Hama'dan ayrılma vakti. Check out için resepsiyona uğruyoruz. İlk yoklama şu kadar şişe su içmişsiniz şeklinde. "İçmedik, dışarıdan aldık" diyorum. Neyse gerçeği kabulleniyor. Bu kez anlaştığımız bedel olan 2000 SP yerine 4000 SP istiyor. Ben bastırınca da odaları karıştırmışız kusura bakma deyip 2000 SP ‘yi kabul ederek hesabı kapatıyor.
Şam. Yörenin en büyük kenti. Pek çok adı var. Damaskus, Dimaşk gibi adları da en az Şam kadar çok kullanılmakta. Yaseminlerin şehri diye de anılıyor. Zaten Nisan ayında şehirde yasemin festivali yapılmakta.
Burası da oldukça eski bir şehir. 1000 ‘li yıllarda
başlayan Türk hakimiyeti kimi zaman kesintilere uğrasa da 1. Dünya Savaşı'nın
sonuna dek sürer. Her uğradığımız şehrin kaderi burada da yaşanmıştır. Devamlı
el değiştiren şehir, deprem, veba, Timur gibi afetleri şiddetli bir şekilde
yaşar. Timur şehri yağmaladıktan sonra işe yarar nüfusu Semerkand'a nakleder.
Günümüzde burj al-ru’us olarak anılan
yer adını o günden almıştır. Kelle kulesi...
1516 ‘da Osmanlılar şehri ele geçirir. Yavuz şehre girer.
İslam alimi Muhiddin Arabi ‘nin mezarını arar, buldurur ve buraya bir türbe ve
cami yaptırır. Şehrin ilk Osmanlı yapıları da bunlar olur. 1918 ‘de Türkler
şehirden çekilir. Araplar bayram yapar, çekilen Türk askerlerine ateş açarlar.
Aradan yıllar geçer ve hamileri Fransızlar da şehrin merkezini topa tutup yakar
yıkar.
Yolculuk tekdüze. Uzun ama çok uzun bir süre kıraç
topraklardan geçtik. Suriyeliler ağaçlandırma için çok çaba harcıyorlar ama
işleri çok zor. Sadece toprak, çakıl ve kum kaplı tepeler masmavi göğe tezat
oluşturacak şekilde ufku kaplıyor.
Sonunda otobüs Şam'ın Harassa garajına yakın bir yerde duruyor. Hemen taksiciler musallat oluyorlar. Taksicilerin otellere adam ayarladığını okumuştum. "Al Haramein" diyorum, Uğur "Rabia" diyor adam ikisi de yakın diyor. Tam kurt. Sonra Al Macid ve diğer otelleri tanıtan ilanları gösteriyor. Gecesi iki kişiye 2500 SP diyor. Pahalı diyorum. "Haramein" diyorum. 1500 SP ‘ye iniyor fiyat. Uğurla birbirimize bakıp "tamam" diyor otele gidiyoruz.
Adam 200 SP alıyor. Otelin girişi güzel. İyi diyoruz
birbirimize. Resepsiyon iki gecelik parayı peşin istiyor. İlginç gelse de
ödüyoruz parayı. Asansöre biniyoruz. Sürpriz büyük. -1 ‘e iniyoruz. Zeminin
altında, penceresi olmayan bir odadayız. Küveti, vantilatörü ve televizyonu var.
29 Mayıs Caddesi'nin başındaki heykelden merkeze
ilerliyoruz. Her köşede bir polis var. Bizde gördüğümüz her polise turizm
bürosunu soruyoruz ama nafile. Camii Kebir diyerek Emevi Camii'ne gidiyoruz. Ama
çok açız. (Turizm bürosu 29 Mayıs Caddesi'nde, Al Khamal restoranının yanında
imiş. Defalarca önünden geçmemize rağmen göremedik. Ahmaklık bizde mi yoksa
Suriyelilerde mi?)
Merjeh Meydanı'na geliyoruz. Şehrin kalbi burası. Sultan Abdülhamit
tarafından yaptırılan bir anıt mevcut. Demirden yapılan anıtın Şam ‘a telgrafın
getirilmesine şükran amacıyla dikildiğini öğreniyoruz. Anıtın üzerinde
Yıldızdaki Hamidiye Camiinin bir modeli var. Cemal Paşa Osmanlıya karşı isyan
ettirdikleri gerekçesiyle sekiz Arap'ı burada, belediye binasının önünde
sallandırır. Bu meydan böylece Arap tarihinde ve Hafız Esad’ın Türkiye karşıtı
propagandalarındaki yerini almış olur.
Bir sağa bir sola koştururken Derviş Paşa Camii'nin önünden
geçiyoruz. Yiyecek bir şey bulamayınca gözümüzü karartıp esnaf lokantası benzeri
bir yere giriyoruz. Temiz bir yer. Halep kebabı ve kola istiyoruz. Ugarit kola
geliyor. Suriyelilerin kendi kolası bu. Halep kebabı ise bizim Tire köftesine
benziyorsa da eti biraz daha gevşek. Bol maydanoz ve güzelce bir sos ile servis
ediyorlar. İki kişi 410 SP ödüyoruz.
Osmanlının şehre kazandırdığı önemli yapılardan birisi bu.
Çarşının içerisinde uzunca bir süre iki katlı dükkanların arasından
yürüyorsunuz. Tavanı örten herneyse delikler oluşmuş. Kafanızı kaldırıp
baktığınızda gökyüzündeki yıldızları görüyor gibi oluyorsunuz. O deliklerden
içeri süzülen ince ışık huzmeleri özellikle çarşının loş bölümlerinde sihirli
bir hava katıyor ortama.
Envai çeşit mal satılmakta dükkanlarda. Ortada seyyar
satıcılar dizilmiş başka şeyler satmaktalar. Bisikletler insanların arasından
vızır vızır geçmekte. Hepsinin kontrollü, usta biniciler olduğunu gözlemledim.
Başka bir hayatın başka kurallarla oynandığı sevimli,küçük bir dünya burası.
Çarşıdan çıkarken sizi dev sütunlar karşılıyor. Karşımızda
Emevi Camii. Caminin ana kapısından girmeden durup sağımıza bakınca
Safranbolu'da, Beypazarı'nda, Mudurnu'da görebileceğiniz tarzda bir iki bina
görebildik. Şaşmaya gerek yok. Son doksan yılı saymazsak bin yıldır canımızla,
kanımızla bu topraklardayız. Araplardan fazla hakkımız var bu topraklarda.
Kitabıma, dinime uzanan haçlının bileğini
tutup yere yapıştıran benim atalarım. Neyse sağda gene Osmanlıdan kalan
üzerinde Abdülhamit'in mührünün olduğu bir de çeşme var.
Avluya girdik. Sanki Venedik'te, San Marko Meydanı'ndayız. Fazlası
var eksiği yok. Avluya girilen kapının etrafındaki duvarlar renkli mozaiklerle
bezeli. Avlunun zeminindeki mermerler
caminin ve dolanan insanların görüntülerini yansıtmakta.
Cami tahmin edebileceğiniz gibi bir Bizans katedrali üzerine kurulmuş. Bizanslılar katedrali Romalıların Jüpiter Tapınağından çevirdiği bir kilisenin yerine yapmış. Jüpiter Tapınağı'nı yaparken Romalılar, Aramilerin inşa ettiği Hadad tapınağını yıkmış J Hep aynı.
Başlangıçta, Müslümanlar şehri ele geçirdiklerinde yapıyı
Hristiyanlarla ortak kullanmışlar. Sonra 1. Velid zamanında 706 – 715 yılları
arasında hristiyanlara yüklüce altın ve üç kilise yeri vererek Müslümanlar
burayı devralmış.
Dev avlunun batısında (ki caminin boyutu 96*157 m.) hazine kubbesi de denen sekiz korint sütununun taşıdığı bir yapı var. Doğuda da yine aynı tipte ve sayıda sütunun sırtladığı Zein al–Abidin kubbesi var.
Caminin içine de girdik.
Bir zamanlar Hereke'deki halı fabrikasında dokunup Sultan
Abdülhamit tarafından camiye hediye edilen iki yüz parçalık halının yerinde
şimdi yeller esmekte. Ama Osmanlı çinileri hala yerlerinde.
