve hayvanın girdiği deliğe tüfeğini sokarak ateşler. Tüfeğin sesi
yankılanır ve delik biraz genişler. Misyoner deliği el yordamıyla biraz daha
genişletip girilebilecek bir hale getirip ilk keşfi yapar. Büyük bir mağaraya
denk gelmiştir.
Jeita’ya vardığımızda bizim grubun daha yeni gelmiş olduğunu
ama sıranın bizden epeyce önünde olduğunu görüyoruz. Sıra hızlı ilerliyor ama
biletler oldukça pahalı. Büyük 18,150 LL, çocuk ise 10,175 LL. Köpek Nehri
üzerinden giden dört kişilik bir teleferiğe biniyoruz. Aslında laf ola beri
gele yapılmış bu teleferik ama atraksiyon sonuçta.
İniyoruz. Epeyce turist var. Sanırım uzak ülkelerden gelmiş,
boyunlarındaki haçlardan Ermeni olduğu anlaşılan Lübnanlılar bunlar. Üst
mağaraya girerken fotoğraf makinaları, cep telefonları alınıp numaralı
dolaplara konuyor. Yok, ben içeride çekerim diyorsanız, içeride de pek çok
yerde nöbetçiler mevcut.
Yazılarımı takip edenler mağaraları ve mağaracılığı sevip takip ettiğimi bilirler. Ama bir mağaraya yaklaşık adam başı 12 $ verdiğime göre buranın nasıl bir yer olduğunu tahmin ediyor olmalısınız. Aydınlatması oldukça iyi. Bizim mağaralarda yaşanan problemleri burada göremedim. Eğer fotoğraf çekimi için ekstra bir para alınıyor olsaydı kesinlikle verilmesi gerekirdi. Zorlanmadan resim çekilebilecek bir ışık var. Bizde de buna benzer mağaralar yok değil. Zonguldak'taki Gökgöl buraya ciddi bir rakip ama pek bileni yok. Ama sıcak ve soğuk ışıklar birbirleri ile çeşitli kombinasyonlar oluşturacak şekilde yerleştirilmiş.
Buradan çıkınca hafifçe atıştıran yağmurun altında grubu
yakaladık. Aşağı mağaraya yürümek mümkün ama eşimin uyarısıyla treni beklemeye
karar verdik. Tallinn'deki Toomas trenini andıran bir araca atladık. Silme Türk
dolu. Ne olduğunu anlayamadan aşağı mağaraya ulaştık. Burada da giriş yaparken
fotoğraf makinalarınızı bırakmanızı istiyorlar.
Buradan çıkışta bir kafeterya ve hediyelik eşya satılan bir kısım var. Fiyatlar makul. Ayrıca sağda solda Lübnanlı bir sanatçının yaptığı heykellerde dekorasyon amaçlı olarak kullanılmış.
Jeita ayağını tamamladık. Osman Abi dışarıda. Araca
atlıyoruz. Jounieh ‘ye geldiğimizde Harissa
‘ya uğrayıp uğramayacağımızı soruyor gene. Evlerin çatılarını yalarcasına çıkan
teleferiklere şöyle bir göz atıp istemediğimizi söylüyorum. Uzatmıyor ve Byblos
‘a doğru ilerliyoruz. Jounieh yılın bu zamanı pek ilgimizi çekmiyor ama yaz
aylarının çılgın eğlencelerine ev sahipliği yaptığını, sahillerini türlü
güzelliklerin süslediğini de biliyorum.
İşte bu kente açık, serin ve güneşli bir havada kısaca gezmek için yaratılmış bir ortamda giriş yaptık. Önce taksi ile balmumu müzesini aşarak kalenin önüne dek ulaştık. Osman Abi üç dört saat gezin ben beklerim deyince ben beklemesine gerek olmadığını, anlaşmamızın buraya kadar olduğunu söyledim. Karşı taraf ise tipik taksici ağzı ile böyle değil deyince hemen kale girişindeki temiz giyimli, muhtemelen hristiyan olan adamdan aracı olmasını rica ettim. Adam aksansız ama temiz bir İngilizce ile bizimle konuştu ve talebimizi Osman Abiye iletti. Şoför, sanki ayakkabısının içine bir köz kaçmışta ayağı yanmaya başlamış gibi tepkiler vermeye başladı. 100 $ istiyormuş. Görevliye anlaşmamızın böyle olmadığını istediği parayı vermeyeceğimi söyledim. İhtiyar görevli, taksiciyi haşlamaya başladı. Tabii Osman Abi, bütün yüzsüzlüğü ile çabalıyor parayı almaya çalışıyor. İstemeye istemeye 70 $ verdim ve sepetledim. Bu Lübnan'da kazık yediğim ilk ve son andır. Yaptığım hesaplara göre 40 $ ‘ye bu işi çok sayıda aktarma ile çıkartabilirdim.
