Kahvaltıyı nerede yapıyoruz diye sorduk ve resepsiyondaki
adam bize birer tane kupon verdi. İçi Türk dolu olan kalbur üstü bir pastane
burası. Standart kahvaltının ardından bizi Kutaisi'ye götürecek bir araç
arıyoruz. Artık çözdük Batum'u. Elimizle koymuş gibi buluyoruz ama aracın
dolmasını beklemek mesele.
Araç doluyor. Geleneksel olarak ayakta da durması için bir
kaç yolcu daha alınınca kalkar hale geliyoruz. Şoföre defalarca "Kutaisi'ye varınca indir bizi" diyorum. "Tamam" diyor, önümüzde bir Azeri genç var. “Haber veririm abi” diyor.
Epeyce bir yol gidiyoruz. İlginç ve aklımda kalması pek mümkün olmayan onlarca yerleşimi geride bırakıp ilerliyoruz. Yemyeşil ama ıslak bir dünya burası. Motosikletçilerin sevdiği rotalardan diye duyardım hep ama tek bir motosiklet bile görmedik kaç gündür.
Kutaisi yazan bir yerleşime geldik. Kutaisi Tiflis'in en büyük
rakibi ve ülkenin eski başkenti olduğu için bu yeri pek Kutaisi'ye
yakıştıramadım. Zaten milyon kere uyarılmış şoförden de Azeri gençten de ses
çıkmayınca üstelemedim ama bir sonraki Kutaisi yazısından sonra yerleşim
yerleri azalınca bağırmaya başladım. Azeri genç “çoktan çıktık” deyince neden
haber vermediğini sordum, duymazdan geldi. Neyse Osman'ın çekiştirmesiyle herife
dalamadan inmek zorunda kaldım.
Durum raporu… Sırtımda devasa bir sırt çantası. Önümde asılı
küçük sırt çantası ve sağımda sallanan fotoğraf makinasının çantası. Osman ise
farklı değil. Görüşü sıfırlayan bir yağmur içinde çamurlara bata çıka
ilerliyoruz. Trafik ise manevra yapan askerler nedeniyle milim ilerlemiyor.
Sinirlendim, "yürüyelim" dedim. Epeyce yürüdük. Bir parkın yanında dayanamadık
polisin birine gidip yardım istedik. Adam bir şey demedi, yağmura aldırış
etmeksizin yerinden çıkıp yola girip bir minibüsü durdurup adama bir şeyler
deyip bizi bindirdi.
Minibüsün içi neredeyse boştu. Öyle sıcaktı ki Osman'ın ve benim üzerimdeki giysilerin üzerinden sanki tutuşuyormuşuz gibi dumanlar çıkıyordu buharlaşmanın etkisiyle. Bir süre sonra şehir merkezine yakın bir yerde bizi indirdi.
Şoförün işaret ettiği yönde bayır aşağı ilerledik bir
müddet. İlginç, hoş, ne olduğunu anlayamadığın Gürcü mitolojisinden imgelerle
kaplanmış devasa bir havuzun yanında gençlerden oluşan bir gruba sordum
kalacağımız evin adresini. Öğrenci kız hemen, akıcı ve anlaşılır bir İngilizce
ile bize tarifini yaptı ve kalacağımız yere gidiverdik.
Bir cadde üzerinde müstakil bir ev burası. Yaşlıca, bir kolu
çolak bir kadıncağız ile pis kokan kurt köpeği kalmakta. Kadın zerre İngilizce
bilmiyor ama Almanca anlıyor az da olsa. Neyseki evdeki bilgisayar ve google
translate biraz işe yarıyor. İzbe, karanlıkça bir odada kalacağız. Islak
elbiseleri çıkarıp dışarı fırlıyoruz.
