Sabah erkenden kalkacaktım zaten ama sabah olmadan kalkacağımı da pek sanmıyordum. Önce inceden bir trampet sesi duydum, sonrasında trampetçilerin sayısı arttı. Ben aşağıdaki bahis salonundaki tipler diye saydırırken aklıma geldi. Yağmur ve teneke çatılar… Hemen balkona koştum ve ayakkabılarımı içeri aldım.
Sabah kalkınca otelin verdiği kahvaltıyı pas geçtik – tek olsam bu
kadar kaba olmaz ve yerdim J - ve
caddeye yakın bürektörlerden birisine yerleştik. Birer peynirli ve ıspanaklı
börek ve yanında da ayran ile – yoğurt diye sattıkları ayran ve bizim yoğurt
arası nesneye ayran diyorum ben – güne başladık.
Ardından cadde üzerindeki hediyelikçilere uğrayıp magnet vesair aldık. Benim hunharca planım elimdeki dehşetengiz büyük paralar olan 1000 lekeleri bozdurabilmekti. Bunu başardım. Sonrasında da satıcı kadıncağız hediye olarak bir Arnavutluk kalemi verdi.
İşkodra otobüslerine binebilmek için otobüslerin kalktığı ana
durağa gittik. İngilizce bilen yok. Ama Tarzan filmlerinden hatırladığım
yöntemlerle “bus, skoder, terminal” gibi deyimler ve el destekli hareketlerle
derdimizi anlatabildim. Görevli arkadaşın hakkını yemeyeyim, gelen her otobüste
“bu mu?” dercesine yaptığım işaretleri o da işaretle “yok, sayın abim” şeklinde
yanıtladı ve binmemiz gereken otobüs gelince hem bizi araca bindirdi hem de
otobüs şoförü ve biletçiyi uyardı. (40 leke)
Terminale geldik. Resmi kalkış noktaları yok. O nedenle gideceğiniz yeri önünüze gelene sormanız en pratik çözüm oluyor. (400 leke) Bulduğumuz aracın arkasına çantalarımızı bırakıp vakit geçirmek için yandaki kafemsi yere gittik.
Yolculuk tekdüze. Sağ tarafta ufku kaplayan dağlar, etrafımızda ise bakımsız tarlalar. Çok sayıdaki zevksiz binayı saymıyorum bile. En sonunda İşkodra ‘ya varıyoruz. Burası da girişi itibariyle düzensiz ve fakir bir görünüme sahip. Merkeze yaklaştıkça biraz iyileşiyor manzara ama düzensizlik hep aynı.
Otelden çıktık. Resepsiyonist kızın dediğine göre taksi ile on, otobüs ile yirmi, yürüyerek ise yarım saatte Rozafa Kalesi'ne varabilirmişiz. Kızın dediği otobüs durağına gittik ama otobüs gelmeyince yürümeye koyulduk.
İşkodra Yunanca Skutarion kelimesinden türeme. Köken olarak bizim
Üsküdar ile aynı anlayacağınız üzere. Kelime anlamı olarakta ordugah, garnizon
gibi anlamlara gelmekte ki Rozafa Kalesi'ni görünce bunun ne kadar doğru bir
isimlendirme olduğu anlaşılıyor.
Arnavutlar 1473 ve 79 ‘ta iki kere Türklerin şehre saldırdığını
ama toplamda arkalarında yaklaşık 50,000 ölü bırakarak çekildiklerini
söylüyorlar. Ama madem yenildikte şehri nasıl yönettik sorusunu cevaplayan
birisi yok. Bizim tarafta ise 1444 ‘te ilk kez Macarların elinden alınıp
Venediklilere geri verilir, 1468 ‘de Venediklilerden alınıp topraklarımıza
katılır.
İşkodra bu topraklardaki gerçek anlamıyla “Son Kale”dir bizim için.
