Gün 1
Rusya gümrüğünde, upuzun bir sırada bekliyoruz. Geçen seneki Gürcistan seferinden sonra Gençosman ile bu kez Rusya seferindeyiz. Sıra yavaş yavaş ilerliyor ama sanki yerimizde sayıyoruz gibi geliyor bana.
Rusya coğrafyasına iyi hazırlandım, epey çalıştım. Ama kimi zaman çalışmasaydım da dediğim oldu. Rusların aşırı milliyetçilikleri, Omon (amon okunuyor) denilen özel polis biriminin sapıtık hareketleri, hatta Moskova metrosunun bizzat kendisi sorun çıkarabilecek düzeyde… Göreceğiz, hele bir içeri girelim de…
Sıra bize geliyor. Mahkeme duvarı gibi suratı olan kadın
pasaportuma şöyle bir bakıyor; elimde konaklama yerlerinin voucherleri de hazır
uçak biletlerinin dökümüyle beraber bekliyorum. Hiç bir şey demeksizin kaşeyi
basıyor. Bu kadar kolay mı? Kolaymış…
Çantayı alırken görüyorum ki bagajımın kolçağı kırılmış. Kim
bilir nasıl fırlattılar. Hemen havalimanının ilgili kısmına gidiyorum. Tam bir
bürokrasi ile karşı karşıyayım ama çalışanların yardımseverliği anlatır gibi
değil. Bir tek kız İngilizce bilmekte. Bilmediğim çok sayıda evrak dolduruyor
ve imzayı basıyorum altlarına. Kız bizle beraber çıkıp bize eşlik ediyor kapıya
dek. Anlamadım. Hani Ruslar kabaydı…
Dışarı çıkıyoruz. Domededevo Havalimanı 'ndayız. Az önce üç beş bir şey ruble almıştık. Dünyanın en büyük şehirlerinden birinin en büyük havalimanından az önce çıktık. Ama kapının önünde duran döküntü minibüsler bizi metroya kadar taşıyacak. Atlıyoruz ilkine. Sırpça şansımı deniyorum ama anlayan yok. Genç bir kız İngilizce biliyor biraz bize yardımcı oluyor hemen. Üç beş kuruşa metroya ulaşıyoruz.
Metro ile biraz gideceğiz ve ardından aktarma yapacağız ve
sonrasında oteli bulacağız. İnsanlar yardımcı oluyorlar. Metro girişinde devasa
sırt çantalarımızın kontrollerinde bile bir problem yaşanmıyor.
Moskova Metrosu devasa
bir şehir adeta ve büyümeye de devam ediyor. Bununla beraber bindiğimiz kısım
nispeten yeni kısımlardan olduğu için sanatseverleri kendinden geçiren
galerilerden biri değil. İngilizce bir şey yok ortalıkta. Allah'tan çat pat
harfleri anlıyoruz ve tahmin ederek gideceğimiz yerlere ulaşabiliyoruz. Araca
atlıyoruz. Herkes kendi halinde. Kimse kimseyle konuşmuyor. Durağa,
Çehovskaya’ya ulaştığımızda iniyoruz.
Bir sonraki hatta geçebilmek için gördüğümüz merdivenleri takip
ediyoruz. “GOROD” yazan oklar şehre çıkartıyor. İlk gün itibari ile metroda
zorlanmadığımızı düşünüyorum.
Oteli zorlukla da olsa buluyoruz. Çingene kılıklı kadın ve nesi olduğunu bilmediğim ama rahatlıkla tahmin edebildiğim, ne zaman görsek donla dolaşan çırpı bacaklı bir adam bizi bir odaya yerleştiriyor.
Ufak bir oda. İki yatak zorla sığdırılmış içeriye.
Yatakların üzerindeki çarşaflar ise sanki birilerinin düğün gününden kalma.
Acayip işlemeler. Osman dalga geçmeye başlıyor. Hele tuvalet. Klozete
oturduğunuzda kapı niyetine kullanılan sürme tahtaperdeyi dizlerinizle
ittiriyorsunuz. Tahteperdenin de maşallahı var. Dışarıdaki içerisini, içerideki
dışarıdakini rahatlıkla görebilmekte. Buna karşın banyonun duşu sanki uzay
sistemi gibi. Rusya tutarsızlıkların ülkesi. Bunu burada görmeye başlıyoruz.
Üstümüzü değiştirip dışarı fırlıyoruz. Keşiften çok para
bozdurmak, bir şeyler atıştırmak hedefimiz. Bulunduğumuz otel Kızıl meydan ‘a
yaklaşık bir km kadar uzaklıkta bir yer. Ama oraya gidebilmemiz için Strastnoy
Bulvarı'nın üzerinde ilerlememiz ve sağa dönüp Petrovka Caddesi'ne ulaşmamız gerekli ki burası da neredeyse bir sekiz yüz
metre tutmakta. Neyse ki hava iyi, bir çırpıda yürüyoruz. Önce iyi bir kurdan
para bozuyoruz. Yola devam ediyoruz. Detayları yarın halledeceğiz ama bugünden
kabasını çıkarıyoruz adeta.
Kuznetski Most Caddesi'ne gelince düz gitmekten vazgeçip buraya sapıyoruz. (Demirci Köprüsü gibi bir anlamı olabilir.) Burada sevimli, küçük bir meydan var. Etrafında küçük restoran ve kafelerle çevrili. Şimdiye dek devasa, masif , genelde üç katlı standart yapıları geçtik. Ama farklı renklere boyayarak bu yapıları tek düzelikten kurtarmışlar. Sağa dönüp Lubyanka Meydanı'na varıp bir daha sağ yapıp Bolşoy Tiyatrosu'na ulaşıyoruz.
Yarın akşam Kuğu Gölü
varmış. Bolşoy'da Kuğu Gölü izlemek… Kaçmaz, kaç para, kaç para deyip gişeye
gidiyorum. Yarın akşam ki gösterinin biletleri bir ay önce bitmiş bile. Hiç yer
yokmuş. Beğenmediğimiz Rusya bu. Sevelim yada nefret edelim, adamlar sanatla iç
içe yaşıyorlar.
Az biraz yürüyüp Kremlin ve Kızıl Meydan'a varıyoruz. Bunların hepsi yarının yazısı. Ama buraya gece de gelmek gerekiyor. Kremlin'in tam karşısında GUM isminde neredeyse 100 senelik devasa bir alışveriş merkezi var. Işıl ışıl aydınlatılmış. Ortalık mahşer yerini aratmıyor. Ama bir tane bile kılıksız insan yok. Kimse kimseye karışmıyor. Ortalıkta doğru dürüst polis yok.
Hayal kırıklığını St. Basil Katedrali'ni görünce yaşıyorum.
Fotoğrafları harikulade olan bu kilise gerçekten de söylendiği gibi oldukça
ufakmış. Olsun diyor, yola devam edip Alexander bahçelerine gidiyor ve oradaki
Mc Donalds da karnımızı doyuruyoruz.
Sonrasında otele doğru epey uzunca bir yolu gitmemiz
gerekiyor. Yol üzerinde açık dükkan kalmamış neredeyse. Açık dükkanların önünde
ise otomatik silahlar ve duygusuz suratlarıyla nöbetçiler var. Polis yok, bir
tane bile…
0 Yorumlar
Yorumlarınız