Dışarıda Hz. İsa ‘nın inip deccal ile dövüşeceği ak minareyi arıyoruz. Ama üç minareden hangisi bunu bilmiyoruz. O esnada Türkçe bir ses bize yardım teklif ediyor. Nereden öğrendin Türkçeyi diye soruyorum. Lazkiyeliymiş, Türkmenmiş. "Biz sizinle yaşarız, sizi seyrederiz, size bakarız" diyor o da. Türkiye'ye selam gönderiyor. Canım, başım üstüne. Minarelerden hangisi o da bilmiyor.
Çıkışa ayakkabıları saklayan görevlinin yanına gidiyoruz.
Adam, caminin doğusunda kalan (girişe göre ilerideki, caminin arkasında kalan
minare) minare olduğunu söylüyor. 25 SP veriyorum. İstemiyor. Israr edince dualarla alıyor. Kıblenin karşısında
kalan yani iki minarenin arasında kalan beyaz minare ise Gelin minaresi olarak anılmakta.
Sırada Selahaddin Eyyübi ‘nin türbesi var. Girişin soluna
doğru biraz ilerlerseniz görebiliyorsunuz. Kırmızı kubbeli bir yapı. Kısa bir
rampanın aşağısında Roma tapınağından kalanlarda görülebiir.
Zengi döneminde önemli bir general ailesinin eğitimli bir
çocuğu olarak hızla yükselmiş. Yükselmiş de Tanrının inayeti mi yoksa başka
güçler mi var bu yükselişte düşünmeye değer. Selçuklu Atabeyi olan Nureddin
Zengi ‘nin, onun küçük yaştaki oğlunun, Eyyübi'nin amcası Şirkuh ‘un peş peşe
ölümleri düşündürücü. Bununla beraber Haçlılar, Zengiler, Haşhaşiler, Türkler,
bilumum büyüklü küçüklü kabilenin güç yarışı sırasında sabırla mücadele edip
başarıyla çıkar.
Kendi içinde güç birliğini sağladığında birbirini yiyen diğer islam uluslarını birleştirmeye çalışır ve haçlıların üzerine yüklenir. Başta Kudüs olmak üzere neredeyse tüm Haçlı şehir ve kalelerini ele geçirir. Tüm bunları yaparken psikolojik yöntemleri de azami ölçüde kullanır. Gerektiğinde affeden, tarafsız bir yargıç, gerektiğinde acımasız bir generaldir. Ama dürüsttür ve herkes buna saygı gösterir. Öyle ki Dante için bile İlahi Komedyada Hristiyan olmayan ama insanlığa yararı olan tek Müslümandır ve yazar ona cehennemim limbus katında yer verir.
Eyyübi kuşattığı kalelerden birinde düğün yapıldığını
duyunca düğündekilerin rahatsız olmamaları için mancınıklarına kalenin başka
burçlarını hedef aldırtmış, iyi savaştığını düşündüğü aslan yürekli Richard ‘ın
atının yaralandığını görünce ona iki tane kaliteli Arap atını savaş sırasında
hediye etmiş bir insandır. Sadece Tamplarlardan nefret eder. Çadırına gelen Le
Ranaud ‘u kendi elleriyle öldürür ( ki adam cidden kaşınmıştır ) ve sonrasında
“kral kralı öldürmez ama bu küstahlıkta çok ileri gitmişti” der.
Bonkördür. Varını yoğunu dağıtır. Muhasebecileri bile, acil işler için kullanılacak bir miktar parayı kendisinden saklarlar. Öldüğünde kendine ait pek fazla bir parası yoktur. Denir ki tellallar “Duyduk, duymadık demeyin! Kudüs' ü fetheden; hazinesinde altınlar, mücevherler bulunan Sultan Selahaddin ölmüştür! Mezarına amelleri dışında sadece kefen bezini götürebilmiştir!” diye dolaşmıştır ülkenin her sokağında.
Konumuza dönelim. Selahattin Eyyübi ‘nin türbesinde
fotoğraf çektirmiyorlar. Buna karşın içerisini biraz anlatayım. İçeride biri
ahşap diğeri süslü mermerden yapılmış iki sanduka bulunmakta. Mermer olan Alman
imparatoru II. Wilhelm ‘in hediyesi.
Müslümanların hamisi rolünü oynarken yaptıklarından biri sadece. Büyük savaşçı
sağdaki,sade sandukanın altında yatmakta. Ruhu şad olsun.
Bir anektod daha vereyim. Yukarıda da anlattığım gibi
Selahaddin Eyyübi haçlılara karşı başarılı mücadeleler verip Kudüs gibi pek çok
şehri onların elinden geri alabilmiş. 1.Dünya Savaşı sırasında Türk ordusu Şam'dan
çekilip İngilizler şehre girdiğinde İngiliz ordularının generali Allenby ilk iş
bu türbeye gelmiş. Ayağını sandukanın üzerine dayayıp “Yine geldik Selahaddin ”
demiş. Avrupalının kindar kafası.
Bu da büyük projelerimizden birisiydi. İmparatorluğu baştan
başa havadan kuşatan bir posta ağı kurmak. Ama olmadı. Bu uçuşlar sırasında ilk
hava postası yerine törenlerle ulaştırıldı. Fakat şanssızlık nedeniyle önce
Fethi Bey ve yardımcı pilot Sadık Bey uçtukları Muavenet – i Milliye isimli uçak 1914 ‘te Taberiye Gölü yakınlarında düşünce
şehit oldular. Yanlarında yatan üçüncü
şehit ise bir sonraki uçuş sırasında düşen uçaktaki (Prens Celaleddin uçağın
adı) Nuri Bey'dir. Diğer pilot sağ olarak kurtulabilmiştir. Yazıktır bu konuda da fazla bir araştırma
yapılmamış.
Buradan çıkıp sokaklara karışıyoruz. Kimi sokakların
başlarında bazı levhalar var. Elinizde bir rehber kitap yada harita yoksa bile
bu levhaları izleyerek sur içi kısmı rahatlıkla dolaşabilmeniz mümkün. Suriyeliler
kültür turizminde sağlam adımlarla geliyorlar. Biz ülkemize fakir Avrupalıları,
ahlaksız Rusları doldurup kaliteyi düşürürken adamlar uzun vadede meyveleri
toplayacaklar.
Sokaklardan bahsedeyim. Sanki Osmanlının son günlerindeki İstanbul tasvirlerinden birisinin içerisindeyiz. O sokak senin, bu sokak benim gezdik. Suriyenin farkında olmadığı renklerini, farklılıklarını, zenginliklerini farketmeye çalıştık. İki hedefimiz kaldı bu gün. Hicaz demiryollarının Şam garı ve Süleymaniye Tekkesi.
Bu sonuncuyu kime sorsak bir yanıt alamadık. Siz siz olun
boşuna polislere bir şey sormayın. Olduğumuz yerden yaklaşık iki km yürüyerek
ulaşabileceğimiz bir yere gelmek için abartısız saatlerce dolandık.
Neyse ki eldeki ile yetinmeyi bilen bir kültürden geliyoruz.
O çarşılarının hepsini dolaştık. Nerede ne satılır, hepsini biliyoruz artık.
Rastlantı eseri girdiğimiz Seyyide Rukiye türbesi ve camii de görülmeye değer.
İlginç bir yer.
İçeriye bakıyorum. Türbede paralar, bebekler. Dilek tutanlar dileklerini atıyorlar. Arkamdaki adam bir bebeği türbenin içine atıyor. "Bam" diye bir ses geliyor. Türbe bölümü yeşil ağırlıklı renklerle bezenmiş. Türbe girişindeki görevli nereli olduğumuzu soruyor. Türkiye dediğimizde adamdaki ciddi ifade değişiveriyor. Konuşuyoruz. İlginç bir ortam. Fatiha okuyup avluya çıkıyor ve sevimli bir çocuğun fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz ama nafile. Biraz soluklandıktan sonra cami kısmına geçiyoruz. Pek görülebilecek bir şey yok. Fazla oyalanmayıp yollara düşüp Süleymaniye Tekkesi'ne gitmeye çalışıyor. Şam nüfusunun önemli bir kısmı ile irtibata geçiyoruz. Nihayet bir turizm polisi bize doğru yolu tarif ediyor.
Görevli ile konuşuyoruz. Adam Abdülhamit ‘e dualar ediyor. Gerçektende konuştuğumuz gibi büyük bir proje bu. Abdülhamit ‘in büyük hamlesi görünürde İstanbul ‘u Mekke ‘ye direkt tren yolu ile bağlayacaktı. Bununla beraber devamlı isyanlarla boğuşulan bölgede asker ve para nakliyesi hızlanacak, sultanın gücü bir kez daha alem-i islamiyye ‘ye gösterilecekti.
