Gün 3
Sabah düne göre nispeten biraz daha iyi olarak kahvaltıya indim. Lübnan'da ”Hellumi” denilen hellim peynirleri Kıbrıs'taki adaşlarından daha az tuzlu. İşkembeyi sağlam dolduruyorum peynirle.
Çıkıp dün akşam keşfettiğimiz minibüs durağında beklemekte
olan 24 numaralı minibüse biniyoruz. Ülkenin güneyine giden otobüsler Cola
Terminali'nden kalkmakta. Her derde deva 24 numaralı minibüste bu yol üzerinden
gitmekte. (1000 LL) Dünkü minibüsçülerle selamlaşıyoruz. Minibüs kullanan tek
Türk biziz herhalde. Kısa bir bekleyişin ardından hareket ediyoruz. Şehrin
çeşitli yerlerinde zırhlı araçlar yada tanklar bekliyor olsa da-şimdilik-
görünürde bir problem yok. Mecidiyeköy ‘ün oradaki viyadükleri benzer bir
noktada bizi indirip ilerileri işaret ediyorlar. İnmeyip devam ederseniz yol
sizi Arkeoloji Müzesi ‘ne götürecek.
Yolun sağındaki minibüsçülere Sur ‘a giden araçları soruyorum. Benim Almanca yeteneğim bile şehrin bu kısmındaki Beyrutluların İngilizce bilgisi ile kıyaslandığında akademik düzede kalıyor sanırım. Adama Sur yada Tyre ‘e gideceğimi söylüyorum. Arabasını gösterip “Zahura” diyor. Herhalde Zahura denen yer üzerinde gidilecek diye anlıyorum. Atlıyoruz. (3 kişi 8000 LL) Bir saat kadar ilerliyoruz. Yol üzerinden geçip gittiğimiz Sayda güzel bir şehre benziyor. Yol boyunca sağımızda devam eden Lübnan'ın Akdeniz sahilleri pekte göz doldurmuyor bende.
Sayda çıkışında araç yolun sağına çekip duruyor. Şoför
inmemiz gerektiği işaret ediyor. Allah'ın otobanında indik. Ben nasıl gideceğimizi
bağıra çağıra sorunca yan yoldaki göbekte bekleyen minibüsleri gösteriyor.
Lübnan minibüsleri tıpkı Suriye'dekiler gibi koridorlarına
doğru açılan koltuklara sahip ama daha yüksek ve bakımlılar. Ama içerilerinde
sigara içildiği için çekilmez araçlar.
Sayda - Sur arası İslami etkinin kendini iyiden iyiye hissettirdiği giderek fakirleşen yerleşimleri aşarak kat ettiğimiz bir yol. Kırk km den az bir mesafe olmasına rağmen, şoförün kimi zaman uçaklarla yarıştığı bir hıza ulaşmasına rağmen bitmiyor bu yolculuk. Sağlı sollu muz bahçeleri genel bitki örtüsünü oluşturmakta. Yolun solunda “İstanbul Modası” yazan dükkan diziler ile ulaşan Türk istilasının bir göstergesi adeta.
Nihayet şehre varıyoruz. Uzun bir kordonun yanından giden araç gayet karman çorman bir yerde bizi bırakıyor. Direkt pazar (suk) bölgesine giriyoruz. Bu kısım Osmanlı Dönemi'nde inşa edilmiş.
5000 yıllık bir kent burası. Fenikeliler, Mısırlılar, Yahudiler
ve Asurlular diye uzanan süreçte Avrupalıların Dido dediği Prenses Elissa
kurduğu donanma ile Kuzey Afrika'da karaya çıkıp Kartaca şehrini kurmuş. Şehir
on yılı aşkın süren bir Babil kuşatması da görmüş. Ama o zamanlar bir ada olan
Tyre kenti bir de güçlü surlarının ardındaki verimli tarlalarında etkisi ile
güçlü bir direniş gösterebilmiş.
Tabii, Büyük İskender ‘e dek diyelim hemen… İskender adaya
ulaşacak tahta bir köprünün yanı sıra devasa boyutlarda yirmi kadar kuşatma
kulesi de inşa ettirmiş bu kuşatma için. İskender kulelerden yeterli randımanı
alamayınca köprünün yanına devriltmiş ve adanın geniş bir kara bağlantısı
oluşmuş. Morali bozulan Tyrelilerin savunması kuşatmanın yedinci ayı içinde
çökmüş . İskender şehri yağmalatmış ve 30,000 kişi bu yağma sırasında
katledilmiş.
Bundan sonrasından pek bahsetmiyorum artık. Hepiniz
televizyonlardan izlediniz. İsrail bombardımanları ve ölen çocuk görüntüleri…
Sınırın ötesinde yer alan İsrail ve sürekli saldırıları nedeniyle sınırın bu
tarafındaki insanların uç noktalara uzanan zıt görüşleri. Ortadoğu'nun her zaman
olumsuz işleyen dinamikleri. Ve bu süreçte ölen, sakat kalan, yerinden
yurdundan sürülen garibanlar… Ortadoğu gerçeği bu.
Direkt çarşıya giriyoruz. Aslında bir şekilde Unesco Dünya Mirası ‘na girebilmiş bir şehir olsa da çarşı, Pazar bölgesi epeyce zayıf görünüyor gözüme. Nasıl bizde Lost gibi dizilerin dvd leri tezgahlarda satılıyorsa burada da “Sultan ‘ın Haremi” adıyla Muhteşem Yüzyıl satılıyor. Kurtlar Vadisi ve TRT ‘de yayınlanan aslında oldukça kaliteli ama seyirci toplayamayan Bir Zamanlar Osmanlı, Kurt Kavgası gibi pek çok dizi de satılmakta.
Çarşının içlerine uzanan dar sokaklar bu coğrafyanın standart görünümü adeta. Avrupa piyasasının pahalı markaları burada küçük dükkanlarda satılıyor yok pahasına. Özellikle tanınmış parfüm markalarının ürünleri kolaylıkla bulunabilir. Öte yandan türlü giyim eşyası raflarda yer alıyor. Üstü açıkta olsa, bir şekilde kapatılmışta olsa sokaklar motosikletlerin inisiyatifinde bizde de olduğu gibi. Yabancılık çekmiyoruz. Eşimin almak istediği bir şeylerde indirim için “tenzilat ya tacir” dediğim adam Arapça biliyorum sanmış olmalı ki uzun uzadıya anlatıyor bir şeyler. Başörtülü yaşlıca bir kadın ve sevimli kızları ise İsveç'ten gelmişler memleket ziyaretine. Muhtemelen İsveç ‘in en gözde kızıdır esmer olduğu için. Ama içten insanlar. Yıllardır tanışıyormuşuz gibi tarzanca konuşuyoruz ayak üstü.
Limana doğru ilerliyoruz. Tabii, tatlıları yiyerek. Oldukça
ağır şerbetli ama özellikle şam fıstıklı olanı oldukça leziz. Limanın kıyısında
devrilmiş bir ağacın gövdesine sıralanıp tatlıları yemeye devam edip şehrin
yaşamını izlemeye koyuluyoruz. Ermeni mahallesinin girişindeyiz. Sağ taraf
ermeni mahallesi. Bizim adadaki limanda gibiyim. Andre Abi'me benzer fanilalı,
güneşten kavruklaşmış tipler ya yanındakilerle bir şeyler konuşuyor ya ağ
onarıyorlar dertsiz, tasasız. Kimisi bize bakınıyor, gülümsüyorum sadece.
Benzeri bir tepki veriliyor. Hesapta ülkenin bu kısımları çok tehlikeli idi.
Bahçesinde sere serpe uzanan bir kadının olduğu Al Fanar
Oteli ve otelin isim babası deniz fenerine uzanan yolu takip edip şehrin bir
zamanlar başka bir limanı (Mısır Limanı) olan kısmına ulaşıyoruz. Solumuzda
bakımsız ama bir zamanlar oldukça güzel olduğunu haykıran binalar arada sırada
gözümüze çarpıyor. Katedral ve gayet düzenli ve korunaklı bir iki manastır da
ardı ardına sıralanmış burada. Sanki bir Amerikan filminden zıplamışcasına
duran sarı okul otobüsü ilkin beni dumura uğratsa da burası bambaşka bir coğrafya
ve kültür yumağı. Çabuk toparlanıyorum.
Yol bizi günümüzün Sur, geçmişin Tyre kentinin içindeki iki antik kentten Al Mina ‘ya götürüyor. Mina liman demek. Mısır Limanı'na uzanan yol bu yerleşimden geçiyor. Pahalı bir girişi var. (8000 LL byk 4000 LL ççk) Ama Nasrettin Hoca'nın türbesi gibi her yeri tel örgülerle çevrili ve olup olmadık yerlerinde girişleri insanı cezp ediyor. O nedenle içeriye bu parayı veripte gezmenin pek bir anlamı yok.
Sağ taraf ise şehrin denize uzanan tarihi Cardo ‘su ve onu
kesen bir iki yol mevcut. Burası baygın yatar durumda duran rekor sayıda sütuna
ev sahipliği yapmakta.
Bilgi olarak şunu ekleyeyim. Yaklaşık yarım saat yürürseniz Al Bass Antik Kenti'ne ulaşıyorsunuz. Filistinlilerin yerleşim yerine komşu olduğu için Afamya'da yaşadığım o anları göz önünde bulundurup ailemle gitmeyi akılcıl bulamadım. Burası dünyadaki en büyük ve günümüze ulaşabilen en sağlam Roma hipodromuna ev sahipliği yapmakta. Taksi tutup az bir paraya gidip gelebilirsiniz. Bence –her ne kadar biz gidememiş olsakta- mutlaka gidilmeli.
Yola devam edip minibüslerin olduğu noktaya ulaştık.
Kapıları kapalı, içi biz buzdolabı içinden farksız minibüs ile Sayda yollarına
koyulduk. (6000 LL üç kişi)
Sayda yolu bitmek bilmiyor. Tarihi açıdan en çok merak
ettiğim şehir burası. Sayda yada diğer adıyla Sidon yörenin en tarihi
kentlerinden. İstanbul'daki Arkeoloji Müzesine girip de soldaki Sayda Kral
Mezarları Galerisi'ne girdiğinizde gördüğünüz muhteşem parçalar bu şehirden
getirilmiş. Anlaşmalara göre bu parçalar getirildiğinde Lübnan Osmanlı toprağı
olduğu için geri vermemize gerek yok. Ama bu parçaların İstanbul'a getiriliş
hikayeleri filmlere konu olacak bir şey.
Meşhur yirmi beş tonluk İskender Lahdi, Arkeoloji Müzesi'nin inşası sırasında esinlenilen Ağlayan Kadınlar Lahti, Mısır lahitlerini andıran 2600 yıllık Kral Tabnit ‘in lahti ve diğerleri.
Ama aydınlanma geç de olsa İstanbul'a gelir. Avrupa gören ve
genelde fakir ailelerin çocukları bu taşların da aslında altın yada gümüş kadar
değerli olduğunu anlar. Özellikle 2. Abdülhamit zamanında işin rengi değişir.
İmparatorluğun her köşesindeki idari amirlere irade-i hümayun gönderilir. “Her
nerede kadim her ne varsa tespit edilip payitahta gönderilecek”.
Yıllardan 1887. Saydalı'nın biri mülkünde taş ocağı işletme
izni alır ve kazı yaparken derin bir kuyuya denk gelir. Yetkililer bunu fark
edip araştırmaya başlar. Büyük bir nekropolis bulunduğu İstanbul'a bildirilir ve
2. Abdülhamit İstanbul Aya İrini'deki Müze-i Hümayun ‘un müdürü Osman Hamdi Bey
‘i Sayda’ya gönderir. Osman Hamdi Bey vakit geçirmez. Kazılar titizlikle
yapılır. On sekiz lahit bulunur ve bunların on biri İstanbul'a getirilir.
Tek bir sorun vardır ama epeyce büyük bir sorundur bu.
Lahitlerin sergilenebileceği bir yer yoktur. Bu sorunun çözümü için Alexander
Vallaury görevlendirilir. Böylelikle dünya tarihinde müze olarak kullanılacak
ilk bina inşa edilir 13 Haziran 1891 ‘de açılışı yapılır. Yapı, Ağlayan
Kadınlar Lahdi esas alınarak yapılmıştır.
Müze vardır, ama lahitlerin de peşinde olanlar yok değildir. Alışılan yüzsüzlükleri ile Almanlar direkt padişahtan yarı resmi bir rica şekliyle ama imparatorlarının ağzından lahitleri isterler. Padişah zorda kalmıştır ve Osman Hamdi Bey kesinlikle karşı çıkar bu isteğe. Ama bu ülke oldu bittilere açıktır. Bir gecede Alman Elçiliği müzeyi boşalttırabilir de. Osman Hamdi Bey geceler boyu rivayete göre lahitlerin içinde yatar silahlı olarak. Davetsiz bir misafir grubu belki lahitleri alacaktır ama taşıyacakları tarihi eserlerin yanı sıra arkadaşlarının cesetleri de olacaktır. Osman Hamdi Bey kararlıdır. Avrupalının sandığı kadar geri değildir bu memleket. Can kıymetli mi gelmiştir Almana yoksa daha yukarılarda kapalı kapılar ardında birileri “olmaz” mı demiştir bilinmiyor. Ama halen günümüzde Arkeoloji Müzesi'ne yolu düşen herkes bu Saydalı misafirlerimizi görebilme şansına sahip. Sayda 'dan İstanbul'a haberi uçuran memur ve elbette ki yiğit bir sanat aşığı Türk Osman Hamdi Bey sayesinde.
İşte Sayda kentindeyiz. Sahilin dibinde uzaklarda kale, hemen yanımda bayram için eğlenen çılgın kalabalıkların olduğu meydanın yanı başında iniverdik.
Muhtemelen 9000 yıllık tarihe sahip bir kent burası sonuçta. Gelen vurmuş, giden yıkıp dökmüş. Onca katliam görmüş. Ama halen canlı bir kent. Benim gözümde İstanbul, Roma, İsfahan gibi her ne pahasına olursa olsun yaşatılması, yaşaması gereken kentlerden.
Leş gibi, bozulmuş peynir kokan bir sokaktan şehre giriş
yaptık. Kimse kusura bakmasın. Antep abbaraları ile meşhur olabilir, Mardin bir
pazarlama harikası olarak gayet cilalanmış bir şekilde insanlara lanse ediliyor
olabilir ama otantik, tarihi bir kent arıyorsanız işte o kent Sayda'dır. Sanki
fotoğrafçılar için yaratılmış bu kent. Şehir daracık sokaklar, pasajlardan
oluşmuş bir labirent. Neredeyse tamamı abbara sokakların.
Tam anlamıyla hayatı doya doya yaşayanlar çocuklar. Akülü arabaları ile dehşet saçan çocuklara bize çarpacak mı diye korkuyla bakarken, oğlumun için için onlarla oynuyor olmak istediğinin farkındayım elbette. Dil, din, nede başka herhangi bir şey çocukların birbiri ile kaynaşmasına engel olamaz benim bildiğim. Ne yazık ki vakit yok. Yoksa güvenlik açısından bir problem çıkacağını hiç sanmıyorum.
Oturan adamlardan biri “aga” diye sesleniyor bana.
Duralıyorum. Bir şeyler diyor ama anlamıyorum. Yanındakiler çat pat İngilizceyle
çeviriyorlar ama Arapça sözcükler kulağıma aşinalaşıyor kısa sürede. Anladığım
ve tercümelerden gelenlere göre bana seslenen genç ailesinin Türk kökenli
olduğunu dedesi ve ninesinin Türkçe konuştuklarını ama sadece bir kaç kelime
bildiğini söylüyor. Şaşırmıyorum. Lübnan'da Türkmen köylerinin halen var olduğu,
bunların bir iki tanesinde halen Türkçe konuşulduğunun öğrenildiği on yıl
olmadı daha.
Şehrin sokakları çok daha gizemli geldiği için öteki tarafta
kalan Ulu Camii'ye gitiyoruz. Uzaktan da olsa minibüs ile gelirken görmüştük.
Şehrin katedrali olan yapı Memlukler tarafından şehir fethedilince camiye
çevrilmiş. Yine yol kenarında kalan tarihi Murex Tepesi'ne de gitmiyoruz.
Biz tercihimizi Sabun Müzesi'nden yana kullandık. Sokaklarda
kaybola kaybola, muhteşem saçlı küçük bir cimcimenin yardımı ile bulabildik.
Halep gibi Sayda da sabun üretiminde dünyaca meşhur yerlerden. Ama daha
akıllıca davranıp bunun bir müzesini kurup bir bakıma tescillemişler. 13. Yy
yapısı bir bina 19.yy da sabun üretiminde kullanılmaya başlanmış. Han el Sabun
olarak bilinen yapıyı gezmek ücretsiz. Oldukça güzel aydınlatılmış bina içinde
sabun üretiminde kullanılan aletler sergilenmekte ve sabun kalıplarından çok
güzel düzenlemeler yapılmış. Hemen bitişiğinde hediyelik eşya alabileceğiniz
yada bir şeyler içebileceğiniz bir kısmı daha var.
Sokaklarda dolanmaya devam ediyoruz. Mükemmel bir kent.
Dediğim gibi fotoğrafçılar için yaratılmış gibi. Olympus makinamı kırdığım için
gerçekten pişmanım. Otobüs terminaline nasıl gideceğimizi sorduğum gençler
hemen o lakayıt durumlarını bırakıp toparlanıp bize yardımcı olmaya
çalışıyorlar. Aynı bizim Anadolu gibi. Henüz materyalist anlayışın sert
dalgaları Sayda kıyılarına ulaşamamış sanki. O taraflara giden iki yaşlı kadına
katıyorlar bizi. Bir yerlere dek götürüyorlar. Tam onlardan ayrılıyoruz ki
esmer bir adamın yanında renkli gözlü bir adam ağdalı bir İngilizce ile kim
olduğumuzu soruyor. Turist olduğumuzu öğrenince arkadaki bayanlara bizi
gösteriyor ama onlar en az benim kadar deli olan ve sonradan Avustralyalı
olduğunu öğrendiğim bu adamı dinlemek yerine kapalı kapılar ardından
Bir problem olmadığını söylediğimde insan zekasının böyle
yerlere gelip gelmemekle anlaşılabileceğine dair teorisini benle paylaşıyor.
Altına imzamı atacağım bu teoriye göre araştırma yapmaksızın salt propagandif
söylemlere inanarak bir yerlere gitmeyenler her hangi bir zekaya sahip değil.
Tokalaşırken önce bana “Ülkene git ve gördüklerini insanlarına anlat. Daha çok
turist gelmeli ve gerçekleri daha çok insan görmeli” diyor. Dünyada tek
olmadığımın farkına varıyorum. Benim gibi düşünen azınlıktan birisi şu an
dünyayı dolaşmakta. Avustralya'ya selamlar.
Terminale giden caddeye çıkıyoruz nihayet. Oğlum ne zamandır
kol saati istemekte ve buradaki seyyar satışçılar bunun cenneti olmalı. Çok
ucuza, çok çeşitli ve güzel saat satılmakta. Basiretim bağlanıyor ve dört, beş
saat alacağıma bir daha ki sefere alırım diyerek yola devam ediyorum. Allah mı
dedirtti nedir bilemiyorum ama fırsat buldum mu koşa koşa geleceğim bir şehir
burası.
Terminale varıyoruz. Çok büyük bir yer değil ama geme de
hareketli. Taksiler, servisler ve elbette ki otobüsler. Beyrut'a giden ne isterseniz
var. İlk otobüse atlıyoruz. (7500 LL üç kişi) Son yolcular biziz. Koridordaki
koltukları açıyoruz. Yıldız ve Mete için ilginç bir deneyim oluyor. Ben
Suriye'nin iyi günlerinden tecrübeliyim.
Yolculuğun tek düze ortamında arkada oturan oğlumun
İngilizcesini duyuyorum. Başlarda müdahale etmiyorum ama kiminle konuştuğuna da
bakıyorum çaktırmadan. Ellili yaşların sonlarında, bir oğlu ve kızıyla gezen
bir adam oğlumdan az biraz iyi bir İngilizce ile konuşmaya çalışıyor yetmediği
yerlerde ise Fransızcaya geçiş yapıyor. Oğlum da vücut dili ile kendini ifade
etmekte başarılı. Adamın adı Muhammet, Mete de adının Mehmet Mete olduğunu
söyleyince adam gülümsüyor içtenlikle. Eh, bir Mehmet'te bende var. Üç adaş
minibüsün arkasındayız.
Sonunda Kola Terminali'ne ulaşıyoruz. Muhammet Abiler az önce
indiler ve vedalaştık onlarla. Buradan Hamra'ya dönerken minibüsten indiğimiz
yere yürürüz diye düşünüyordum. Yıldız olayı çözmüş. Bekleyen şoförlerden biri
taksi olarak yaklaşmış. Cevap hayır. Taksi ile ücret yaklaşık 10000 LL. Araçlar
burada bizim dolmuş diyebileceğimiz bir kavramla ama “servis” adıyla da yolcu
taşıyorlar. Adam başı 2000 LL ye Hamra'ya atıyor. Taksi ile servis arasındaki
nüans farkı ise şu. Taksi sizi gideceğiniz yere direkt götürürken servis ise
yoldaki her potansiyel müşteri adayına yaklaşıp onu boş koltuklara almaya
çalışır ve ihtimallerini arttırmak için uzun bir rota çizer. İtirazım var mı?
Elbette hayır. Ben gezmeye geldim ve her sokağı dolaşmak işimi geliyor.
Sonrasında Barbar ‘ın meyve suyu satan dükkanından Mete
portakal suyu, ben limon kadar ekşi ananas suyu, eşim ise çilek ağırlıklı
kokteylden içiyor. Oldukça pahalı. Ama dediğim gibi Beyrut pahalı. 15000 LL
ödüyorum üçümüz için.
Rastlantı eseri dün akşam bulduğum büfeden gene iki litrelik
su alıp otele dönüyoruz. (1000 LL)
Yatmadan önce oğlum bana şunu söylüyor. “Gezerken ne çok
insanla karşılaşıyoruz, konuşuyoruz.
Herhalde bir çoğunu göremeyeceğiz bir daha. Muhammet Amca'yı da göremeyiz
herhalde bir daha ”
Söyleyecek bir şey yok. Sekiz yaşında bir çocuk için çok
olgunca bir düşünce. Karşımıza çıkan tüm iyi insanların karşısına Allah daha da
iyilerini çıkarsın diyorum sadece…
0 Yorumlar
Yorumlarınız