Eski başkent tarihi olarak çok şeyler yaşamış. Kutaisi Gürcü dilinde 500 anlamına gelmekte ama nedenini öğrenemedim. Neyse, Yavuz'un daha şehzadeliği zamanında ele geçirilmiş tüm bu topraklar. 1790 ‘lara kadar da bizde kalmış. Balkanlardaki “Köprü Faciası’nın” Kafkasya versiyonu ile de tüm topraklar elden çıkmış. Şehirde bir Türk izi yok. Aslında çokta bir şey yok. İki devasa kilise Unesco listesinde ve biz de bunların peşindeyiz.
İlk hedef ileride yer alan tepenin üzerindeki Bagrati
Katedrali. Rioni Nehri'nin üzerinden geçip ilk iş minibüsçülere Mestia'ya gidişi
soruyorum. Yanıt yok. İğreti yollardan tepeyi çıkıyoruz. Doğal gaz burada
evlere yer üstünden verilmiş. Ana hat kalın bir boru. Mahallelere daha incesi
giderken en inceleri evlere ulaştırıyor medeniyeti. Osman ile bunlara araç
çarpmıyor mu diye soruyoruz defalarca.
Sonunda tepeye ulaşıyoruz. Klasik bir Gürcü kilisesi. Bagrati
ailesinin döneminde 1000 ‘li yılların
başında inşa edilmiş. 1692 yılında, Osmanlı döneminde bir patlama kubbeyi ve
iki duvarını yıkıp yapıyı bir harabeye döndürse bile Gürcüler için bir hac yeri
olarak kalmış. Yakın zamanda da ki bu 2010 lu yıllar olmakta. Günümüzde ise
şehrin yeni kısmına tepeden bakan gıcır
gıcır bir yapı adeta. Zemindeki taşlar tarihi geçmişini inkar etmiyor.
Dışarı çıkıyoruz. Görevliler yerel Gürcü kıyafetleri ile
dolaşıyorlar. Bir grup geliyor ve kızlar ilahi olduğunu tahmin ettiğim bir
ezgiyi papaz ve görevlilerle beraber söylüyorlar. Papazlardan biri yüzünün her
haliyle tam bir laz. Adama bakıyorum o da bana bakıyor donukça. Şota'nın
reklamlardaki bakışını gözünüzün önüne getirin. Adam bana “ne pakaysun uşağum”
dese şaşmam.
Şehri adımlıyor, şuursuzca bir yürüyüşün ardından vardığımız Mc Donalds’da yemek işini hallediyoruz. Buradaki minibüs durağındakiler Mestia'ya yarın bir araç “belki” olabileceğini söylüyorlar ama niyetleri taksi bağlamak bize. 5 saat yola 200 dolar diyorlar. Sakin kalıyorum.
Güzelce bir iki sokağı aşarak merkezdeki parka ulaşıyorum.
Burada bir taksici 150 ‘ye düşüyor fiyatı. İlerideki polis arabasını gözüme
kestirip yanına gidiyor ve İngilizce olarak Mestia'ya nasıl gidileceğini
soruyorum.
“Rusça konuş” dediğinde bilmediğimi söylüyorum. Rusça bilmiyorsam buralarda işim neymiş diyor yarım yamalak İngilizcesiyle. “Türkçe konuş” diyorum. “Neden?” diyor pis pis sırıtarak. “Evde öğretmediler mi? Beşyüz sene yönettik öğrenemediniz mi?” diye bağırıyorum. Osman koluma girmiş her zamanki gibi beni beladan uzaklaştırıyor. “Manyak mısın polisle kapışıyorsun? Adam içeri atsa seni nasıl çıkarsın?” sözlerini başta itirazlarla karşılasam da düşündükçe dostumun haklı olduğuna hak veriyorum.
Ne saçma sapan bir andı. Gürcü ülkesinde devletin polisi
Rusça konuşmam, bense onun Türkçe konuşması için sokak ortasında İngilizce
bağrışıp kapışıyorduk.
Ağzımın tadı kalmadı. Gelati Manastırı'na gidecektik ama
vazgeçtim. Zaten gerekli gereksiz yürümekten ayaklarımıza kara sular indiği
için yorgunluktan ölüyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız