Gün 5
Hesapta dün dinlenecektim ve ayaklarım da iyileşecekti.
İkisi de olmadı. Hava soğuk, gece yağmış…
Çıktık dışarı. Ayağımda terliklerim olduğu halde metroya zıpladık. Tabii ki yanlış bir durakta inip olmadık bir yerden, Vasileyevski Adası'ndan çıktık. Metro çıkışında bekleyen maşrutkalardan birine zıpladık. Bu bizi sahile ulaştıracak ve biz de oradan Hermitaj'a geçeceğiz. Akılcıl bir plan gibi geldi başta.
Aracın hareket
etmesiyle şiddetli bir yağmur başladı. Birkaç dakika sonra adam aracı durdurdu
bize doğru seslendi. Zerrece bir şey anlamadık haliyle. Neyse İngilizce bilen
bir kız durumu bize anlattı hızlıca. Minibüs ters yöne döneceği için bizim için
inebileceğimiz en uygun yer burasıymış.
İner inmez Osman GPS ‘i açıyor hemen. Gördüğümüz kadarıyla denizden çok uzağız. Yürümek dışında da bir seçeneğimiz yok. Sahile kadar yürüyoruz. Kah yağmur yağıyor kah diniyor. Neyse ki rüzgar yok.
Adanın ucuna erişiyoruz. Giriş alınlığında Neptün ‘ün bir
çiziminin olduğu büyük beyaz bina şehrin eski borsa binası. İleride solda St.
Peter ve Paul Kalesi, sağ kıyıda ise Hermitajın da aralarında bulunduğu
saraylar silsilesi görülüyor buradan.
Kıyıda iki büyük kolon var. Bunlar “rostral” sütunlar olarak
adlandırılmakta.Basamaklar ile bunların yanından geçerek sahile
inebiliyorsunuz. Yeni evlenen Petersburglular için hatıra fotoğrafı çektirilen
yerlerden birisi burası.
Kıyıya dönüyoruz. Meydanda biraz takılıp sağın solun fotoğrafını çektikten sonra Hermitaj gezimize başlıyoruz.
Rehber kitaplar Hermitaj içinde fotoğraf çektirmek için ekstra bir ödeme yapmamız gerektiğini yazıyorlardı. Moskova'da da benzeri durumlar yaşamış ve para ödemek zorunda kalmıştık. Biletleri aldığımız kadına da sordum ama beni anlamadı. Daldık içeriye…
2. Katerina – bizim Baltacı'yla
özdeşleştirdiğimiz kadın kişi – içinde yaşadığı Kış sarayının süslemeleri için
bir Alman tacirden yağlı boya tablolar almaya karar verir. Tam bu sırada Prusya
Kralı da aynı tacir ile olan anlaşmasını iptal ettiğinden şartlar değişir.
Tacirin elinde çok sayıda tablo olmasına rağmen cebinde az sayıda para vardır
ve Katerina az bir para farkıyla geri kalan resimleri de alır.
Bu iş Katerina'nın hoşuna gitmiştir. Saraydan birisini resim
ve göze hoş görünen nesneleri toplamakla görevlendirir. Kısa zamanda o kadar
çok parça toplanır ki saraya bir ek yapılmasına karar verilir. Katerina'nın
toplattığı binlerce resim, on binlerce el yazması kitap ve diğer ıvır zıvır için
sarayı tekrar büyüttürür.
Ardından gelen çarlarda bu “toplayıcılık” işine devam ederler. Özellikle Ortodoks dünyası çarlara olan güvenlerini ve itaatlerini göstermek istercesine antik Yunan'a ait pek çok parçayı Petersburg ve Moskova'ya gönderir.
İlk giriş kısmında Mısır kökenli
objeler sergilenmekte. Çok sayıda mumyanın yanı sıra ahşap ve taş parça
bulunmakta burada. Özellikle Osiris heykeli ve kürek çeken kayıkçıların
betimlendiği parçalar çok hoş. Bu kısım modern Mısır hükümetlerinin verdiği parçalarla
zenginleşmiş.
Ardından Yunan ve Roma
eserlerinin yer aldığı kısımdayız. Lahitler, tapınak alınlıkları ve diğer
frizlerin dışında sayılamayacak kadar çok büst ve heykel var. Mermerlerin
kalitesi anlatılacak gibi değil. Özellikle yüzü koyun ve çıplak bir şekilde
yatan kadın heykeli sözün bittiği yer adeta.
Yunan asıllı parçalar içerik ve bütünlük açısından Atina'daki her iki müzeden de daha zengin. Altın parçalar çok zarif. Burada bir lahit var. İçinin dört bir yanı da renkli olarak işlenmiş ve boyalar günümüze dek gayet canlı bir şekilde ulaşabilmiş. Bunun dipleri nasıl boyanabilmiş. Epey uzun süre bakındım ama anlayamadım. Ustanın – şayet tek bir ustası varsa – küçük elleri olmalı ve her iki elini de aynı başarıyla kullanabilmeli diye düşünüyorum.
Kimilerinin tabak,
çanak diyerek geçiştireceği parçalar da anlatılmaz. Hele küçük bir sürahimsi
nesne var. Kahverengimsi zeminin üzerinde beyaz – belki tamamı fildişi-
işlemeler yapılmış. Her tarafı görünebilsin diye arkasına ayna da
yerleştirilmiş. Koşu atlarını gösteren tabaklar da daha bakımlı görünüyor
Atinadakilere oranla.
Bu arada sağa sola da bakınıyorum. Yüksek tavanlı, çok başarılı bir şekilde aydınlatılmış odalarda, galerilerde gözlerim kedileri arıyor. Müzenin korunmasında kediler de çalışmakta. Bu koruma ordusu müzeyi farelerden ve diğer sürüngenlerden koruyor. Nehrin kıyısındaki bir yapının olmazsa olanlarından fareler. Kedilere gelince, insan görevlilerden daha başarılı olmalılar işlerini yaparlarken. Müze yönetimi geçtiğimiz yıllarda değeri yarım milyon doları aşan iki yüzden fazla parçanın kayıp olduğunu açıklamıştı.
Buradan sonra yağlı boya eserlerin olduğu kısma geçtik.
Belirli bir aşamadan sonra not almayı bıraktım. Sadece fotoğraf çekmeye karar
verip bunu da bıraktım. Bu kısımda ağırlıklı olarak İtalyan sanatçıların
elinden çıkan parçalar sergilenmekte. Sadece yağlı boya resimler değil, bunca
resmin yanı sıra çok sayıda porselen eşya da üst düzey bir beğeninin ve
yeteneğin ürünü. Halılarda alışılmadık tarzda.
Odalar harikulade, bom boş bile olsa insan dolanır bir de içinde birbirinden eşsiz binlerce sanat eserini bir arada durduğunu hayal etsenize. Böyle bir yerde dolaşıyoruz. Ben ayaklarım çamur içerisinde kalmış. Görseler almazlardı herhalde sarayın kapısından içeriye.
Şövalyeler Galerisi'ne geçiyoruz. Ortaçağ Avrupası'ndan,
çeşitli ülkelerden toplanmış silah ve zırhlar burada sergilenmekte. Daha
ihtişamlı bir yer bekliyordum.
Başka bir bölümdeyim
şimdi. Ahşap işçiliğinde sıra. Yok böyle bir şey. Hayatımda görmediğim, hayal
bile edemeyeceğim eserler. Bunları görünce insanlığın çok yüce bir yaratım
yeteneğine sahip olduğunu, Tanrının bizim türümüze özel yetenekler vermiş
olduğundan başka bir düşünceniz olmayacak.
Büyük, beyaz bir salona geçiyoruz. John Lennon ‘ın imagine ‘ı çaldığı salon gibi ama iki katlı. Kenarda, zemine işlenmiş güzel bir mozaik var. Duvarın dibinde ise altından yapılmış zarif bir kuş kafesin içinde durmakta. Günün belirli saatlerinde hareket edip ses çıkaran bir otomat olduğu söyleniyor bize. Millet etrafında bekliyor. Neyi ne kadar bekleyeceğimizi bilemediğimizden bir köşeye çöküp dinleniyoruz.
Yola devam. Harika ahşap ve fildişi parçaları geçiyoruz.
Gözüm normalde belirli bir süre sonra bu tip yerlerde alışkanlık edinir ama
burada tam mesai çalışıyor. Her bir eser kendine has, çılgınca, kelimelere
dökülemeyen güzellikte. Vitraylar ve gene duvarı asılı büyük halılarda…
Bir sonrasında saray
kilisesine geliyoruz. “Katedral” diyorlar. Moskova ve Petersburg'ta çok sayıda
katedrale denk geldim. Rus Ortodoksluğu'nda bir kilise katedral olarak neye göre
kabul ediliyor bilmiyorum ama batı kiliselerinde o ibadethaneye bağlı,
konaklayan bir piskopos varsa kilise katedral olarak kabul görüyor. Burada da
olduğunu varsayıyorum çarlık dönemlerinde.
Bir sonrasında devasa genişlikte, altın varaklarla süslenmiş, aydınlıkça bir salona geliyoruz. Bu çarın yabancı konuklarını kabul ettiği, tahtının kurulu olduğu salon. Taht aslında şaşaalı bir sandalyeden ibaret. Arkalığında çift başlı kartalın işlenmiş olduğu kırmızı kadife bir kumaş kaplı.
Yol üzerinde mavi,
ince sütunların üst kubbesini taşıdığı bir yapının olduğu başka bir salonu
geçiyoruz. Yol üzerinde çarların kızaklarına kadar çeşitli nesneler
sergilenmekte. Kızaklarda bile derin bir zevkin izlerini keşfetmek söz konusu.
2. Nikola ‘nın kişisel kütüphanesinin orada kalıyorum.
Çarlığı yok eden komünistleri düşünüyorum. Nefret etsem de saygı duymaya
başlıyorum. Halkın malı diyerek bunca sanat eserini iç edip satabilir, değerli
metalleri eritip para haline getirebilirlerdi. Muhtemelen bunu düşünenler
olmuştur ama görüşlerine bağlı insanlar galip gelmiş ve bunca şey bizlere dek
ulaşabilmiş.
Bu aşamada Avrupa ile ilişkili kısımlar bitti. Osman da bitti. Benim ayaklarıma kara sular indi. Zaten çamur kaplı ayaklarım. Ama gezerken ne yorgunluğu hissettik ne de açlığı…
Bir sonraki kısım Pers kültürüne ait eserlerin sergilendiği
bölüm. Devasa metal tabaklar, grifonlar. Tahran'da benzerlerini gördüğüm için
hazırlıklıyım denebilir. Kompozit yaylarla ilgili düşüncem burada da
geçerliliğini koruyor.
Şimdi önTürklere ait bölümdeyiz. Hermitaj hermitaj olmasa
bile salt buradaki eserler ya da yadigarlar için gelinmesi gerekir.
İlk olarak Pazırık Halısı'nı gördük. İranlılar da bu halıyı sahiplenseler de düğüm yapısı bu halının yaratıcısının bizlerden birisi olduğunu işaret ediyor. Tabii bunun tezi kadar antitezi de mümkün.
Ardından höyüklerden
çıkarılan ve günümüze bir şekilde erişebilen eyerler görülmekte. Çoğu altın
olan ve genelde süs eşyası ya da eyer gibi koşum takımlarında kullanılan metal
eşyalar var. Göçebe ve görece olarak “geri” olduğu iddia edilen bir toplumun
metal eritebilecek, onu işleyebilecek ve kullanabilecek olması kimilerini nasıl
şaşırtmıyor, anlayamıyorum. Göçebe arabalarda altını eritebilmek için gerekli
ısının üretimi ve korunması – ısının belirli bir miktara çıkartılması çok zorlu
ve masraflı olduğu için günümüzde bile eritme potaları asla söndürülmez - ve
diğer metallerden ayrıştırımı nasıl yapıldı.
Bir sonrasında balballar ve kaya çizimleri var. Bizim kaya çizimlerindeki yaylar basit yapılı yaylarken İran yayları uçları kıvrık, kompozit dönemde. Kişisel görüşüm kompozit yayları biz bulmadık ama etkinliğini fark edince aldık ve geliştirdik şeklinde. Gerçi balballardan birinin ardındaki kompozit yay “pek öyle değil torun” der gibi durmakta.
Benim için en vurucu
kısımdayız. Bunu daha önce hiçbir yerde duymadım. Bizim okutmanlar, hocalar
Rusya'ya başka amaçlarla geliyorlar ki bunları görmemişler. Ölü maskeleri. Ölülerin
yüzlerine alçı benzeri, beyaz bir madde maske gibi tüm yüzü hatta kafayı
kaplayacak şekilde yerleştirilmiş ve özellikle alın kısımları boyanmış. Eski
kültürümüzde bir insanın en korkması gereken şey öldürdüklerinin ruhlarının
kendisinden ve ailesinden intikam alması olduğu için Türk savaşçılar yüzlerini
boyarlardı. Belki burada da ölünün, öldürdüğü kişilerin ruhlarınca bulunamaması
için böyle bir yöntem uygulandı, bilinmez.
Bir sonraki aşama daha bize yakın dönem. Osmanlı dönemizdeyiz. Ortada bir Osmanlı süvarisinin ekipmanı sergilenmekte. Şövalyeler galesindeki atlılarla kıyaslandığında hafif zırhıyla daha hareketli olacağı aşikar. Diğer camekanlardaki çeşitli kılıçlar da oldukça güzel. Burada da bir ilk yaşadım. Yıllarca Avrupalılar silah sanayisini kıskandım. 16.yy sonrası makineleşmelerinden Krupps ailesinin, Solingenn bıçaklarının yüzlerce yıldır fabrikalaşmış şekilde silah üretmesinden tutun da bir kılıcı kimin ürettiğinin bilinmesi, seceresinin takibinin yapılabilmesi beni her zaman deli etmişti. İlk defa bir Türk silahının ustasının adının yazdığı bir not gördüm. Hem de bu başka bir ülkede…
Biraz ötede,
Timurlulardan kalma, taş üzerine arap harfleriyle yazılmış bir yazıya denk
geldim. Buradan sonrasında soğdlara ait olduğunu sandığım altın tabaklar ki
üzerleri gerçekten çok güzel işçilikle işlenmişti, kumaş üzerine işlenmiş, fil
üzerinde kaplan avlayan adamların olduğu çizimleri gördüm. Notlar bunlar için
Hint etkisi vb dese de bulundukları yerler Tacikistan civarı olunca farklı
düşünülüyor haliyle.
Ardından Kırgızistan ve Kazakistan kırsalında bulunup getirilen balbal ve yazıtları gördük ve dışarı çıktık.
Şahsi görüşüm, müze gezmeyi sevmeseniz bile sadece güzel bir
şeyler görmek için parasına aldırmayın ve Hermitaj ‘a girin. Bu kadar güzel
şeyi bu kadar paraya , bu kadar kısa sürede başka bir yerde görebilmeniz
imkansız. Evet neredeyse tam bir gününüz gidiyor, ayaklarınıza kara sular
iniyor, belirli bir noktadan sonra artık ne, neydi diyor koridorlarda
kayboluyorsunuz ama değer. Şunu biliyorum kim bilir kaç galeriyi, odayı pas
geçtik, bulamadık. Kim bilir ne harikaları gözden kaçırdık. Ama bardağın dolu
tarafından bakıyorum ve Hermitaj'ı geç de olsa gezebildiğim için şükrediyorum.
Dönüşte yolumuzu uzatmaksızın otele doğru yola koyulduk ve
sadece Burger King'te bir şeyler atıştırmak için durakladık.
0 Yorumlar
Yorumlarınız