Ana cadde üzerinde yürüyoruz. Şehirde kuşçuluk büyük bir hobi
olmalı. Oldukça güzel güvercinler gayet serbest bir şekilde şehirde
dolanıyorlar. Benim korkum kuşların üzerine basmak yürürken; kuşların ise bir
korkusu yok.
Şehirle ilgili olarak şunu fark ettik. Herkes – özellikle orta yaş
ve üzeri – bisiklete biniyor. Bir zamanlar ülke genelinde 600 araba varken
herkesin bir iki bisikleti varmış. Sonradan öğrendik ki İşkodra, Arnavutluk'un
“bisiklet başkenti” diye biliniyormuş.
Yola devam. İşkodra Gölü'ne uzağız ama kaleye olan çıkışı görüyoruz. Çıkmaya başlıyoruz. Kale girişi paralıymış (150 lek). “Eyvallah” deyip veriyoruz. Nasreddin Hoca Türbesi gibi bir yer. Parayı veriyoruz ve turnikelerden geçiyoruz. Ama o turnikeler gerekli mi derseniz Allah'ın dağında yok yere yapılmış.
Manzarası ise anlatılmaz. Kuzeye bakıyorsunuz ufka kadar İşkodra Gölü. Doğu tarafları ise şehrin sırtını yasladığı dağlar. Daha da ilerideki diğer dağlarda fırtına var gibi. Güney taraflarında ise Ohrid'den başlayan yolculuğunu başka bir gölde bitiren Drin Irmağı var. Toprakları öyle bir azimle yarmış ki bambaşka şekiller ortaya çıkmış. Aşağılarda ise bir başka Osmanlı yadigarı atıl bir şekilde bize bakınıyor. Kurşunlu Camii komünizm döneminde kapatıldı – şehrin içindeki elliye yakın cami ise yıkıldı -ve zamanın ellerine, yıkılması, yok olması için bırakıldı. Komünistler minareyi de yıkmışlar bu süreçte. Allah'ın işine bakın, komünizm yıkıldı ama Osmanlının yaptığı cami halen burada. Yarın da burada olacak ve sonrasında da…
Kale bizim için çok önemli demiştim. Alırken dökülen kanların yanı
sıra kaybedilişin de kendine has anıları, acıları var.
Yıllardan 1912 ‘dir. Ortalığın karman çorman olduğu bu günlerde İşkodra Valisi, Bağdat doğumlu Hasan Rıza Paşa'dır. Dönemin pek çok Türk askeri gibi yurtdışında eğitim almış, imparatorluğun pek çok noktasında kelle koltukta mücadele etmiş, tüm bürokratik engelleri dişiyle, tırnağıyla aşıp bu makama gelmiştir. Balkanlar kaynamaktadır. Arnavutlar bağımsızlık peşindedir, Sırplar ve Karadağlılar Türkleri ve ardından tüm Müslümanları bu coğrafyadan silmenin derdindedir.
Hasan Rıza Paşa ordunun yönetimini ele alır. Kendisine ait 5000 Türk askeri ve Esad Toptani'ye bağlı 10000 Arnavut gönüllüsü vardır. Paşa, subayları toplar ve şu sözleri söyler.
Dedikleri çıkar. Gıcır gıcır Karadağ ordusu Müslüman kanına
susamış bir şekilde şehre doğru ilerler ve kaleyi sararlar. Ahmet Zogu ‘nun
2000 kişilik gönüllü birliği Leş kentinde tuzağa düşer. Berat'tan gelen 15,000
Türk askeri ise yol üzerinde pusuya düşürülüp yok edilir. Müslüman
yerleşimlerin olduğu yollarda bile Türk ordusu istihbarata sahip değildir. Türk
kanı oluk oluk akmaktadır Balkanlarda. Diğer şehirlerden destek gelmez. Her
şehir kendi derdindedir. Prizren, Üsküp teker teker düşer. Orduda bir birlik yoktur.
Alaylılar mekteplilere destek vermez. Askerler bunca vatan toprağı elden
giderken terhislerini isterler. Terhis edilenler artık dönecek bir yol
olmadığını görüp savaşmaya devam ederler.