Turizm Ofisi'nden sola doğru giderseniz bir kapıdan içeri
giriyorsunuz. Kapının iç kısmında, girişin üzerinde bir Meryem Ana ikonası var.
Sanırım bu mahallenin inanç durumu için sizlere bir fikir vermiştir.
Sağlı sollu dükkanlar var. Burada konuştuğunuz sözlere aman
dikkat edin. Burada ana dil Arapça değil. Ağırlıklı olarak Anadoludan göç etmiş
Ermeniler tarafından işletiliyor dükkanlar ama problem yaşamayacaksınız.
Örneğin, bizimkilerin takıldığı bir dükkandaki kızıl saçlı gençle havadan sudan
konuştuk. Ermeni olduğuna emin olduğum için “öyle akbarik, böyle akbarik”
konuşup duruyorum. Her neyse başka bir dükkana geçtik ama sonra tekrar buraya
döndük. Eşim ile Mete içeri girdiler. Bunu göre genç telaşla,
- - “Benim kız bizim dili hiç bilmez ki?” dedi.
Kalakaldım. Ben çocuğu Ermeni sanmış adada öğrendiğim bir
iki kelimeyi söylüyordum. Her neyse
bizimkiler bir şeyler alıp çıktılar. Dayanamadım sordum.
- - “Nereden öğrendin Türkçeyi bu kadar iyi?”
Çocuk dünyanın en saçma sorusunu sormuşum gibi yüzüme bakıp yanıtladı beni.
- - “Entepliyim, Ermeniyim. Bizim evde öğrendim.
Herkes konuşur bizde. Ama nişanlım bilmiyor işte bizim dili. O buradan”
Kafamda ortaya çıkan sorular ile alışverişe devam ettik. Fenikeli meşhur adamları gösteren tablolar, içine kase vb konan işlemeli yastıklar hediyelik olarak ön sıraya çıkıyorlar. Biz de büyük bir tablo aldık. Yolumuza devam ettik.
Çarşıdan kale yönünde ilerleyipte kapıdan çıktığınızda kısa
bir pasaja ulaşıyorsunuz. Yolun solunda fosilimsi nesneler satan bir yer daha
var. Kabuklular, kabuklar, süngerler… Bu yol sizi deniz kıyısına, limana ulaştıracak.
Yemek yenebilecek en janti yerlerde bu limana bakmakta. En
meşhuru Pepe ‘s Fishing Club. Zamanında Marlon Brando gibi pek çok Hollywood
ünlüsünün yemek yediği bir mekan burası. Set menüsü var ve çokta pahalı değil
bu menü. Bununla beraber hemen yanındaki Bab el Mina isimli restoran daha fazla
müşteriye sahip. Burada biraz bir şeyler atıştırdık. Humus burada da iyiydi ama
elbette bir İstambuli değil J
Öte yandan kalamar kemer yapımında kullanılabilecek sağlamlığı ile göz
doldurdu.
Kapı girişinde kasabaya ilk geldiğimizde taksici ile olan
görüşmemizde bize yardımcı olan görevli adam ve yanındakilerle kısa süreli bir
İstanbul muhabbeti yaptık.
Şansımıza kaleye girdiğimizde bir Türk grup geziyordu.
Kalenin iç kesimleri bu kısımda bulunan parçaların sergilendiği, aslında daha
çok büyük, bilgilendirici panolarla kaplanmış bir müzecik. Lübnanlı kadın akıcı
ve oldukça anlaşılır bir İngilizce ile anlatım yapıyor rehber ise Türkçe'ye
çeviriyor, bizim turistler ise pek oralı olmaksızın dolaşıyorlar. Kalenin
burcuna çıktığımızda şehrin geneli ve Fenikeliler için kısa ama oldukça kesif
bir bilgi aktarımı yaptı. Şehrin iki limanı olduğunu söyledi. Dayanamadım,
Phaselis'te üç liman olduğunu ama bu limanların kiminin ticari kiminin askeri
amaçlarla kullanıldığını ve buradaki durumu sordum. Kadın, Fenikelilerin
savunma amaçlı küçük gruplar haricinde bir askeri bir gücü olmadığını, savaş
durumlarında paralı askerler ve donanma kiralayarak sorunun çözümüne
gittiklerini söyledi. Venedikliler gibi kısaca. Biz bunları konuşurken Türk
turistlerden kokona bir kadın konuşmamızdan sıkıldığını Türk rehbere kırık
dökük bir İngilizce ile anlatmaya çalışınca gruptan ayrıldık bizde.
Kale çok büyük bir yer değil. Zaten haçlılar bile niye böyle bir kale yaptıklarını anlayamamış olmalılar ki bırakıp gitmişler. Bizimkiler de pek kullanmamışlar. Fakat yukarıdan bakıldığında tam denizin dibinde Osmanlı paşasının konağı denen iki katlı, metruk bir bina var. Öte yandan yukarıdan bakıldığında kazılan yerleri rahatlıkla görebiliyorsunuz. Burasının başından beri insanların yerleştiği bir höyük olduğu anlaşılıyor. Zaten her kazılarında bir şeyler buluyor ve bulduklarını başkentteki arkeoloji müzesine naklediyorlarmış.
Otobanın sağında duran bir minibüse atladık. Yarım saatte
bir belki de az biraz daha sık bir şekilde minibüsler Beyrut'a gitmekteler. Ama
önemli olan Beyrut'un hangi terminaline gidiyor oldukları. Bizim araç Dawra
(kimi yerde Dora diye de geçmekte) terminaline gitmekte. (Adam başı 1500 LL)
Ödemeler Lübnan'da tıpkı bizde Anadolu'da da olduğu gibi araçtan inerken
yapılmakta. Araçta Hristiyan olduğunu sandığım genç ile uzunca bir sohbet
yaptık. Lübnanlıların Türkiye hakkındaki görüşleri, kendi gelecek kaygıları vb
ana konular oldu.
Dawra'da indik. Lonely Planet ulaşım konusunda buradan hiç
bahsetmemiş neredeyse. Şehrin dışında sayılabilecek bir noktadayız. Hemen bir
başka minibüse daha bindirdiler bizi. (1000 LL) Bu araç bizi Ermeni mahallesi
yakınlarında bir başka noktaya daha taşıdı. Burada bizi Hamra'ya götürecek olan,
aslında şehrin içinde büyük bir çember çizen 24 numaralı minibüse bindik. (1000
LL) Bu araç bizi Roma Caddesi'nin köşesindeki son durakta bıraktı. Yarın bu
noktadan araç bulmaya çalışacağız.
Hızlıca otele gidip üzerimizi değiştirip yemek için caddeye
aktık. Bu kez bir başka meşhur restoran olan Kebabji ‘ya uğradık. Görünüm
itibariyle daha derli toplu, havalı bir yer. Garsonlardan birisi, annesi Türk
olduğu için bizlerle anlaşabilecek düzeyde Türkçe konuşabilmekte. Zaten şehir
Türk turist istilası altında. Humus gene harikaydı ama ne dünkü gibi masaya bir
şeyler getirildi ne de bol kepçe bir servis yapıldı. Gerçi gene bizim ülkenin
standartlarımıza göre menü daha dolgun idi ama dünkü ile hemen hemen aynı ücreti
ödeyince ben İstambuli deyip durdum.
Yemekten sonra dükkanları dolanıp durduk. Pek çok markanın
Beyrut'ta şubesi var. Elie Saab gibi beynelminel isimler, Dice Kayek gibi bize
özel isimler hep Lübnan menşeli. Fiyatlar biz ile kafa kafaya.
Otele döndük. Gece gene yağmur, gene şimşek ve fırtına…
0 Yorumlar
Yorumlarınız