Kim bilir kaçıncı Balkan seferi. Bu kez yanımda kardeşim ile düştük yollara. Arnavut gümrüğünden gayet kolayca geçtikten sonra bagajımı bekliyorum. Bavulun tekerleğini kırmışlar, hemen bir tutanak tutturup döviz bürosundan bozdurduğum az bir parayla bizi şehir merkezine götürecek olan otobüse bineceğiz.
Eskiden buradan merkeze sadece taksiler giderdi, ama gitmeden önce internetten gördüğüm kadarıyla Dinas Express diye bir firma 250 lekeye (yaklaşık 2 euro) yolcu taşımacılığına başlamış. Hatta arada Durres ‘e dek uzanan seferleri de var. Hatta taksi tutmak istediğinizde internetten de bunu yapabiliyor ve bir çizelgeden ne kadar ödeyebileceğiniz de hesaplayabiliyordunuz. Ülkede bir gelişme var ama bunun düzeyi ne kadar, işte bunu göreceğiz.
Yarım saatte otobüs bizi İskender Bey meydanının arkasındaki bir
boşluğa bırakıverdi. Oradan İskender Bey meydanını aşıp kalacağımız yere
ulaşıverdik. Hızlıca gözlemlediğim kadarıyla Arnavutlar aradan geçen sekiz
seneyi verimli bir şekilde kullanmışlar. Sokaklarda canlı bir kalabalık, genel
görünümde ise daha bir toparlanmışlık var.
Hemen çıkıyoruz. Hedef İskender Bey Meydanı. Son geldiğimde burası
toparlanıyordu. Şimdi ise ortası bombeli bir şekilde de olsa kullanıma açılmış.
Belki parlak bir Pazar günü olduğu için ortalık ana baba günü ama insan
manzaraları derli toplu. Bir balkan geleneği olarak aşağı yukarı aynı stilde
bir kesime sahip saçlarıyla bıçkın takılmaya çalışan erkek grupları ve açıklık
sınırlarını zorlayan hatun tayfası. Balkan'a hoş geldik.
Yapımı yaklaşık otuz yıl kadar süren ve 1821 de bitirilen cami, özellikle
dış revakları ve iç kısmındaki kalem işi ile yapılan bezemeleri ile Balkanların
en harika yapılarından birisi. Enver Hoca zamanında 1966 yılında kullanıma
kapatılmış, kimi zaman şehir müzesi kimi zamansa depo olarak kullanılmış. Şimdi
cami ile müze arası bir konumda ama içindeki, son cemaat yerindeki süslemeleri
ile Osmanlıdan bu topraklara bir yadigar.
Osmanlı döneminde var olan pek çok camiden geriye kalan sonuncusu
bu. Savaşlar, Enver Hoca ve komünist mantalite tüm camileri ve hatta kiliseleri
de yerle bir etmiş.
Arnavutluk bunkerlerin yani bizim deyimimizle koruganların ülkesi.
Enver Hoca kendine has, daha çok maoist düşünceye yakın bir sosyalizm ile
herkesi düşman olarak gördüğü tüm dünyaya sınırlarını kapatmış. Bununla kalmayıp
bir de bir saldırı durumunda savunmak için neredeyse herkese yetecek kadar
korugan inşa ettirmiş. Günümüzde ülke içinde atıl olanlarla beraber 3,5 milyon
korugan olduğu söylenmekte. Bu koruganların içi silme silah ve cephane ile
doluymuş. Enver Hoca sonrası koruganlardaki silahlar meşhur “Arnavut Mafyası”
için sermaye olmuş bir bakıma.
Denir ki, Enver Hoca bir korugan tamamlandığında mimarını içine kapatıp korugana tankla ateş ettirirmiş. Mimar canlı çıkarsa kendini daha doğrusu yaptığı koruganın sağlamlığını kanıtlamış olurmuş. “Hiç yıkılan korugan olmuş mudur?” diye sormuştum bir keresinde “Arnautluk'ta öyle haberler olmazdı” demişti muhatabım.
Girer girmez, koruganın küçük kubbesinde pek çok insanın
fotoğrafını görüyorsunuz. Aynı sırada mekanik ve duygusuz bir ses isimleri
tekrarlamakta. Bunlar Arnavutluk'un Enver Hoca diktatörlüğünde kaybolan kişilere
ait.
Merdivenlerden indiğinizde bilet alınan yeri aşarak odaları gezmeye başlayabiliyorsunuz. Her bir odada değişik nesneler sergilenmekte. Kullanılan giysilerden tutun, özel yetiştirilen köpeklerin eğitmenlerinin kıyafetlerine; casusların kullandığı araçlardan işkence aletlerine… Mahkum kıyafetleri de cabası. Özellikle kaybolan kişilerden kalanların anıları sürekli anlatılmakta. Arnavutlar fakir kalmanın faturasını çoktan Enver Hoca'ya kesmişler.
Çıkıyoruz dışarı. Otele giderken güzel bir cadde görmüştük. Burası
Murat Toptani Caddesi. Etrafını çeviren restoran ve kafeteryaları ile canlı bir
cadde. “Blloku” semti ile kıyasladığınızda daha bir içten görünüyor insan
gözüne. Caddenin hemen başında bir iki devlet dairesi oduğu için güvenlik
sorununun olmadığı, tiyatro sayesinde kalbur üstü tiplerin çokça olduğu trafiğe
kapalı bir yaya yolu burası.
Yol üzerinde Osmanlı döneminden kalan bir kale var. Büyücek bir otel, restoran karışımı bir şeyler yapılmakta. İçine girdiğimizde kibarca sepetlendik.
Arnavutlar bağımsız
devletlerini kurunca burayı başkent seçerler. Dağların ortasında küçük bir
kent.
Bu güzel caddeden çıkıp başka bir caddeye geçiş yaptık. Devasa bir cami inşa edilmekte tam köşede. Sanırım bir Türk firması üstlenmiş inşaatı. Bizim İstanbul tarzı camilerimizden biri yapılmakta. Bu cadde biter bitmez güzel ama küçücük bir taş köprüye denk geliyoruz. Eskiden altından bir su akıyormuş ama bugünlerde yolun kenarında kalmış. Köprünün adı Tabakçılar Köprüsü. Demek ki eski zamanlarda buralarda dericiler bulunuyormuş.
Burada Lana Nehri bulunmakta. Nehir muhteviyatının ne kadarı sudur
bunu bilemesem de şehrin tüm kanalizasyon sisteminin son noktası olduğunu
renginden ve kokusundan anlayabiliyorum.
Nehrin karşı kıyısı Tiran ‘ın daha bir gerçekçi yüzünü gösteriyor.
Uydur kaydır mağazalar, satılan sahte, taklit ayakkabılar. Geri bir görüntü
burada belirmeye başladıysa da az ilerlediğimizde tekrar düzgün restoranlara
denk geliyoruz. Çok ucuza balık pişirip satan bir balık dükkanı yanında ise
güzel bir pastane.
Blloku komünist dönem elitleri için yapılan bir semt. Şehrin geri
kalanına kıyasla daha pahalı görünümlü kafe ve restoranları, çok sayıdaki dil
okulu ile kendini göstermekte. Bununla beraber insan ortalaması şehrin geri
kalanından farklı değil. Komünist aristokrasinin yaşam alanı imiş.
Şimdiki hedefimiz ise piramit. Bizzat Enver Hoca ‘nın kızı
tarafından babasına mezar olarak inşa edilmiş. Devrimden sonra ceset çıkarılığ
şehrin dışındaki bir mezarlığa defnedilmiş. Biz gitmeden bir hafta kadar önce
mezartaşını birileri parçalamıştı. Günümüzde gençlerin takıldığı, berduşlara
cennet olan bir hilkat garibesi olarak şehirdeki yerini almakta. Üzeri ve
çevresi çöplerle kaplanmış, tüm girişleri – en azından görüldüğü kadarıyla –
kapatılmış. Piramidin üzerine doğru hızla koşup gideyim dedim, denedim ama
beceremedim.
Piramidin hemen dibinde ise barış çanı var. İç savaş sırasında milletin birbirine sıktığı kurşunların eritilmesiyle yapılmış.
Şehri yukarıdan görelim diye yakınlardaki Sky Tower ‘a uzandık.
Bina içerisinde hemen girişte büyükçe, hediyelik eşya satan bir dükkan var.
Arnavutluk bayraklı bir pelerin vardı mesela, aklım kaldı. O pelerinle
Belgrad'da gezsem Süpermen gibi uçardım – muhtemelen Sırplar beni kırk defa
uçururlardı –
Kardeşim Arnavutlar üzerinde epeyce bir İtalyan etkisi olduğunu fark etmiş ilk dakikadan. Televizyon kanallarından, taklit markaların orijini bile ağırlıklı olarak İtalyan. İtalyan markaları vardır ve ülkenin alım gücü düşük, bu nedenle daha ucuzdur çıkarımıyla kendimizi alışveriş yapmak için caddelere atıldık.
Evet, pahalı ya da kalburüstü İtalyan markaları var. Ama,
fiyatları İtalya fiyatı. Bir de euro uçmuşken gerek yok. Peki alım gücü bu
denli kısıtlı milletler bu malları üstelik bu fiyata nasıl alabiliyor sorusu da
cevaplanamayan sorular arasındaki yerini korumaya devam ediyor.
Otelde biraz oyalanıp tekrar sokaklara düşüyoruz. Ana meydan halen
kalabalık ama çok loş. Gün içinde hep “birazdan, biraz sonra” dediğimiz ve
sonrasında kapanışına yetişemediğimiz Arkeoloji Müzesinin açılış saatine
bakalım diyoruz. Yarın erkenden geliriz, gezeriz diyorduk ama ne mümkün. Yarın
Pazartesi. Ve müze kapalı.
Tayvan Kompleksi'ne dek uzanıp bu kez I LOVE TIRANA yazısına
gidiyor ve fotoğraf çekiliyoruz. Buradan ver elini Toptani Caddesi ama sabahki
canlılığından en ufak bir eser dahi yok. Gene de üşenmeden sonuna kadar gidiyor
ve Toptani Alışveriş Merkezine girip bakınıyoruz. LCW ve DeFacto Balkan coğrafyasında iyi iş yapan
Türk firmaları. İnsan gurur duyuyor.
Daha yapacak bir şey yok sanırım. Tiran ‘ı sağlam gezdik.
0 Yorumlar
Yorumlarınız