Karadağlılar tüm güçleri ile şehre saldırırlar ama Türk savunması iyidir. Dirayetli bir komutan orduyu ayakta tutar. Öte yandan basiretsiz paşalar, siyasi çekişmeler sonucunda tüm savaş alanında kaçan fırsatlar, hıyanetler ve kaybedilen canlar söz konusudur.
Gün gelir İşkodra ile İstanbul arasında bir toprak kalmamıştır.
Eski başkent Edirne düşmüş, düşman İstanbul'a doğru ilerlemekte, Çatalca'ya
varmıştır. Ama İşkodra direnmektedir.
Karadağlıların ordusunun o ilk günkü gıcır gıcır halinden eser
yoktur. Ordunun yarısı kale etrafında
çakılı kalmış durumda diğer cepheleri izlemektedir. Bulgarların,
Yunanların yada başka birilerinin ardından saldırmayacağına dair bir teminat
yoktur. Ellerini güçlendirmek için kuzenleri Sırplardan destek isterler.
Sırplar peşi sıra üç tümen yani 30,000 kişi gönderirler destek olarak.
Yapar… Esat Toptani'nin iki yaveri paşayı 30 Ocakta kafasından
vurarak şehit eder. Toptani şartları lehine daha da sağlamlaştırmak ve biraz
daha savunmayı devam ettirip çevresindekilere karşı zevahiri kurtarmak için
savaşmaya devam eder. Tek adam olarak kurulacak Arnavutluk ‘un kralı olmak
ister. Gerçi Karadağlıların ve Sırpların bölgede değil bağımsız bir Arnavutluk
‘a izin vermek tek bir müslümana tahammülü yoktur. Çok büyük bir saldırı
yaparlar ama gene sonuç alamazlar.
Sırplarla yakınlaşır. Kurulacak Yugoslavya'ya katılacağına dair
anlaşmalar imzalar kafasına göre. Kimi zaman İtalyanlarla dans eder.
1920 ‘de Paris'te Arnavut bir öğrenci tarafından “ülkeyi Sırplara
satmak ve Arnavutluk zararına işler yapmak” nedeniyle öldürülür. Paris'te Sırp
Askeri Mezarlığı'na merasimle gömülür. Ne demeli, etme bulma dünyası. Türk ırkını
sırtından vurup da kafası yastığında huzur içinde öleni tarih ne zaman yazmışta
bu Arnavut için yazsın.
Dönüşe geçerken peşimize küçük köpekler takılıyor. Buradaki
köpekler boyut olarak ufak tefek. Şöyle ki böyle kırsal bölgelerde insan ister
istemez büyük köpekleri beklerken bu sevimli sokak köpeklerinin peşinize
takılması oldukça şaşırtıcı geliyor. Alışılmadık bir görüntü olarak sokakta
sahipsiz bir kedi bile gördük.
Biz de turlamaya gidiyoruz. Burada ne işi olduğunu çözemediğim
sahipsiz Malta elçiliğinin kapısındaki perforje haç ve rengi solmuş Malta
bayrağını saymazsak bir numarası yok. Evler, binalar göz okşuyor, yakın zamanda
elden geçtiği aşikar. Burayı daha önceden gezen arkadaşlarım şehirde Osmanlı
etkisinin çok fazla olduğunu söylemişlerdi ama ben böyle bir şeyi hissedemedim.
Açıkça İtalyan etkisi mevcut.
Ara sokaklara girip çıkıyor ve geldiğimiz yoldan, otelin bir
paralelinden 28 Nentori Caddesi'ne giriyoruz. Kole Idromeno Caddesi gibi burası
da restoranlarla, kafelerle bezenmiş hoş bir cadde. Burayı turlayıp uzunca bir
kavisle ana caddeye dönüyoruz. Yol üzerinde Peja Grill denilen bir mekana girip
karnımızı doyuruyoruz.
İşkodra tahminlerimin ötesinde bir yer olarak listeme girdi.
0 Yorumlar
Yorumlarınız