Bunun için devlet bütçesinin muazzam bir miktarı (yaklaşık
%18 ‘i ) bu işe aktarıldı. Memur maaşlarından kesintiye gidildi, dışarıdan borç
alındı. Kurban derilerinin gelirlerine bile el konuldu. 1 Eylül 1900 ‘de burada,
Şam'da başlayan çalışmalarda harcanan paranın, ölen işçinin haddi hesabı yok.
Tam dört yıl sonra döşenen ray 460 km ‘ye ulaşmıştı.
Avrupa basını olaya “Osmanlı yeniden diriliyor” şeklinde
haberlerle yaklaşıyordu. İran ve diğer bazı islam devletlerinin ilgi ve memnuniyetle olaya yaklaştıkları
görülüyor. Ama aslında İngiltere'nin kontrolünde olan ve sadece kağıt üstünde
Osmanlılara bağlı bu topraklarda demiryoluna karşı gruplar da mevcuttu. Hac
yolunu korumakla görevli olan (aslında hacılara saldırmasın diye rüşvetle
dizginlenen ve bunu sürre alayı adı altında alan Bedeviler) Bedeviler gelirleri
elden gidecek diye, Mekke şerifleri ve valisi gibi yerel otoritelerde
Osmanlının bu şekilde eskisi gibi yönetimi kontrolleri altına alacağı için
engel olmaya çalışıyorlardı. İngilizler projeyi finansal açıdan engellemeye
çalışıyor yada Akabe körfezine dek rayların uzatılması halinde savaş açacakları
gibi tehditlerle direkt yukarıdaki hainleri de el altından maddi olarak
destekleyerek durdurmaya çalışıyorlardı.
Osmanlı 1918 ‘de yöreden gittiğinde döşenmiş binlerce
kilometre tren yolu ve çok sayıda istasyon binasını bırakmıştı. Tıpkı Selanik‘e dek trenlerin Osmanlının
döşediği rayların üzerinde yine Osmanlının inşa ettiği istasyonlara uğrayarak
gittiği gibi Suriye ve Ürdün arasındaki yolculuklarda aynı şekilde Osmanlının
parası ve emeği üzerinde gidip gelmekte. Yıllardan 2009 Eylül ayı. Ve halen
değişen bir şey yok.
Düm düz yola devam ediyoruz. İlerilerde iki minareyi görünce külliyeye geldiğimizi anlıyoruz. Çifte minareli cami inşa etmek sultan ve ailesine mahsus bir davranış idi. Kapıdan içeri girince sağlı sollu, turistik eşya ve takı satan dükkanların oluşturduğu araştayı görüyoruz. İlk solda bir avlu ve akabinde insanların namaz kılmak için içine girdikleri küçük,tek kubbeli, basit bir cami var. Ama içindeki çinileri oldukça güzel. İmama Vahdettin ‘in türbesini soruyoruz. Caminin yanında diyor. İçinde olduğumuz camiyi Selim-i Sani (yani II. Selim), diğerini Sultan Süleyman Kanuni bin Selim-i Evvel yaptırdı diyor. Bu kadar teşrifatlısını canlı olarak duymamıştım.
Dışarı çıkıyoruz. Arastanın öteki kapısını açıyoruz. Meğer ana cami burada imiş. Kapısı kapalı. Tipik çifte minareli selatin camii. Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş. İçeride bir görevli var. Selamlıyoruz, selamımızı alıyor ve yanımıza geliyor. Derdimizi anlatıyoruz. Cami avlusuna buyur ediyor ama anahtarları olmadığı için "hazireye sabah 7 gibi gelin" diyor.
Dönüyoruz. Bir şeyler atıştırıp turlayacağız. Yemek işini
rastlantı eseri gördüğümüz büfe benzeri Subway restorana hallediyoruz. Al
Khamal ‘e girmeyi başka bir güne bırakıyoruz. Adam başı bir kola, bir sosisli
sandviç 85 SP. Doyurucu.
Akşam haybeye epeyce dolandık. Yorgunluktan yığılacak
gibiyiz. Sonunda otele dönüyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız