Gün 6
Petersburg'ta son gün. Bir günümüz daha olsaydı Peterhof ‘a da gidebilirdik ama bugün gene dolu dolu bir gün olacak ve Petersburg bitecek. Neyse ki gece erken yatabildik ve böylelikle de gereken dinçliğe kavuşabildik.
Pırıl pırıl bir gün. Sanki, dün yağmur hiç yağmamış. Ana
yola çıkıyoruz. Vosstaniya Metrosu'nun oradan Nevski Caddesi üzerinden aşağıya
yürüyoruz.
Defalarca dediğim gibi bu cadde şehrin ana caddesi. Bu cadde nehirler tarafından kesiliyor ve bu nehirleri takip ettiğinizde birbirinden güzel cadde ve yapılara ulaşıyorsunuz. Petersburg kuruluşunda derin bir İtalyan etkisiyle şekillenmişse de günümüz caddelerini art neuveau binalar çevrelemiş durumda. Balkonları sırtlamış Atlaslar, türlü melek ve çocuk başları… Her hangi bir kiliseye yada saraya girmeksizin- hermitaj olmazsa olmaz- sadece caddeleri turlayıp binalara baksanız yeter bu şehirde.
Fontanka Nehri'ne dek ilerliyoruz bu belirttiğim görüntülerin eşliğinde. Buradaki köprü romanlarda da bahsedilen Aniçkov Köprüsü. Köprü Fontanka üzerindeki en eski ve en meşhur köprü. 1700 ‘lü yıllarda inşaatını yapan mimar Aniçkov ‘un adı ile anılıyor. Gerçi bu köprüden günümüze adı dışında bir şey kalmadıysa da her bir başındaki, toplam dört bronz atlı heykeli köprüye hava veriyor.
Köprüyü geçtiğinizde soldaki ilk yapı Aniçkov Sarayı. Onun
yanında Aleksandır Tiyatrosu var. Bu yola sapar ve devam ederseniz Yusupov
Sarayı'na dek ulaşırsınız. Bunlardan Yusupov Sarayı'nın büyük bir bahçesi var.
Sağda ise Şeremetyev ve Şuvarov Sarayları var. Bunlar görsel olarak güzel
yapılar.
Ana caddeden
ilerleyelim. Petersburg ‘un Gostini Dvor ‘u da Moskova'daki adaşını aratmayacak
güzellikte. Kırmızı yüksek bir kulesi var.
Nehri aştığınızda, dev alışveriş merkezinden sonra gelen ilk yapı olan büyük kilise ise Kazan Katedrali. İnsanı sararcasına uzanan kanatları yukarıdan bakıldığında at nalı gibi görünüyor. Vatikan'daki St Paul Katedrali örnek alınmış ve Rus Ortodoks Kilisesi bundan epey rahatsızlık duymuş. Hatta katedral yapılırken caddenin karşısında da birebir aynı bir kilise yapılma planı da bu nedenle iptal edilmiş. 1801 -1811 yılları arasında yapılmış. Komünist dönemde Din ve Ateizm Tarihi Müzesi olarak kullanılmış.
Strogonof Sarayı'nı geçip sağa dönüp Mariyinski Sarayına
kadar yürüyoruz. Burada İsakievskaya Meydanı ve büyük kütlesi ile St İsaak
Katedrali karşımıza çıkıyor.
Katedral Çar
1.Aleksandır döneminde inşa ettirilmeye başlanan ve 40 yılda, büyük masraflarla
bitirilebilmiş bir yapı. Komünist dönemde, Kazan katedralinden önce Din ve
ateizm tarihi müzesi olarak kullanılmış. 2. Dünya Savaşında kubbesi griye
boyanarak Alman topçusunun yanı sıra hava kuvvetlerinin kerteriz almasının
önüne geçilmeye çalışılmış.
İçine girmedim. Dışından izlediğimde Roma Dönemi'ne ait figürlerinde süsleme ve bezemelerde kullanıldığını gözlemledim. İlginç geldi.
Bronz atlı heykelinin de önünde fotoğraflarımızı çekip
kıyıya yöneldik.
Dvortskoy Köprüsü'nden Vasiliyevski Adası'na geçtik, Rostral Kolonları'nın etrafında düne göre daha fazla zaman harcadık ve karşı kıyıya geçtik.
Hedef belli. Peter ve
Paul Kalesi'ne gireceğiz. Kalenin Neva Nehrine bakan kıyısında güzel bir kumsal
var. Rus arkadaşımın dediğine göre Temmuz'da harika olurmuş, aslında kışın bile
harika olurmuş ya…
Petro bu kaleyi yeni
şehrini İsveç akınlarından koruyabilmek 1703’te Domeniko Trezzini ‘ye
yaptırmış. Bu isim modern kale tasarımları konusunda duayen bir abimiz. Topçu
destekli saldırılara karşı savunma sistemlerinde oldukça başarılı olduğu için İtalyalardan
getirtilmiş.
Kale askeri olarak kullanılmamış olsa da her bir dönemin yönetimi için karşıt görüşlülerin içeride tutulduğu bir hapishane ya da idam edildiği bir infaz alanı olarak görev yapmış. Dostoyevski, Gorki bile misafiri olmuş yapının. Rus kültüründe cehenneme açılan bir kapı gibi görülmüş halk tarafından.
Gerçi günümüzde gayet hoş, temiz ama ruhsuz bir yer olarak göründü gözüme. Ortadaki katedral iki çar hariç hepsine ev sahipliği yapmakta. Hatta komünistlerin katlettiği 2. Nikolas bile buraya gömüldü.
Çıkıyoruz. Yolun karşısında Askeri
Müze var. Devasa, at nalı şeklinde, kiremit rengi bir bina. Yolun hemen
karşısında ama ulaşmamız epey vakit alıyor. Bu kaleleri inşa eden mimarlar
turistleri hiç düşünmemişler. Şaka bir yana turist olarak bile bu kısacık
mesafeyi aşmamız vakit oluyor. Ateş altında saldıranların pek şansı yok gibi.
Askeri müzenin büyük bahçesinde
genelde kızılordunun kullandığı savaş araçları sergilenmekte. Balistik füzeler
ve bunların fırlatıcıları, türlü zırhlı araç vb. Moskova'daki askeri müzenin
bahçesinden çok daha büyük. Çarlık döneminden de toplar var. Hatta namlusu
oldukça zarif bir top var. Bunu Moskova Kremlini'nden bahsederken anlattığım
meşhur çar topunu yapan usta yapmış.
İçeri giriyoruz. Hermitaj'ın ortaçağ silahlarının sergilendiği kısmı ezip geçen zenginlikte bir mekan ama bunların fotoğrafını çekmek için de ekstra para ödemeniz gerekmekte. Burada yaşlı, görevli teyzelerden birine enselendik ve kuzu kuzu parayı ödedik.
Giriş katının sağı orta çağ
silahları ile dolu. Burada hiç umulmadık tarzda, makineli tüfeğin yada çok
namlulu topların prototipi diyebileceğimiz örnekler mevcut. Çok basit ama
kullanışlı silahlar insanı hayrete düşürüyor.
Sol taraf ise genelde evrakların yada kişisel silahların
sergilendiği kısım. Üst kata çıktığınızda ise Kalaşnikov için özel bir bölüm
açıldığını görüyoruz. Adam AK -47 ‘ye gelene kadar onlarca silah tasarlamış.
Ayrıca bu katta rus
orduları tarafından çeşitli dönemlerde kullanılmış üniformalardan tutun
elektronik yada mekanik aleti de görebilmeniz mümkün.
Müzeyi bitiriyoruz. Aslında müze bizi bitirdi. Pillerim de bitti. Müzenin kafeteryasında dinlenme ve karnımızı doyurabilme imkanı bulduk. Ruslar'ın askeri müzelerinde rus üretimi ama gayet kaliteli görünüme sahip maketler bulunmakta. Bu konuyla ilgilenenlerin mutlaka göz atmasını öneririm.
Buradan Petersburg Camii'ne geçtik. Çifte minareli, büyük,
kutu görünümlü, Orta Asya'daki camileri andıran bir yapı. Özellikle taç kapısı
başta olmak üzere çoğu yeri turkuaz çinilerle kaplı. 1910 ‘da başlayıp 1921 ‘de
kullanıma açılmışsa da 1940 ‘da komünistler burayı “tıbbi eşya deposu” olarak
kullanmaya başlamışlar.
İçine giremedik ama etrafını şöyle bir turlayıp göz attık. Türkiye'deki
camileri saymazsak Avrupa'nın en büyük camisi imiş.
Buradan biraz daha ileriye giderek meşhur Aurora Zırhlısı'na ulaştık.
Komünist dönemin en ünlü iki zırhlısından birindeyiz. Diğeri
Potemkin Zırhlısı. Aurora benim için tam anlamıyla bir hayal kırıklığı oldu.
Ben devasa bir gemi beklerken yüz yirmi m boylarında 6000 tonu az aşan bir
hafif kruvazör olduğunu gördüm.
Şubat devriminde gemide bir isyan çıkar. Kaptan bunu
bastırmak isterken isyancılarca öldürülür. Bolşevik askerler yeni bir kaptan
seçerler ve isyan sırasında kış sarayına otuz kadar mermi savururlar. Bunların
sadece iki tanesi saray bahçesine düşse de gerek saraydakilerin gerekse şehirdeki
sivil halkın gözünde tüm donanmanın bolşeviklerin tarafına geçtiği kanısına
varılmasına neden olur. Bu bir dönüm noktasıdır.
Gemi 2. Dünya Savaşı'nda liman dışına çıkamaz. Almanlarda top atışlarıyla savunmaya destek olan gemiyi bombalayarak 1941 ‘de batırırlar. Savaş sonrası tekrar yüzdürülür ve 56 ‘dan sonra müze olarak kullanılmaya başlanır.
Aurora'yı da gezince kuzey kıyısını bitirmiş olduk. Başka bir
şeyler varsa da gözden kaçırdık böylelikle. Troitsky Köprüsü'nde fotoğraf çekmek
için uğraştıktan sonra karşı kıyıya ulaşıp Mermer Saray ve Yazlık Saray'ın
arasından geçerek Mars Bahçeleri'ne giriş yaptık.
Bahçe dedim ama Rusça kaynaklar buraya Pole (Sırpça Polje
ova demek) diyor. Sırpçasından yola çıkarak ova mı demeliyim ama o kadar da
geniş değil. Ruslar bahçelere sad derken buraya böyle bir isim
vermemişler. İngilizce kaynaklar field demekte ki bunu işlenmiş, elden
geçirilmiş bir yer için Türkçe'ye direkt çevirebileceğimi sanmıyorum.
Petersburg yeni kurulmuşken buralar hep otlakmış. 1740 ‘larda düzenlenerek bir gezi parkı yapılmış ve yakınlarına da Yazlık Saray inşa edilmiş. Bizim otlak “Çariçenin Otlağı” adını almış. Bununla beraber zamanla taktiksel manevraların yapıldığı askeri bir idman sahasına dönüşmüş
1801 ‘de Suvorov ‘un anısına onun Mars kılığında
betimlendiği bir heykeli yerleştirilmiş. Birkaç sene sonra da parkın adı “Mars
Bahçeleri” olarak resmen değiştirilmiş. İçinde Şubat devriminde ölen halktan
bir kısmının yattığı toplu mezar ve sönmeyen ateş var. Bu sönmeyen ateş
Rusya'daki ilk sönmeyen ateş olup Moskova'daki Aleksandır Bahçeleri'ndeki sönmeyen
ateşin de ateşi buradan gitmiş.
Son durak Akan Kandaki Kurtarıcı Kilisesi. Zorlama bir isim
olduğunu biliyorum ama İngiliz kültürünün ne din ne de dil olarak bir
ehemmiyetinin olmadığı bir coğrafya da bu dili kullanmak hiç istemiyorum. Bu
kiliseyi Petersburg'a geldiğinizde kolaylıkla fark edeceksiniz. Neden derseniz
St Basil Katedrali'ne benzeyen bu şehirdeki tek kilise bu.
Peter Moskova'yı sevmiyordu bildiğiniz gibi. Bu nedenle şehirde Moskova'yı hatırlatan hiçbir şey yok aslında. Belki hiç olmayacaktı da…
Anarşistler çardan
reformlar beklemekte ama bekleyişleri karşılık görmemektedir. Çar 2. Aleksandır
düzenli bir hayata sahiptir ve hareketleri rahatlıkla öngörülebilir. Bugünde
çarın kış sarayından çıkıp duma'ya gideceği bilinir. Yol üzerinde bir anarşist
el bombası atarsa da çarı yara almadan kurtulur. Araba hasar almıştır. Bu
esnada ikinci bir suikastçi çıkar ve bir bomba daha patlatır. Bu bomba
suikastçiyi orada öldürürken çarın ölümcül derecede yara almasına neden olur.
Apar topar kış sarayına götürülen çar orada ölür.
Oğul 3. Aleksandır babasının anısına kiliseyi yaptırmaya
koyulur. 1883 ‘te 3. Aleksandır’ın başlattığı inşaat 1907 ‘de 2. Nikola
döneminde bitebilir ancak. Tüm finansman çar ailesi ve aileye yakın kişilerce
sağlanmış.
Dünya Savaşı sırasında morg olarak kullanılan kilise
ardından depo olarak kullanılmış. Halk “patateslerin kurtarıcısı” adını takmış.
İçine girdik. 10 euro kadar bir para ödeniyor ama St İsaac
ve Kazan Katedralleri'ne de bu biletle girilebiliyor. Biz bunu bilmediğimiz için
bunca parayı tek kiliseye ödemiş olduk. Dışarıdan oldukça heybetli görünen
kiliseye girdiğimizde içerisinin görünümüne oranla oldukça ufak olduğunu fark
ettim. Bununla beraber zeminde, kubbede ve duvarların hepsinde oldukça yeni
mozaikler kaplı. İncil kültürüm olsaydı doyurucu bilgiye görsel olarak ulaşmış
olurdum.
Otele döndük. Biraz dinlendik. Günlerdir beni çağıran
arkadaşımın davetini kabul edip tekrar Nevski Caddesi'ne gittim. Bir kafede
oturduk. O güzelim şehrin insanları gece ile beraber yoldan çıkmışlar. İçip
bağıranlar, kavga edenler… Bir yanda bekarlığa veda partisi yapan gürültücü
kızlar öte yanda onlara asılıp yanıt alamadığı için olay çıkaran gençler. Bu
şehrin bu yüzü de varmış meğer.
Petersburg Rusya'nın batıya açılan kapısı. Bu doğru.
Petersburg modernizmin Moskova ise gelenekselliğin başkenti. İnsanlarda da
farklılık gözle görülür şekilde. Petersburg insanı kasıntı, ailesinde mutlaka
bir şekilde bir Alman, bir İngiliz bulup çıkarabilen bir kişilik iken Moskovalı
kendisine yüreğini açana misliyle karşılık veren bir varlık. Petersburglu
Moskovalıyı küçümserken, Moskovalı Petersburgluyu pek sevmiyor.
Moskova da Petersburg da hayli yordu bizi… Ama değer mi
derseniz, kesinlikle. Keşke, bir de Faberge yumurtalarını da görebilseydim.
0 Yorumlar
Yorumlarınız