Araçtan belediye binasının karşısında iniyoruz. Bir yanımızda Seguru Nehri ve üzerindeki köprüler, öte yanda ise Katolik Paskalyası'na hazırlanan şehir yönetiminin yerleştirdiği Paskalya yumurtaları. Ara sokaklara girip şehrin katedraline ulaşıyoruz. Diğer şehirlere kıyasla zayıf sayılabilecek bir kilise burası. Ama gene de oldukça zarif işlemeleri ve heykelleri ile görmeye değer. İçine de dalıyorum ama pek bir şey yok.
Meydanın yanında piskoposun ikametgahı da var. Oraya da giriyorum. Kimsenin bana ne yapıyorsun hop, hup bir şey dediği yok. Buradan çıkarak eşimle beraber şehrin sokaklarında kaybolmaya başlıyoruz. Meydanın köşesinde duran, herkesin portakal dediği ama benim turunç olduklarında ısrar ettiğim ağaçların çiçeklerinden yayılan koku her yerde…
Nehir tarafına geçiyoruz. Nehrin içine devasa bir balık heykeli
yapmışlar. Görseniz sanki sudan sıçrıyormuş sanacaksınız. Rivayete göre bu
sardalya imiş. Bana ilginç gelen ise nehir kıyısındaki yapıların pencerelerinin
oldukça alçakta olması. Rutubet ve fare olaylarını saymazsanız her taşkında
evlerin içinin de su dolacağı ortada.
Yollardayız. İlerilerde, karlı sırtları ile ufku kaplayan Sierra
Nevada dağları Endülüs ‘ün sınırlarını belirliyor. Burada bizim Kapadokyadaki
gibi duvarların, dağların içlerini oyarak oturan insanlar var sanırım. Bu tarz
ama genelde boş olan yapılar gördük. Belki depo belki de mevsimlik olarak
kullanıyorlar. Ayrıca ekili alanların zeytinlik diğer kısımların ise kavaklarla
yeşil tutulduğu da fark ediliyor yol boyunca.
Ve sonunda Endülüs ‘ün kalbi Granada'dayız. Ya da bizim tarihi kaynaklardaki adıyla Gırnata.
Burada Romalıların kurduğu kent daha sonrasında Vizigotların eline
geçer. Sonrasında da Emeviler tarafından fethedilir. Bize okulda öğretilen Endülüs Emevileri bu arkadaşlar
olmaktadır. Daha sonra genelde birbirleri ile didişip savaştıkları için değişik
Müslüman emirlik ve hatta fraksiyonlar arasında el değiştirir. Misal,
Granada'nın son sultanı 12.Muhammed aslında Nasri Hanedanı'na bağlıdır.
Neyse hızlıca geç kaldığım bir bilgiye vermeliyim artık. Biz de,
artık geri dönülemeyecek bir karar alındığında kullanılan “gemileri yakmak”
deyimi bu topraklardaki bir olaydan gelmiştir. Emevi komutan Tarık bin Ziyad
600 adamı ile buraya çıkar. Askerleri kaçmasın ya da geri dönmeyi düşünmesin
diye gözlerinin önünde gemileri ateşe verir. Ve askerlerine der ki, “ardımızda
düşman gibi deniz, önümüzde deniz gibi düşman var. Artık geri dönmek yok”
Sürekli artan topraklar, zenginlik ve serbestlik sanat ve
ticaretin gelişmesine ama halkın gevşemesine neden olur. Ama artık Pirenelerin
ötesine geçiş mümkün olamayınca Arap emirlikleri birbirlerini yemeye başlar ve
küçük hristiyan prensliklerini de görmezden gelir yada savaşlarında
kullanırlar.
Ama ne demişler; su uyur düşman uyumaz. Hristiyanlar otorite
boşluğundan istifade ederler ve krallıklar kurulmaya başlanır. Hatta İspanya'nın
kuzeyi ve Portekiz Müslümanların ellerinden kayıp gitmiştir ama ne gam… Vurdumduymazlık
had safhadadır. 1236 ‘da Kordoba ve 1248 ‘de Sevilla Hristiyanların eline
geçerken Granda da Müslüman sultanlar Alhamra Sarayı'nı inşa etmekle
meşgullerdir. Hristiyanlara karşı birlik olmak yerine birbirlerini yemeye devam
ederler hatta ihtiyaç duyduklarında Hristiyan krallardan destek de almışlar.
Sonrasında yarımadanın en büyük iki krallığının başındaki Aragon Kralı 2.Ferdinand ve Kastilya Kraliçesi İzabel evlenerek güçlerini birleştirirler. Bu olay “reconquista” denilen seferberliğin en büyük ittifakı olmuştur.
Granada'yı da alırlar. Granada son kale ve en gelişmiş İslam kentidir. 12.Muhammet (Avrupa kaynaklarına göre Boabdil) şehrin kanlı bir şekilde istila edilmesini önlemek için şehri can güvenlikleri karşılığında teslim eder. Fas’a doğru giderken bir ara durup geri döner ve yitirdiği kentine bakar. Göz yaşları sessizce akmaya başlar. O sırada annesi tarihin en acımasız ama gerçekçi sözlerinden birini söyler. “Zamanında erkek gibi savaşsaydın şimdi karı gibi ağlamazdın”
Boabdil Fas ‘a geçer. Başlangıçta Endülüs'te her şey iyidir.
Göreceli olarak tabii. Müslümanlar ve Yahudiler de şehirde yaşamaktadırlar. Gün
geçtikçe baskılar artar. Fakat kraliyet Yahudilerle Elhamra Kararnamesi'ni,
Müslümanlarla da Gırnata Kararnamesi'ni imzalayarak yaşamlarını güvence altına
alır. Sonunda, Hristiyan efendiler tarafından önlerine iki seçenek sunulur. Ya Hrİstiyanlığa geçeceklerdir ya da şehirden gideceklerdir. Canlı olarak başka bir
dine inanan birisinin canlı olarak şehirde olmasına artık imkan yoktur. Kimi
şehirden ayrılır ve yollarda soyulur, kurda kuşa yem olur. Kalanlar ise
çoğunlukla görüntü olarak Hristiyan olmuş, evlerinde yada kendi oluşturdukları
çevrelerde dinlerine devam etmişlerdir.
Hikaye böyle bitmiyor tabii… Avrupa tarihinden bahsediyoruz. Şehrin ele geçirildiği gün bir bayram olarak kutlanmaya başlanır. Bitmek bilmeyen şölenlerde şarap su gibi akmaktadır, evlerine gidenlere de yolluk niyetine domuz etleri verilir. Ama kilisenin adamları şüphelendiklerini izlemektedir. Her kim aldığı eti yemeden atarsa askerler hemen o evi basar. Ardından Turkomeda ve acımasız engizisyonu çalışmaya başlar.
Müslümanlar, orduların gelemeyeceği dağlık alanlara kaçıp oralarda
yerleşimler kurarlar. Bu sırada Türk korsanları ve hatta İstanbul bu insanlara
din ayrımı yapmaksızın yardım etmeye başlar. Türk korsanları on binlerce insanı
Kuzey Afrika'ya naklederken Katolik devletlerin donanmaları pek limanlarından
dışarı çıkmazlar. Bir, iki İspanyol denemesi
şimdiye dek görmedikleri tepkilerle karşılaştığı için sürdürülmez. Aydın
Reis, Kurdoğlu Muslihiddin ve Barbaros Kardeşler insanları taşımaya devam
ederler. Kimi Yahudiler İstanbul, İzmir ve Selanik ‘e kadar getirilir. Endülüslülerin
beklediği “Büyük Türk” gelmese de Türkler oradadır artık.
Bu durum pek çok kelime türetti. İspanyolca Mudejar, Arapça
Müdeccen hristiyan toprağında yaşayan Müslüman anlamına geldi. Marrano din
değiştirmiş Yahudi demek iken Morisko ise Müslümanlıktan Hristiyanlığa dönen
Arapları betimlemek için kullanılmaya başlandı.
Araçla direkt Alhambra'ya gidiyoruz. Bu saray kenti parça parça bir yerleşim. Gezilecek yerlere göre farklı fiyat gruplarına ayrıştırılmış. Özellikle Nizari Bahçeleri'ne gitmek için belirttiğiniz saatte orada olmanız şart. Bilet almak için internetten bir, iki ay önce işinizi bitirmenizi öneririm. Rivayete göre kaçak girişler mevcutmuş. 5. Karlos Sarayı'nın oraya girdiğinizde aradan sıvışma imkanınız varmış. Açık söylemek gerekirse eğer rehber sayesinde bilet bulamamış olsaydım burayı deneyecektim. Böyle bir şey yok. Burada da kontrol var. Zaten belirli noktalarda, kapılarda vb bilet kontrolü yapılıyor.
İçeri giriyoruz. Saray kompleksinin en eski kısımları buralar.
Eskiden bu tepe alelade bir kale iken askeri kısım olarak inşa edilmiş. Buradan
havuzlarla ve selvi ağaçları ile bezenmiş bir yoldan ilerleyerek “generalife”
kısmına ulaşıyoruz. Generalife arif ‘in cenneti
anlamına gelen “cennet-ül arif” kelimesinden türemiş. Rivayete göre bu kısmı
kışın kadınlar yazın ise erkekler kullanmaktaymış. Uçtaki saray kısmına gelene
dek ekstra bir güzellikten bahsedemeyeceğimiz bir şey. Fakat saray kısmına
girdikten sonra mukarnas sanatının en iyi örneklerine denk geliyorsunuz.
Bir yanda şehrin manzarasını görebileceğiniz pencereler, ortada bir havuz ve hemen hemen her duvardaki nakışlar. Sıklıkla yazan “la galibe illallah” yani “Allahtan başka kazanan yoktur” yazıları… Anlatması zor bir işçilik var burada. Sanattan çok geometri mi var burada yoksa sanat ve geometri beraber mi anılmalı çözebilmiş değilim. Sadece bakıyorum.
Buradan başka bir bahçeye geçiyoruz. Burada uğursuz olduğu
söylenen bir ağaç var. 7. Muhammet ‘in karısı sarayda yaşayan ailelerden
birisinin oğluyla işi pişirmektedir. Zaten gayet kıskanç olan sultan bir gün bu
ağacın altında karısını bir adamla görür ama kimle olduğundan emin olamaz.
Bildiği tek şey Abencerrajes ailesinden
birisi olduğudur. Bir kaç gün sonra aile tüm fertleri ile beraber saraya yemeğe
davet edilir. Hiç biri yemekten dönemez.
Yol üzerinde sarayın katedrali ve camisi olan yapı var. Katedrale dönüştürürken güzelliği de törpülenmiş.
Bu kısmın son önemli
parçası ise belki tek başına, bağımsız bir yapı olarak inşa edilmiş olsa zarif
bir yapı olabilecekken Elhamra içerisinde sırıtan 5.Karlos ‘un sarayı.
Dışarıdan masif bir yapı olarak görünen yapının arka tarafı ise yuvarlak ve
avlulu.
Sarayın diğer kısmı
ise güzel sanatlar müzesi imiş. Üst katına kadar çıktım. Turla gezmenin
handikapları işte. Kafanıza göre takılamıyorsunuz.
Buradan sonra
“alkazaba” kısmına geçiş yaptık. Bu kısım anladığım kadarıyla sarayın askeri
kısmı. Ferdinand ve İzabel burada çok büyük çatışmalar olacağını düşündüğü için
çok büyük bir yığınak yapmış. Bu askerleri gören sultan ise savaşın kanlı
geçeceğini ve sonucunun ise başlamadan belli olduğunu görmüş. Şehrin ve halkın
korkunç akıbeti yerine gururunu feda etmiş.
Bu kısmın hemen
girişinde hayatım boyunca gördüğüm en büyük erguvan ağacı vardı.
Çıkmadan önce şunu söylemem gerekir. Daha ihtişamlı bir yer bekliyordum. Çok büyük beklentilerle gittim ama aradığımı daha doğrusu beklediğimi bulamadım. Belki bunda zamanın, İspanyol engizisyonunun, sarayı önce topa tutup giderken havaya uçurmaya çalışıp bunuda beceremeyen Fransız ordusunun – dallama fransızlar-, insanların umursamazlığının payı çok. Neyse ki Amerikan elçisi Washington irwin burada konaklamak ister ve kalede meczub halde yaşayan yaşlı adamın anlattığı hikayeleri kaydedip yayınlar Elhamra'dan Hikayeler adıyla.
Zaten şehrin merkezinde, camiden katedrale dönüştürülen devasa yapıda İzabel, Ferdinand, kızları ve damadı kendilerine ayrılan şapelde yatmaktalar. Kadın tüm hırsıyla, tüm ruhuyla hedefini belirlemiş ve amacına ulaşmış. Bir zamanlar müslümanların en büyük kenti günümüzde dünyayı umursamayan üniversitelilerin şehri oluvermiş.
Barselona'da vb tapas
yemek dünya para iken Endülüs'te bu ne içerseniz için yanına ücretsiz olarak
gelen bir garnitür. Biz de böyle bir yere girdik, gelen garson çocuğa, müslüman
olduğumuzu, domuz etli olmayan birşeyler getirmesini istedik. Bize gelen
tapaslar Amerikan salatasını andıran bir görünüme sahip ama yanlarında ekmek
olmayan her biri avuç içini doldurabilecek büyüklükte mezelerdi.
0 Yorumlar
Yorumlarınız