Son yıllarda özellikle de Yunanistan ‘ın ekonomik kriz nedeniyle turizm sektöründe yapmış olduğu mantalite değişikliği ve vizelerdeki katı tutumundan vaz geçip AB ‘nin neredeyse en kolay vize veren ülkesi durumuna dönmesi sonucunda “Klasik Yunanistan” turlarının yanı sıra Ege Adaları ve Halkidiki turları gibi yeni seçenekler ortaya çıktı.
Halkidiki
Son iki senedir aklımda olan Halkidiki ‘ye geçenlerde gitme
ve burada dört gün geçirme fırsatı buldum. Şimdi gözlemlerimi paylaşayım.
Halkidiki de neresi ki?
Açın bir Yunanistan haritası. Edirneyi bulup parmaklarını sola kaydır. Önce Gümülcine sonra İskeçe ‘ye denk geleceksin. Buralarda Türkiye sayılır ya neyse, başka zaman anlatırız buraları. Biraz daha sol yapın. Kavala ardından Selanik.
Buradan aşağıda güneye doğru uzanan üç
parmağı andıran bir uzantı göreceksiniz. İşte burası Halkidiki yarımadasıdır.
En doğudaki parmak Yunanlıların Agia Oros bizim ise Aynoroz diye bildiğimiz
yarı özerk dinsel yerleşimdir. Bayansanız giremezsiniz çünkü hayvanların dahi
dişi cinsinin girişi yasaktır. Erkekseniz eğer türlü bekleyiş ve bürokrasiyi
aşabilirseniz günlük yüz kişilik kontenjana dahil olabilirsiniz içeri
girebilmek. Detaylarına sonra ineriz.
Ortadaki parmak Sithonia ‘dır. Batıdaki Kassandra gibi Selanik
‘e yakın olmadığından daha az rağbet görür, sessizdir. Turlarda buraya gelmez
zaten.
Yörenin esas oğlanı ise en batıda yer alan Kassandra ‘dır. Selanik ‘e yakındır, kaliteli tesisler buradadır dolayısıyla eğlenceli mekanlar ve de kalabalıkta buraya gelir. Turlarda sizi buraya getirecektir.
Ee, peki nasıl geleceğiz?
Arabanız varsa onlar gelirsiniz. Uluslar arası ehliyet ve
triptik gibi atraksiyonlara girip bu süreçleri başarıyla tamamlamanız
gerekiyor.
Artık İstanbul – Selanik arası çalışan tren yok. Kriz
nedeniyle Yunanistan tüm uluslar arası tren seferlerini bilinmeyen bir tarihe
dek askıya aldı.
Uçuşlar için ise en yakın havalimanı Selanikte. İstanbuldan
Selanik’e THY ‘nin düzenli uçuşları var ama göreceli olarak pahalı denilebilir.
Bir alternatif ise otobüsler. Metronun gece 22:00 ‘de
seferleri var. Ertesi sabah 10 gibi Selanik ‘e varmış oluyorsunuz. Ayrıca Alpar
gibi bir iki firma daha aynı rotada sefer düzenlemekte.
Selanik ‘e vardık. Buradan sonrası?
Selanik ülkenin ikinci en büyük kenti ve bizim içinde çok
önemli özellikleri var. Başka bir yazının konusu olarak gelecek karşınıza
elbette.
Selanik ‘e bir şekilde vardıysanız ilk yapacağınız iş KTEL ‘i bulmak olmalı. KTEL Yunanistan ‘ın tekel halindeki otobüs firmasıdır. Gerilik ve ilkellik kelimesinin mekanik işler modelidir. Bununla beraber araç kiralamamış, motosiklet ve bisiklet kullanmayacaksanız esiri olacağınız araçlardır. En zından konaklayacağınız yere dek kullanacaksınız demektir. Seferleri pek düzenli değildir. Özellikle yarımada içerisinde tamamen şansınıza bağlı olarak kullanacağınız için araç, yada motosiklet vb kiralamak gibi seçenekleri tekrar düşünmeniz gerekecektir. Bununla beraber Yunanistandaki motosıkletçiler biraz deli dolu kullanırlar araçlarını. Zaten yol kenarlarında göreceğiniz küçük kutular daha önceden orada olmuş olan trafik kazarının acılı anılarını yad etmek amaçlıdır.
Alışılagelenin dışında iyi bir
Halkidiki tatili için yapılması gereken bir tur firması ile gelmek olacaktır.
Firmalar genellikle Kassandradaki 4 yada 5 yıldızlı otellerde konaklama
sağlayacak, sizi otele kadar teslim edecektir. Daha az yorucu olur ve daha da
ucuza gelir.
Nerede kalacağız?
Tur ile gelmeseniz bile
son zamanlarda büyük tesislerin fiyatları düştü. Ayrıca kolaylıkla pansiyon vb
bulunabilir ama gene de garanti olması için yapılması gereken www.booking.com gibi sitelerden daha önceden
rezervasyon yapmaktır. Balkanlardan sağlam kalabalıklar Halkidiki ‘ye
gelecektir.
Neler var? Nasıl vakit geçireceğiz?
Denize gireceksiniz bol bol. Muhteşem temizlikte bir deniz
ve harikulade kumsallar var. Bunlardan birisi Sani Beach. Gerçekten tatil
operatörlerinin dediği gibi Maldiv Adalarını andıran görüntüler mevcut. Şezlong
parası, giriş ücreti burada olmayan kavramlar. Nasıl olsa harcayacaksınız,
sıkmaya gerek yok diye düşünüyorlar.
Onun dışında güzel ormanlık alanlar ve yürüyüş rotaları
mevcut.
Selanik ve hatta biraz abartıp Meteoraya yada Kavalaya ‘da
gidebilmek pekala mümkün.
Ama ne yazık ki ciddi anlamda tarihi bir şeyler burada yok. Bizans dönemine ait bir iki gözetleme kulesi ve kalıntı dışında geçmişe ait bir şeyler en azından ben bulamadım.
Yemek vakti
Yunanistandaki nadir
güzel şeylerden birisi yeme içme kültürü. Bizim aldıklarımız ve bizden
çaldıkları ile neredeyse ortak bir mutfak ortaya çıkmış.
Halkidiki tıpkı ülkenin başka bir yarımadası olan Mora gibi
zeytinciliği ile meşhur. Bunun yanı sıra deniz kıyısında olduğu için balık ve
diğer deniz ürünleri oldukça uygun fiyata bulunabiliyor. Turla gitseniz bile
yemek işini kendi başınıza hallederseniz karlı çıkarsınız.
Öte yandan nispeten büyük yerleşimlerde yeterince market vb
var. Uluslar arası fast food olan hamburger kolaylıkla erişilebilecek
yiyeceklerden. Bunun yanı sıra yunan döneri giros ve şiş kebabı suvlaki de
önerilir. Ama domuz etini kullanırlar yemeden önce sorun mutlaka.
Özetle – Halkidiki tatilini turla yaptığınızı varsayıyorum-
kahvaltıyı otelde geçiştirir öğle yemeğini takıldığınız plajlarda fast foodla
yada gezindiğiniz kasabalarda salaş balıkçılarda yaptığınızı varsayıyorum. Biz
Kalandra bölgesinde kaldığımız için gece atraksiyonunu Nea Skioni ‘de
halletmiştik.
Dondurmada güzel.
Gece hayatı
Gözü dönmüş arkadaşları
daha kuzeyde yer alan ülkelere gönderirken hepinizin bildiği o Yunanca kelimeyi
fısıldayayım. “Taverna”
Taverna bizde ne yazık ki buzuki çalınan, tabakların
kırıldığı, milletin hop hop oynadığı bir ortam olarak biliniyor. Sanırım bunu
bize Fedon aşıladı ve turizm firmaları da bunu sağlayan mekanlara insanları
yönlendirerek bu düşünceyi perçinledi. Tıpkı bizim Kapadokyadaki saçma sapan
Tütk geceleri gibi.
Tavernalar aslında –özellikle Selanik taraflarında-
rembetiko ağırlıklı müzik eşliğine takılabileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz,
dostlarınızla takılıp sohbet edebileceğiniz ve müziğine göre hop hop zıplayıp
kopabileceğiniz mekanlardır. Turlar sizi bunun için özel tur adı altında
Selanik ‘e götürecektir ama önermiyorum. Altınızda araba varsa kendiniz gidin
yada başka bir Yunanistan gezisinde Selanik yada Atina ‘ya saklayın.
O zaman Selanikten bahsedelim isterseniz. Muhtemelen eğer bu
şehirde bir büyük insan, büyük bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk doğmuş
olmasaydı Türklerin unutma yeteneğine sahip hafızası, İstanbuldan bile daha
eski bir Türk yurdu olan Selanik ‘i de unutmuş olurdu.
Haydi gidelim o zaman…
Şahsi aracınız ile nasıl gideceğiniz konusunda Halkidiki
yazımızda bir şeyler yazmıştık. Artık “Dostluk Treni” yok. O nedenle tek
seçeneğiniz otobüs. Metro ve Alpar bu iş için biçilmiş kaftan. Eğer THY ‘nin 99
euroluk seferlerini yakalayamadıysanız uçağı da listenizden silin.
Selanik ‘e araba ile gelecekseniz şu uyarıyı yapmam gerek.
En son özel araba ile Selanik ‘e gittiğimizde park yeri aramak için bir saatten
fazla gezmiştik. Sonunda adamın biri kendi şahsi park yerine bizi aldı da şehri
gezebilmiştik. Yunanistandaki kentlerde park önemli bir sorun. Bunu Gümülcine
gibi küçük bir kentte dahi yaşayabilirsiniz.
Eee geldikte nereyi gezeceğiz ki…
Ben Selanik ‘i üç parçaya ayırıyorum. Şunu söylemeliyim ki
eğer müzelerini vb de gezecekseniz iki gün ama genel hatlarıyla tam bir gün
ayırmanız gereken bir şehir Selanik.
Şehir izmirin küçük bir modeli.Zaten eskiden izmirin kızkardeşi olarakta
adlandırılmaktaydı. Gözünüzde bir kordon ve ona paralel üç cadde hayal
edin.Temelde Selanik bu. En dıştaki caddenin sonunda Türk elçiliği ve
bahçesinde Atatürkün evi var. Zaten selanikte kalan tek Türk evi de bu olmalı. İlk
parça İzmiri bilenlerin, görenlerin benzetmiş olduğu “kordon” kısmı. Bir
sonraki kısım Egnatia caddesi ile Dimitru Caddesi arası. Son olarakta panorama
da denilen kale kısmı.
Kordon kısmı gezerken karnınızı doyurabileceğiniz mekanlara
vebirşeyler içerek dinlenebileceğiniz kafelere sahip. İç kesimlere göre biraz
daha pahalı kalmakta. Yunanlıların meşhur içeceklerinden birisi soğuk kahve
olan Frape. Denemenizi öneririm.
Sahildeki en belirgin unsur Yunanlıların “Kanlı Kule” de
dedikleri “Beyaz Kule”. Kule aslında şehir surlarının
güneybatı burcu.Osmanlı zamanında nezarethane olarak kullanıldıysa da
Yunanlılar burada işkence yapıldığından bahsetmekte. Yunanlılar şehri bizden
teslim alınca ilk iş olarak kuleyi vaftiz edip beyaza boyarlar. 2007 ‘de bakım
bahanesi ile zamanla orijinal rengine kavuşan kaleyi yine boyamışlardı. Yer yer
şehir surlarından kalanları görebiliyor olacaksınız.
Burada kordonda sizi
dolaştırabilecek bir fayton var. Meydanda İskender ve falankslarının olduğu
güzel bir heykel var. Denize sırtınızı verdiğinizde sağ tarafınızda kalan
parkın hemen girişinde, ağaçların arasında da babası Filip ‘in bir heykeli var.
Madem Osmanlı, İskender diye
başladık hızlıca tarihe girelim konu daha fazla dağılmadan.
İdari olarak Makedonya bölgesinin başkenti. Öte yandan Makedonya
Cumhuriyeti paralarında bile Selanikteki beyaz kuleyi göstermekte, şehrin Yunan
işgalinde olduğunda ısrar etmekte. Her ne kadar Yunanistan tüm komşularıyla sorunlu olsa da
bu Arnavut ve Makedonların da kaşındığı yadsınamaz.
Mö 3. yy da Makedonya Kralı Kassandros
tarafından kurulur ve kral tahtı sağlamlaştırmak için Büyük İskenderin
kızkardeşi ile evlenmiştir. Kızkardeşin adı Tesaloniki ‘dir ve zamanla bizim
dilimizde Selanik olarak şekillenir.
Romalılar alır şehri. İki Roma arasında
uzanan Via Egnatia ‘nın üzerinde, korunaklı bir limana da sahip şanslı bir kent
olduğundan hızlıca serpilir. Arada salgın hastalıklar, Attila gibi unsurlar
yoklama çekerler elbette. Fakat 1204 ‘teki Haçlı seferi sonucunda başkent
düşünce Selanikte düşer ve bu oldukça can yakıcı olur. Bizans 1246 ‘da emaneti
alır.
Osmanlılar devrededir iki yüzyıl kadar sonra.
2. Murat 1430 ‘da şehri ele geçirir. Kalın şehir surları akıncıları durduramaz.Engizisyondan
kaçıp Osmanlıların koruyuculuğu altına giren Sefarad Yahudileri Selanik ‘e
yerleştirilir. Şehir önemli bir Yahudi nüfusuna sahip hale gelmiştir. Bu durum
ekonominin canlanmasını sağlar.
Buna karşın 1666 ‘da şehri başka bir fırtına
vurur. Sabetay Sevi ‘dir bu. 1666 dünyanın yok olacağı zamandır ve yeni bir
dünya kurulacaktır. Sabetay Sevi beklenen mesihtir. İzmirden başlayan macerası
İstanbulda Müslümanlığa dönüp bu şehre sürülmesine ve takipçilerinin değişik
bir Yahudi cemaati oluşturmasına vesile olur. Sabetayist yada Müslüman kisvesi
altında bir yaşam sürmeleri nedeni ile dönme olarak anılırlar.
Milliyetçilik ve devletin çöküşü Selanikteki
azınlıkları da azdırmıştır. Dağlarda Makedon ve Bulgarlar, şehirde ve ovada
Rumlar. Türklere ve askere mütemadiyen saldırırlar. Etki tepkiyi doğurur. Jön
Türkler burada doğar. Serpilir İttihat ve Terakki haline gelir. Azınlıklara
karşı bir Türk milliyetçiliği beden bulmuştur. Ama meşrutiyetin ilanı ile
İttihat ve Terakki İstanbul ‘a geçer ve Sultan Abdülhamit ‘i Selanik’e sürgün
olarak gönderir.
Balkan
Savaşları patlar. Ordu taktiksel açıdan hazırlıksızdır. Bulgarlar Egeye çıkmak
ister Yunanlılar ise kuzeye. Yunan ordusu saldırı için başbakan Venizelos ‘un
emrini bekler. Manastır mı Selanik mi sorusunun cevabı “her ne pahasına olursa
olsun Selanik” ‘tir.
Şehirde 25,000 tam techizatlı Türk askeri
vardır. Depolarda henüz kutularından çıkarılmamış binlerce Amerikan yapımı seri
atış yapabilen tüfek vardır. Bulgar ordusu teçhizat açısından geridir. Yunan
ordusu ise Bulgar ordusuna göre biraz güçlüdür sadece ama bu Türk ordusundan üç
kez daha kalabalık olmasından kaynaklanır.
Sarandaporon ve Vardar Yenicesinde üst üste
iki kez Türk ordusu savaş kaybeder. Gerçi iki tarafında kayıpları fazla olmamış
ve Türk ordusu bir şekilde şehre dönmüştür. Şehrin yöneticisi Arnavut Kara
Hasan Tahsin Paşa ‘dır ve İstanbulun emri kesindir. “Sonuna kadar
direneceksiniz”
Şaşırtıcı bir şey olur ama. Şehrin dışında,
dönemin zenginlerinden birinin köşkünde, kendisini iki kez yenen Yunan
ordusunun komutanı Prens Konstantin ile barış görüşmeleri başlar. El
sıkışırlar. Şehirde kan dökülmemek şartı ile şehir Yunanlılara teslim edilir.
Paşa ayrıca kendisini ve ailesini koruyucu maddelerde ekletmiştir anlaşmaya.
Binlerce sandık silah ve cephane Yunan
askerlerince açılır ilk defa olarak. Silah bırakan pek çok Türk askeri ve
binlerce Müslüman ve fakir Yahudi o gece katledilir. Zengin Yahudiler canlarını
satın alabilmişlerdir. Ertesi sabah şehre ulaşan Bulgarların ise burunlarından
adeta ateş çıkmaktadır. Paşaya sitem ederler ve Bulgar kaynaklarına göre
paşanın cevabı çok düşündürücüdür. “Elimde teslim ettiğim Selanikten başka
Selanik yok”
İstanbuldan gelen silahlı 5000 gönüllü
vardığında şehir çoktan el değiştirmiştir. Kös kös dönerler.
Bugün, Balkan Savaşları Müzesine gitmek
isterseniz Yunan ordusunun elinde kalan o tarihi binaya gitmeniz gerekir. İki
tane bakımlı mezar göreceksiniz. Biri Hasan Tahsin Paşaya aittir diğeri ise
oğluna. Avrupada zengin ve refah içinde geçen hayatları bittiğinde düşmana
sattıkları Selanikte yatmaktadırlar. Konu ile ilgili tamamen tarafsız bir yazı
usta bir kalem tarafından yazılmış.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20987030.asp
Şehirde anarşi biter. Türkler artık
dışarıdaki köylerdedir. Bununla beraber ekonomi halen Yahudilerin elindedir. 18
Ağustos 1917 ‘de garip bir yangın çıkar. Bir buçuk günde şehrin üçte biri
yanar. Ellibini Yahudi, onbini Türk yaklaşık yetmişbin kişi evsiz kalmıştır.
Avrupadan gelen mimarların da etkisiyle şehir
–mecburen- yeniden yapılanmaya ve yapılaşmaya gider. Pek çok cami ve sinagog bu
süreçte sağlamda olsa yıkılır yada dönüştürülür.
Yunanlıların Küçük Asya macerası kendileri
için tamamen bir felaket ile sonuçlanınca Selanik ekonomik açıdan çöker. Buna
birde 1924 ‘teki mübadele sonucunda gelen Anadolulu Rumlar eklenince kriz
derinleşir. Kriz ve gruplar arası çekişme gerilimler günümüzde Aris ve Paok
takımlarının maçlarında halen göstermektedir. Bununla beraber mübadeleden sonra
artık burada Türk kalmamıştır.
İkinci Dünya Savaşında ilkin İtalyanlar
bombalar şehri ama ele geçiremez. Almanlar şehri işgal eder. 50,000 Yahudiyi
şehirden alıp gaz odalarına gönderirler. Bugün bile Batı Trakyadaki en ilginç
konulardan biri Almanların Yahudileri evlerinden adres adres, isim isim
toplamasıdır. Kim bilir belki de birileri Almanlardan önce hazırlamışlardır bir
liste…
Gezmeye devam edelim.
Beyaz Kuleye sırtınızı vererek Egnatia
Caddesine doğru ilerleyin. Yolunuzun üzerinde, solda Bizans Müzesi var.
Gezilmesi gereken bir yer. Egnatiada sola dönün. Yolun karşısında şehrin eski
surlarından geriye ne kaldıysa onu göreceksiniz.
Karşınıza eski ZaferTakından kalanlar
çıkacak. Harika bir şey. Galeriusun
zaferleri işlenmiş. Buranın sağında ise Rotunda var. Muhtemelen Galerius ‘a
mezar olarak inşa edilmiş. Hristiyanlık gelince kiliseye çevrilmiş ve Aya Yorgo
adını almış. Türkler şehri alınca da cami haline getirilmiş. Selanik ‘in son
minaresi burada. Bir ara halk galeyana gelip bu son minareyi de yıkmak için
ayaklanmış. Ama günümüzde müze olan yapının müdürü bunu yapmak istiyorlarsa
öncelikle kendisini öldürmeleri gerektiğini haykırmış. Bu dik duruş halkın
ateşini söndürmeye yetmiş. Yıllardır restorasyonda ve yıllardır da bu nedenle
de kapalı.
25 m.lik yapım zamanına göre devasa bir
kubbesi var. Şehrin en eski kilisesi. Tabii Yunanlılara göre dünyanın en eski
kilisesi.
Düz gidin ve sola dönün; Aya Pantaleimon Kilisesine bir göz atıp
caddede yürümeye devam edin.
Tekrar sola dönüp Zafer Takının oraya dek
dönüp sağa girin. Az ilerlediğinizde rastlantı eseri bulunan, İmparator
Galerius ‘a ait sarayın kalıntılarına denk geleceksiniz. Burada ücretsiz
gezebilirsiniz. Girişteki görevliler isterseniz size bazı dokümanlar
verebiliyorlar.
Burada soluklanıp çevrenize bakının. Türkler
ve Yunanlıların olumsuz konularda oldukça benzer olduğunu fark edeceksiniz.
Özellikle şehirleşme. Yunanlılar için Balkon ve teras her şeydir ama binalar o
kadar rahatsız edici ki… En iyisi görmeyin.
Selanik ‘in Aya Sofyasına ulaşacaksınız. 8.
yy yapısı. İstanbuldakine benzetilmeye çalışılmış. Her ne kadar ilk
dönemlerinde hristiyan görünümündeki paganların kriptada kendi ritüellerine
devam ettiği söylenmekte.
Buradan Ermou Caddesinde ilerleyerek gezinizi
sürdürebilirsiniz. Ermou şehrin ana caddelerinden birisidir ve özellikle
Fransız mimarların şehre taşıdığı art neuveau yapıları sağlı sollu
görebilirsiniz. Yolculuğunuza Aristotelise dek devam edin. Bu parkta ve
dolayısıyla meydanda bir müddet dinlenmeyi hak ettiniz.
Yunanistanda dükkanlara ve internet kafelere
tuvaleti kullanmak için girebilirsiniz. Ücretsizdir ve kimse ses çıkarmaz.
Öte yandan yorulduysanız günlük sınırsız
otobüs bileti 4 euro’dur. İlk binişte okutmanız yeter. Ayrıca bu sene üstü
kapalı bir hop on hop off servisi de başladı.
Yürüdüğünüzü varsayıyorum. Dümdüz ilerleyin.
Şehrin en büyük kilisesi ve dolayısıyla da katedrali olan Aya Demetrius
Kilisesine varaçaksınız. 9. yy yapısı. Unutmadan ekleyeyim Demetrius şehrin
koruyucu azizi. Yunanlılar buna sıkı sıkıya inanıyorlar. Zaten şehrin
Yunanlılara tek kurşun sıkmadan tesliminin yapıldığı günde Demetrius Yortusu
‘nun olduğu günmüş.
Buradan Dimitrius Caddesi boyunca doğuya
doğru epeyce bir yürüyün.Çok önemli bir yere gidiyoruz beraber. Bulamazsanız
bir dükkana girin ve Türk elçiliğini sorun. Orta yaş üstündeki insanlar,
özellikle de yaşlılar içinde Türkçe bilen, anlayan çok insana rastlayacaksınız.
Köşede, eski tip, iki katlı bir Türk evi
göreceksiniz. Pembemsi ama koyu bir tonda. Çok değil, yüz sene önce tamamen
Türk olan bir mahalledeki sıradan evlerde yaşayan sıradan bir ailenin evi bu.
Bu evde doğan çocuklardan biri ise gayet sıra dışı biri,Mustafa Kemal Atatürk.
Yöreden bahsedelim hemen. Burası bir Türk
mahallesi. 1917 yangını burayı da dümdüz etmiş ve şehrin Türk özellikleri
silinmiş. Tıpkı bir yangının Saraybosna ‘da, Belgradda, Podgoriçada aynı şeyi
yaptığı gibi. Evin kalıntılarını bir Rum alır. Yunanlılar ise bir jest olarak
Türkiyeye hediye eder. Zaten günümüzde Türk elçiliğinin bahçesinde yer almakta.
İçi standart bir Türk evi. Mustafa Kemal ‘in
ailesi biraz varsıl sayılacak düzeyde bile olsa Zübeyde Hanım ‘ın altı
çocuğunun sadece ikisinin yaşamını sürdürebilmiş olması imparatorluğun en
gelişmiş şehirlerinin birindeki durum hakkında kafanızda bir fikir
uyandırmıştır sanırım. İmparatorluğun durumu pek iyi değildir anlayacağınız.
Elçiliğin kapısını çalmanız gerekiyor
gezebilmek için. Grupla gelirseniz sorun yokta, öğle saatlerinde gelirseniz
alışılageldik Türk elçiliği konukseverliği ile “neden geldin be kardeşim”
moduyla da olsa kapı açılacak ve size verilecek bir mihmandar rehberliğinde ev
size gezdirilecektir.
Günümüzde sergilenen eşyalar Dolmabahçeden ve
Topkapı sarayından getirilmiş. Atatürk ‘ün Şahsi eşyaları da sergilenmekte.
Küçük bahçesine çıkıp soluklanın ve küçük,
sarı saçlı, yaramaz bir çocuğun koşuşturduğunu düşleyin. Hayal gibi. Ama o
günlerden canlı bir hatıra var bahçede. Ali Rıza Efendi ‘nin kendi elleriyle
ektiği nar ağacıdır bu şahit. Selanik ‘in Türk günlerini de bilir, Mustafa
Kemal ‘in çocukluğunu, ailesinin ve kendisinin acılarını ve mutluluklarını da.
Yangını da, işgali de, katliamı da görmüştür. Belki de Selanikteki son Türk
toprağında, hüzünle göğe uzanıyordur dalları. Kim bilir.
Atatürk ‘ün evinin civarında çok leziz
börekler üreten, hesaplı, küçük ama salaş dükkanlar var. Ayrıca çok sayıda Türk
turist geldiği için çevresinde hediyelik eşya satan dükkan sayısı da azımsanmayacak
kadar çok. Fiyatları da makul sayılabilir.
Zorlu bir yürüyüşle yada otobüsle Ana Poil
yada bizim deyimimizle “Yedi Kule” ye çıkın. Buradan şehri panoramik olarak
göreceksiniz. Bizans dönemi bir kale olan Yedi Kule Osmanlı döneminde
berkitilir. Hem garnizon burada barınır hem de ilerleyen dönemlerde şehir
hapishanesi olur. Bu kısım eski kent olarak geçiyor ve yangının ulaşamadığı bir
yer olduğu için Arnavut kaldırımı yolların iki yanı tıpkı Cumalıkızık gibi eski
Türk evleri ile çevrili.
Ara sokaklarda pek çok şey var. Zamanla
haritayı daha da detaylandıracağım. Elbette ki bu yazı da değişim geçirecek bu
süreçte. Rota doğrultusunda yürürken pek çok Bizans dönemi kilise göreceksiniz.
Ermou ve Tsimiski Caddelerindeki art neuveau binalara bayılacaksınız. Çok
sayıda Osmanlı hamamı ve cami kalıntısını aşacaksınız. Resmi binaların çoğu
zaten Abdülhamit döneminden. Tıpkı bu şehre kadar uzanan tüm demiryolu ağı
gibi. Zaten Selanik Tren Garı Mimar Kemalettin ‘in elinden çıkma. Mimar
Kemalettin kim diye sormayın. Cebinizden yada cüzdanınızdan bir 20 TL çıkarıp
resme bakın. Öğrendiniz.
Selanik sizi bekliyor…
Kavala
Dedeağaç-Gümülcine-İskeçe üçlüsünden sonra yolunuza Kavala çıkar.
Kavala belediyesinin güzel bir internet sitesi var ama bize karşı oldukça
önyargılı ve agresif.1361-1913 arasını Türk işgali olarak tanımlamaktalar. Bunca
yıl içerisinde tek bir isyanın çıkmamasını neye bağladıklarını çözebilmiş
değilim. Baskın olan Türk nüfusunun şu an nerede olduğu yada Türk yapılarının
akıbetinden de bahseden yok.
Kavala
isminin kökeni için mantıklı bir açıklama yok. İtalyanca atlı anlamına gelen
“cavalo” bir olasılık. Wikipedia ‘ya göre ise şehrin –bir zamanlar- kalabalık
Yahudi nüfusu Kabala kelimesinden türetmiş.
İskeçe ile Kavala arasında Türklerin Karasu dediği Nestos nehri
var. Rafting yapıldığından vb bahsedilmekte nehirde. Nehir bizler için önemli.
Yine bir rivayete göre karasu Türk-Yunan sınırını oluşturacakken Lozanda Türk
kafilesi katakulliye getirilip sınırın Meriç olarak çizildiği söylenmekte.
Tabii ki safsata. Ama gezerken kulağınıza çalınabilir.
Yol üzerinde, bir zamanlar Türk kesiminden aşağıya kanlar akan bir
Kıbrıs haritası yer alan bir levha vardı. Tayyip Erdoğan geçecek diye
kaldırmışlardı fakat tekrar yerine koymuşlar. Şehrin meydanında İstanbulu
gösteren yön levhasının sarı zemine siyah harflerle Konstantinopolis yazılı ve
bir Bizans kartalı ile birlikte gösterildiğini de eklemek gerek .
Kavalayı kıyısında palmiyeler olan bir Marmaris olarak gözünüzde
canlandırabilirsiniz. Kıyıda oldukça sarp bir tepenin üzerinde yer alan Kavala
kalesi bulunmakta. Kaleye giden daracık yolun üzerinde Kavalalı Mehmet Ali paşa
sarayı ve cumbalı Türk evleri var. Kaleye girişin cüzi bir ücrete tabi olduğunu
hatırlatayım. Kale, şehre oldukça hakim olduğundan harika bir manzarası
var.İnsan saatlerce orada kalıp fotoğraf çekebilir. Kale ortasında şu an saçma
sapan sergiler yapılan tahminime göre eskiden cephanelik olan bir yer var. Bu
gezide en mantıklı hareket araba vb yi park edip (park Yunanistanda en büyük
sorun, özellikle selanikte bunu daha net göreceksiniz) yürüyerek kaleye çıkmak.
Yoksa arabayla kaleye çıkmak tam bir işkence. Hem etrafı göremiyorsunuz hem de
karşıdan gelen bir arabanın şoförüyle münakaşa edebiliyorsunuz. (Yunanlılar
oldukça gürültücü böyle durumlarda, ama iş fiziki mücadeleye varmıyor.)
Kaleden şehre doğru baktığınızda ince, zarif bir su kemeri
görüyorsunuz. Ama ufak bir yapı. Kanuni döneminde şehrin ekonomik ölçüde
geliştiği görülünce inşa ettirilmiş. Tepelerde Bizans dönemi manastırlar
mevcut. Freskoları ile övünülse de pekte bakımlı oldukları söylenemez. Osmanlı
özellikle 2.Bayezıd döneminde İstanbuldaki kiliseleri camiye çevirirken
buradakilere dokunmamış. Halbuki İstanbuldaki rum nüfusu o dönemde buradaki rum
nüfusundan defalarca fazla iken. Osmanlının akıl almaz, tutarsız işleri.
Kavala tarihine bakarsak şehri Taşoz adasından gelen yerleşimciler
kurmuş. Konstantin Egnatia yolu üzerindeki şehrin etrafını surlarla çevirtmiş.Kale
için Venedik yapısı denilse de daha önceden Bizans yada Roma yapısı bir kale
olması muhtemel. (Bu benim şahsi fikrim, egede her sahilde kale yapan zihniyet
Kavala gibi bir limanda neden yapmamış olsun ki) Tabii ki Trakyadaki tüm Bizans
şehirleri gibi 4.haçlı seferlerinde yakılmış,yıkılmış ve halkı çoluk çocuk
katledilmiş.
Neyse bizimkiler şehri alınca surları yıktırmış ama kaleyi
berkitmeyi ihmal etmemiş. Kalede az asker bırakıldığını gören Venedikliler
şehri ele geçirmiş. Osmanlının yanıtı bu kez sert olmuş.15,000 süvari ve çok
sayıda piyadeyle şehri yirmi günlük bir kuşatmadan sonra tekrar ele geçirmiş. Sürenin
bu kadar uzun olmasının nedeni kalenin konumu. Ben olsaydım yeniçeriler ile
saldırırdım. Kaleye atlılarla saldırmak çılgınlık, büyük bir cesaret
gerektirmekte. Şehir Kanuni zamanında oldukça büyümüş ve son sur kalıntıları da
bu dönemde yıktırılmış. Selanik ‘in büyük bir ticaret merkezi olması nedeniyle
zenginlik ve refah buraya da yansımış.
Günümüzde sakin bir yerleşim. Sahilinde güzel
mekanlar var. Buralarda hesaplı bir şekilde taze balıkta yiyebilir, bir şeyler
atıştırıp vakit geçirebilirsiniz de.
Şehirde bir de arkeoloji müzesi mevcut.
Şehirde güzel plajlar var.Varış saatimiz itibariyle pek gezemedim
ve sahillerini inceleyemedim. Uzaktan gördüğüm kadarıyla oldukça güzel
kumsallar varsa da denizinin oldukça yosunlu ve derin olduğu söylenmekte.
Kurabiyeleriyle meşhur şehrin hemen karşısında feribotla yarım
saatte ulaşılabilen Taşoz adası var.
İskeçe
Kavaladan Türk sınırına doğru ilerlerken bir
ırmağı aşarsınız. Yunanlılar Nestos, Türkler ise Karasu derler adına. Yerel bir
rivayete göre aslında Lozanda sınırlar çizilecekken Türk – Yunan sınırı bu
olacaktır ama bir katakulli ile Meriç ‘e çekilir. Elbette bunun aslı yoktur ama
inananı da az değildir.
Az sonra bir Türk kenti olan İskeçeye ulaşırsınız. Osmanlı dönemindeki
merkezi Yenice ‘dir. Bir de Eskice diye bir yerleşim daha vardır bitişikte. Tütüncülüğü
ve doğasıyla meşhurdur. Bir yangın Yeniceyi yakar ve merkez Eskice ‘ye taşınır.
Eskice zamanla İskeçe ‘ye dönüşür halkın ağzında. Yunanlılar son noktayı vurur,
Xanthi olur şehrin adı.
1371 ‘de Türk hakimiyetine geçer. Tüm Batı
Trakyada olduğu gibi Konya ve Karaman kökenli Türklerin iskanıyla nüfus
Türkleşmeye başlar. Tütüncülük ile büyür de büyür. Osmanlı sarayının yazlık
sayfiyelerinden biridir. Abdülhamit sürgününün bir dönemini bu şehirde geçirir.
Kim bilir kaç kez geldim bu şehre. Genelde
kışın ve pazarına. Çok soğuktur. Ayazı buz keser insanı. Benim gibi 12-13
derecede bile terleyen adamı titretir, serseme çevirir geldiğine pişman eder. Elbetteki
bunun nedeni şehrin sırtını yasladığı ormanlarla kaplı Rodop Dağlarıdır.
Otobüs durağından az biraz ilerler saat
kulesinin olduğu ana meydana ulaşırsınız. Elbetteki Abdülhamit döneminin
ürünüdür saat kulesi. Meydanın etrafında bir şeyler yiyip içeceğiniz türlü
türlü mekan bulunur.
Yokuşa yürür de eski kente girerseniz
Balkanlardaki hatta yeryüzündeki en iyi korunmuş Türk mahallerinden birisine
ulaşırsınız. 1850 ‘lerden sonra tütüne bulaşan herkesin bir evi vardır burada.
Şehrin eski bir konaktan bozma etnografya müzesi de buradadır.
Buradaki en güzel işlerden biri her bir
tarihi eve çakılı olan ve o evin kısa tarihçesini anlatan levhalar. O
levhalardaki isimlerden şehrin ticaret hayatının neredeyse imparatorluğun
tamamı gibi gayrimüslüm unsurların elinde olduğunu anlıyorsunuz.
Şehir merkezine dönerken de genelde depo
benzeri aynı tarz yapılar ve art neuveau binalar vardır. Türk nüfusu
Gümülcinedekilerden oldukça farklı bir görünümdedir.
Şubat ayı sonunda bir festivali olur.
Anlatacak şeyi az ama görecek yeri çok olan
sevimli bir yerleşimdir.
İskeçeden bizim sınıra doğru ilerlerken İskeçe
– Gümülcine yolunu henüz yarılamışken güneye uzanan yol Yunanistan ‘ın doğal
alanlarından ilginç bir tanesine ev sahipliği yapar. Vistonida Gölü denilen bu
sulak alanlar kuş gözlemi ve balıkçılık için idealdir. Uçsuz bucaksızmışcasına
denize uzanan bu yerin kış manzarası harikadır. Kuzeyde tepeleri karla kaplı
olarak uzanan, Balkanların Rodop kolu donuk maviliğin altında pürüzsüzce
yayılan sulak alan ile karışır. Özellikle gün batarken sakin havalarda tozlu
bir pembe kaplar göğü.
Gölün kıyısındaki iki küçük adacığın üzerinde
Aya Nikolaos Kilisesi ve Pantanassa Şapeli yer alır. Kıyıyla bağlantısı uzunca
ama dar bir tahta iskeleden ibaret olan Aya Nikolaos Kilisesi arka planında yer
alan harika seyirlik görüşünün yanı sıra arada sırada mucizeleriyle de gündeme
gelir. Nikolaos zaten çocukların da azizidir.
Son mucizesi Yunanistan ‘ın en ilginç
vakalarından birisidir. Kıbrısta kanserden ölüp gömülen dokuz yaşında bir kızın
bir süre sonra bir rahibenin elini tutarak tahta yoldan geçip şapele girdiği
görülmüştür ama daha sonra girenler ne kızı ne rahibeyi ne kadar ararlarsa
arasınlar görememişlerdir. Rahibenin Meryem Ana ‘nın kendisi olduğu kabul
edilir kimilerince. Zaten Panagia Yunan dilinde Meryem Ana demektir. Mantıklı
açıklaması elbette yoktur. Bence olması da gerekmiyor. Bazı şeyler gerçekten de
biz sıradan insanların anlayabileceğinin çok ötesinde.
Kıyıya indiğinizde ise haftasonları kalabalık
ve eğlenceli bir pazarın bulunduğu yerleşim bölgesine ulaşılır. Pazarında türlü
şey satılır ve her ne hikmetse AB normlarına uymayan Çin üretimi mamullerdir
ekseriyetle.
Onun dışında büyük bir balıkçı barınağıdır.
Bir zamanlar işlek bir ticari liman iken günümüzde kerhen yer alıyormuş gibi
görünen gümrük binası yerleşimin geçmişle olan son bağıdır.
Bir iki küçük restoran vardır. Uğranılabilir.
Ama yazın plaj atraksiyonu bir daha doğuda
kalan Fanari bölgesinin uzun ve canlı kumsallarında gerçekleştirilebilir. Gençlerin
takılabileceği büfeler, kafeteryalar had safhadadır. Kimse kimseye
karışmaksızın keyfine bakar. Tıpkı bizim Dalyan gibi bir tarafı deniz bir
tarafı yüzülmeyen ama balık tutulan göletler şeklinde uzanır gider.
Denizde kıyısı gibi ince kumludur ve boyunuzu
aşabilmeniz için epeyce açılmanız gerekir. Yemek işini çözümleyebilmeniz için
yol boyunca pek çok karavandan bozma satıcıya da denk gelirsiniz. Genelde
fiyatlar makuldur.
Gümülcine
Bir sonraki durak bölgenin başkenti Gümülcine. Aslında bir
zamanlar iki kere kurulmuş Batı Trakya Türk Cumhuriyetinin de başkenti olan bu
kente Yunanlılar Komotini demekteyse de yaşlı Rumlar bile köylerin halen Türkçe
adını kullanmakta. Türk nüfus ağırlıklı bir yerleşim burası. Türkler yaka ve
ova olarak iki parça adlandırmakta. Ova köyleri pamuk,yaka tütün,kiraz vb ile
geçim sağlamakta. Köylerdeki Türkler feraceli vb de olsa bu geleneksel bir
kıyafet. Yobazlıkla bir ilgisi yok. (Bazı zihniyet buralara da el atmaya
başlamış)
2.yy da Mosynopolis olarak kurulmuş. Şu an şehrin on km kadar
kuzeyinde devrin en büyük yerleşimi olan Maximianopolis ‘in hemen ardından en
büyük ikinci şehir haline gelmiş. İlginçtir, Maximianopolis günümüzde tütün
tarlalarının arasında yitip gitmiş, belli belirsiz bir kahverengi levhanın
işaret ettiği, benim bile köpek vb çıkarda önüne katar kovalar diye girmediğim
bir yerde duruyor.
1321’de Koumutzina ismi ilk kez kullanılmış. Bunu bizimkiler
Gümülcine olarak kullanmış, günümüz Yunanlıları ise daha da bozarak Komotini
yapıvermişler.
Draçla İstanbul arasındaki ana yolda olmasının yanı sıra Nimfea
denilen yerdeki bir geçitten Filipe ve Stara Zagora ‘ya ulaşan ticari bir yola
sahip olduğu için çok hızla büyümüş. Hatta günümüzde bu geçidin orada yapılan
bir yol Bulgaristan ve Yunanistanı birbiri ile bağladı. Ama gümrüğü açmamakta
direndikleri için bir şey değişmedi haliyle.
Her büyüyen şehir gibi başı dertten kurtulmamış. Haçlılar olsun,
Bulgar çarı meşhur Kaloyan olsun şehrin tek sıradan ibaret surlarının ardına
geçip dönemin geleneksel yağma ve katliam işlevlerini yerine getirmiş. Hatta
şehrin hemen dışında Bulgar ordusu Latin ordusunu ezip yoluna devam etmiş.
Bölgenin fethi Türklerce 1400’ lere varmadan tamamlandığı için yöredeki
yapılaşma kuruluş döneminden izler taşımakta. Misalen,camilerin hepsi standart
beylikler dönemi yapılarını andırmakta, yani, İstanbuldaki gibi Aya sofyaya
karşı yapılan Ayasofyacıklardan burada yok.
Dediğim gibi iki kez kısa süreli bir bağımsızlık macerası yaşamış.
İttihatçıların gerçekten muhteşem organizasyon yeteneği, posta, basın, eğitim,
diplomasi ve 30,000 kişilik bir orduyu tamamen bağımsız ve kendi kaynakları ile
ortaya çıkarmış. Köylülerden oluşan ordunun 1878 savaşı sırasındaki yerel
mücadelede Rus destekli Bulgar ordusunu maymuna çevirdiği yörenin az bilinen
gerçeklerinden.
1913 yılında kurulan cumhuriyeti ilk tanıyanların arasında sıkı
durum Yunanlılarda var. Hatta çok derin ittifak talepleri ile gelmiş Yunan
delegasyonu Gümülcineye. Fakat diplomasi ve İstanbul ‘un basiretsizliği
Gümülcine hükümetinin düşmesine neden olmuş. Ardından yapılan seçimde ise 7-6
Yunanistana bağlanma kararı çıkmış. Rivayete göre 7 kişilik Türk heyetinden
Yunanistana bağlanma kararı veren zat ve günümüze kadar ulaşan türevleri halen
Yunan hükümetleri tarafından kollanır ve korunur durumdaymış.
Balkan savaşlarında Bulgar girmiş. İkinci Dünya Savaşında da
benzeri bir durum yaşanmış. Halen yaşlılar içinde Nazi askerlerini anlatan bir
iki kişi var. Almanların sistematik ilerleyişi, her alışverişlerini nakit
yapmaları ve en önemlisi bir gecede Tüm Yahudileri teker teker, ev ev toplayıp
toplama kamplarına sevkettirdiği unutulmayanlar arasında. Bakmayın merkezdeki
parkın girişinde bu Yahudi cemaati için kolpadan bir “Soykırım” anıtının
olduğuna. Yahudilerin adreslerini kim vermiş onu açıklamalı Yunan hükümeti yada
kilisesi.
Buradaki Türkler cunta döneminde çok çekmişler. Gerçi
Yunanistandaki herkes istisnasız çok çekmiş o dönemlerde ama Türkler, Türk
oldukları için biraz daha çekmişler diğerlerine oranla. Tarlalarına gidipte bir
daha dönemeyen çok kişinin hikayesi gizlidir. Hatta, Batı Trakyalı gençlerin
biraz vurdumduymaz vb olmasının bir nedeni de bu dönemlerde çok çeken
ebeveynlerin çocuklarına aşırı düşkünlüğü ve bu acıları onların yaşamaması için
yaptıkları fedakarlıklardır.
Türkiye insanı pek bilmez Yunanistandaki Türkleri. Zaten
bilenlerde rahmetli Sadık Ahmet sayesinde duymuştur adını. Batı Trakya
Türklerini örgütleyen, Yunan seçim sistemi ile dalga geçerek meclise girince
Yunanistan seçim barajı uygulamasına gitmek zorunda kaldı. Yunan hükümetine
göre Batı Trakya Türklerinin aslında Türk değil de Müslümanlaştırılmış zavallı
Yunanlılar olduğu tezini yerle bir ediverdi. Sadece tek bir çağrısı köylerdeki
Türkleri merkeze indirmeye yetti. Şaibeli bir trafik kazası ile öldü. Neden
şaibeli derseniz, ölümüne sahip olan şoför “Sadık Ahmet ‘i öldürdüm” diyerek
teslim olur. Kazanın olduğu yeri bende
gördüm. Öyle pekte kazayla iki aracın çarpışacağı bir yer değil. Gerçi Türk
cemaatinin içinde de Sadık Ahmet ‘in gözleri kötü görürdü, çok kaza yapardı
diyenler var ama onlar her konuda Yunan düşüncelerini destekledikleri için
olaylara ne kadar tarafsız yaklaşırsam yaklaşayım onların tarafsızlıkları
konusunda pek emin olamıyorum.
Önce Gümülcine içinden bahsederek başlayacağım. Şehrin katedrali
diyebileceğim Bizans stili 1976 yapımı güzelce bir kilise var. Önündeki alanda
Trakyanın Türklerden alınmasına önemli katkıları olan metropolitin bir heykeli bulunmakta.
6 Ocakta yortu olduğu için kilise bayraklar vb ile süslenmişti.Parkın önünde
halkın kılıç dediği ama ne olduğunu, neden dikildiğini kimsenin bilmediği bir
kılıç heykeli var. Kılıcın tipi gladyoyu andırmakta. 2.Dünya Savaşındaki
kayıpların anısına dikilmiş bir anıt gerçekte. Genelde şehir ile ilgili yer
anlatımlarında burası tarif edilerek yapılıyor. Benim tercihim katedral mantığı.
Kılıca göre tarif edersek yinede sol omzunuza göre, parkın yanında yunan haçı
stilinde yapılmış beyaz bir kilise daha var. Yine sol omzunuz doğrultusunda
ilerlerseniz tanımış markaların satışının yapıldığı mağazalar sıralanmakta. Avro
bazında bizim fiyatlara eşit yada az bir fark var. Ama birim gelire
orantılarsanız ortalama Yunanlı ortalama Türke göre daha ucuza adidas
giyebilmekte.
Bu yolda giderken hemen sağda bir ermeni kilisesine denk
geleceksiniz. Osmanlı döneminde inşa edilmiş bu yapı azda olsa kubbe kısmında Ermeni
mimarisinin etkilerini yansıtmakta. Ardından ara sokaklara girdiğinizde gene
güzel bir Bizans tarzı kilise ile karşılaşıyorsunuz. Yapıdan ayrı bir çan
kulesi daha var. Oldukça yüksek olan kulenin manzarasının da oldukça iyi olduğuna
inandığım için tırmanmayı düşündüm ama yetkili birini bulamadığım için cesaret
edemedim. Burada yorum yapmadan duramayacağım.1250 ila 1850 yılları arasında bu
mimari ile yapılmış bir kilise İstanbulda bile yok. Hatta patrikhanenin
içerisindeki Aya Yorgi kilisesi bile bu tarzda değil. Fakat yunan
milliyetçiliğinin yükselişi, diplomatik başarılarla topraklarının genişlemesi
sürecinde Türk hakimiyetindeki alanlarda bile bu tarz mimari söz konusu olmuş. Bundan
alınacak dersler var. Uyanık olmazsan başına gelene katlanmak zorunda
kalıyorsun.
Ara sokaklardan platiaya gidene dek bir sokakta eski Türk evlerini
görebilme şansınız oluyor. Zaten bu evlerden biri folklör ve etnografya müzesi
gibi bir yer halihazırda. Ayrıca aynı yol üzerinde Heybeliadadaki eski rum
evlerini andıran yapılarda çıkmıyor değil. Ara sokaklar sizi her mahallenin
küçük meydanlarına çıkartmakta. Platia şehrin meydanı ve anladığım kadarıyla
gece hayatına başlamak için buluşulan nokta. Aslında kılıcında tam karşısında
kalıyor.
Platiadan yukarı doğru yürürseniz Pontus kilisesi ve manastırının
yanında eski surlardan kalanları görebiliyorsunuz. Surlar burada da oldukça
kalın. İç taraf otopark olarak kullanılmakta. Eğer düz devam ederseniz güzel,
kagir, Osmanlı döneminden kalmış olması muhtemel bir yapı sizi karşılayacak. Özellikle
bu civarda güzel binalar oldukça çok.
Öte yandan çarşı tipik bir Anadolu kasabasının çarşısı gibi. Hiç
yabancılık çekmiyorsunuz.Tahminen merkezdeki caminin vakfiyesi. Zaten saat
kulesi, günümüzde var olmayan hamam caminin vakfiyesindeymiş. Yönetim, saat
kulesini sular idaresine bağlamış. Cami çok çok güzel değilse de manevi açıdan
duygular uyandırmakta. Elbetteki bakıma çok ihtiyacı var.
Gümülcine büyüyen bir şehir. Özellikle üniversitenin de
açılmasıyla inşaat sektörü şahlanmış. Emlak fiyatlarının çok yüksek olduğundan
yakınılmakta. Ayrıca gecelerin daha da hızlanmasına aracılık etmiş.
Kasaba içerisindeki Türkler küçük esnaf durumunda. Zaten Selanik’e
değin ciddi bir sanayiden söz etme
imkanımız yok. Kasabadaki Türkler içinde Yunanca konuşabilme olayı köydekilere
oranla kat be kat fazla. Yaka köylerinde nüfus tütün ve kirazdan, ova köyleri
ise pamukçuluktan ağırlıklı olarak gelir kazanmakta. Her ne kadar yıl be yıl
gelirin düşmesinden, primlerin azalmasından yakınsalar da ciddi bir değişikliğe
yönelik bir hareket yapılmamakta. Bunda yaşlıların yeniliklere karşı
önyargıları ve kaygılarının yanı sıra genç kuşakların geleceğe yönelik herhangi
bir planının olmamasının da payı büyük. Özellikle tütün inanılmaz derece angaryası
olan bir iş.
Köylerde evler duvarlarla çevrili avlularda yer alan bir iki katlı
hanelerden müteşekkil. Pek çok avlu birbirine bitişik ve küçük kapılarla
bağlantı kurulan bir yapıda. İkiden fazla kat yok, zaten birkaç yıl öncesine
değin kat çıkarmak, çatı aktarmak, köpek kulübesi, tandır vb yapmak izin
gerektirmekte ve zorlu bürokratik prosedürlere sahipti. (Babamın böyle bir
ortamda sakin kalabileceğini hiç sanmıyorum, düşünün adam adadaki gibi
bahçesine havuz yapacak ve hükümette o Japon balıklarının, nilüferlerin üzerine
beton dökecek). Öte yandan rum köyleri ise sokak dizaynı açısından daha
düzenli. Kimi evler amerikan filmlerindeki gibi önlerinde sundurmaları, çim
alanlarıyla göz okşamakta.
Gezim açısından Gümülcine merkezi taş çatlasın 3-4 saat sürebilir.
Daha önceden de defalarca belirttiğim gibi gecelerin çok hızlı olduğu. Camiler,
saat kulesi, birkaç Türk evi dışında bir şey kalmamış gibi görünse de 19.yy
Osmanlı yapıları hala ayakta. Örneğin, askeriyedeki iki büyük bina Osmanlıdan. Pek
bilindiğini sanmıyorum. Yöredeki ilk cami olan, Evrenos Gaziye ait cami adına
yakışır şekilde zamanla savaşıyor. 2003’te Selçuklulara ait bir mezartaşı
tahrip edildi. Bu tarih adına çok acı. Ama daha da acı olan Türkiyeden tek bir
tarihçi bile ilgi göstermedi. Kim bilir tarih nasıl tezahür etti.
Yörede Maronya diye bir yer var. Sanırım yarım gün alabilecek bir
alan Yakada, Rodop dağlarının yamacında Susurköy civarlarında Bizans döneminden
kalan birde köprü mevcut. İskeçe ‘ye doğru eski bir Bizans yerleşiminden
bahsediliyor. Tabii tüm bu yerler ancak hususi arabayla ulaşılacak yerler. Ben
bisiklet ile gideceğim.
Ayrıca Balkanlar yazında kışında insanı çağırmakta. Tepelerin ardı
Bulgaristan. Her gittiğimde tepelerine çıkmak istediğim; kışın kurt çıkar, yazın
jandarma vb çıkar diye engellendiğim zirveler. Elbette çıkacağım Tatar inadını
ne durdurmuş ki.
Geçtiğimiz yazlardan birinde tepedeki köylerden birine gitmiştik. Hakkında
muhtelif rivayetleri olan bir mağara var. Mağaranın bir ucunun sınırın öteki
yakasına, Bulgaristana ulaştığı ve kaçakçıların kullandığı denilirken, içine
giren ve oldukça ilerleyen birisinin çıktığında dilinin tutulup saçlarının
beyazladığı anlatılmakta. İçinden buz gibi bir su akan mağaranın içine girdim. Aşırı
bir rutubet ve küf kokusu var. Ekipman ile biraz ilerleyebilirim sanıyorum.
Mağaranın olduğu yerin gidişi de dönüşü de Camel Trophy adeta. Yakınlarında
birkaç haneden oluşan izbe bir köy bulunmakta. Mağara yakınlarında da birkaç
metruk ev yer almakta.
Gümülcine ‘nin çevresi
Gümülcinede kalıyorsanız vakit geçirmek için
çeşitli atraksiyonlar yaratabilirsiniz.
Fenari ‘den bahsetmiştik. Yaz sezonunda
olmazsa olmazlar arasında yer alır.
Otobandan değilde “yaka ” denilen Türk
köylerinin arasından geçen eski yolu takip ederseniz Türk köylerine uğrama
şansınız olur. Susurköy ‘ün biraz ötesinde eski bir Bizans köprüsü vardır.
Zaten Gümülcine ‘den Selanik ‘e den uzanan yol mağaraları, pek bir şeyi
kalmamış eski kentleri ve manastırları işaret eden oklarla bezelidir.
Bununla beraber Rodoplarda da çok sayıda
yürüyüş ve tırmanış rotası vardır. Eğer gençlerden tanıdıklarınız varsa Gürlek
denen yere ve oradaki mağaraya ulaşma şansınız da olabilir. Yolculuk gerçek bir
işkence yada eğlencedir bakış açınıza göre. Toprak yollar şiddetli yağmurlarla
yarılmıştır pek çok yerde. İlerleyemeyeceğinizi düşündüğünüz de olur
vardığınızda nasıl döneceğinizi de.
Tüm gençleri çalışmak için yurtdışına giden
Gürlek ‘te çok sayıda ev çoktan harabeye dönmüştür. Mağaranın önünde gençler
mangal yaparlar ama fazlaca mağaraya girmezler. Bir ucunun Bulgaristan ‘a
açıldığı söylentisi bir zamanlar giren gençlerin çıkmadığı, kurtulan tek gencin
ise dilinin tutulduğu, saçlarını beyazlayıp delirdiği rivayeti ile
süslenmiştir. İşin ilginci Bulgar tarafında da buna benzer rivayetleri olan
mağaralar vardır ve düşen melekler efsanesi ile iş çığırından çıkarılmıştır.
Bir keresinde elimde ekipman olmaksızın
şansımı denedim. Girişin hemen üç – dört metre ötesinde mağara alçalıyor ve
daha alçak ve zeminle bütünleşik bir yarığa denk geliniyor. Rutubet kokusu da
cabası. Gelmişken ilerleyim dediğimde yarığa kafamı vurdum ve ekipmansız
karanlıkta gitmenin ahmaklığa ilk adım olduğu kararına vardım ve geri döndüm.
İşin acı yanı eğer buraya dek yanınızda
yaşlılardan birisi varsa onun anlattıklarını dinlemek olacaktır. Eskinin
kaybolan adetleri, Yunan hükümeti tarafından yok edilen köyler. Köylerden
geriye kalan boş araziler işaretlenmiş ve Yunan tankçı ve topçusuna hedef
olmuştur çoktan. İnsanın çocukluğunun geçtiği sokakların, ataların gömüldüğü
mezarların hiçbir iz kalmaksızın yok edilmiş olması anlatılabilir bir şey
olmasa gerek.
Bir başka atraksiyonumuz Nimfea ‘dır. Bir
zamanlar Bizansa ait bir kale varmış. Gece geldiğim için görebilmiş değilim ama
günümüzde şık bir restoran tepeden tüm Gümülcine ovasını görebilmenizi sağlar.
Yine buraya çıkan yolunda virajlarla bezeli olduğunu söylememe gerek yok
sanırım.
Türkiye sınırına doğru giderken solda,
ilerilerde büyükçe bir kayalık göreceksiniz. Burası da Petrion denilen yerdir
ve tam tepesinde yer alan kilisesinin oradan gördüğünüz manzarası dışında bir
numarası yoktur. Gene de treking için ideal bir yerdir ve zaten Maronia ‘ya
doğru gidiyorsanız bir durup bakmakta fayda vardır.
Maronia bölgenin en büyük tarihi merkezidir
ve gerçekten de eğlenebileceğiniz atraksiyonlar sunar. Bir zamanların bu önemli
antik limanına ev sahipliği yapan şehrin küçük antik alanı görmeye değer.
Bununla beraber sahili beni hayal kırıklığına uğrattı. Deniz kıyısı çakıllık,
fırtına nedeniyle giremedim. Ama, özelikle karavanla gezegenler için güzel bir
kamp alanı var ve gördüğüm en güzel ve temiz seyyar tuvalette burada yer
almakta.
Burada güzel sahiller sadece Maronia ile
sınırlı değil elbette. Etrafta güzel pek çok plaj var. Hep dediğim gibi genelde
gençler tarafından tercih ediliyorlar ve ne satıcılar ne de başkaları
tarafından rahatsız edilmeniz, kazıklanmanız mümkün değil.
Son olarak Feres olarak geçen ve bizim
Ferecik dediğimiz köy irisi yerleşim de uğranması gereken yerlerden. Balkanlardaki
ilk sultan camisi günümüzde kiliseye çevrilmiş şekilde varlığını sürdürüyor.
Arada, hatta otobanın yakınında bile su kemerlerinden kalanlar dikkatli gözlere
kendini ele vermekte. Dedeağaç ‘a giderken bir uğranılması gerekir diye
düşünüyorum.
Dedeağaç
Benim ilgimi hiç çekmeyen ama son zamanlarda
Türk turistlerce keşfedilen ve gözde bir mekana dönüşen bir yerleşim olan
Dedeağaç aslında yörenin en genç şehri. Yunanlılarca Alexandropolis denilen
yerleşim 1900’lü yıllarda tütüncülerle iş birliği yapan tren kumpanyasınca
kurulmuş denilebilir. Yunan yönetimi gelince ismi de bu oluvermiş.
Güzelce, İstanbulla kıyaslandığında hesaplı
bir şekilde deniz mahsulleri yenilebilen restoranlara ev sahipliği yapan uzun
bir sahile sahip. Semadirek ve diğer Yunan adalarına da giden feribotlar
buradan kalkıyor ve özellikle metronun otobüsleri İstanbul yolunda buraya girip
bir iki kişiyi topluyor.
Ayrıca küçük bir kumsalı ve hemen bu kumsalın
ardında yer alan bir kamping alanı var.
Tarihi nesi var derseniz çalıştığını hiç
görmediğim deniz feneri kıyıda kendini göstermekte. Zaten şehrin simgesi de bu.
Ara sokaklarda da pek bir numarası yok. Ama
gene de güzel ve hesaplı restoranlar arada da görülebilmekte.
0 Yorumlar
Yorumlarınız