Bu acayip, erotik ve dahi pornografik
isimli şehre gidebilmek için Braşov’dan ayrıldık. İki saatin az biraz aşan bir
yolculuğun ardından olabildiğince pejmürde, alabildiğince sefilane bir otobüs
terminalinde bitti yolculuğumuz. Yemyeşil, kesif ormanları yarıp geçen bol
virajlı dar yollardan sonra böyle bir yer olmamalıydı ama vardı işte.
Atladık bir taksiye. Taksi de
terminalden farksız bir görünümde; ama motor daha da beter olmalı. Yokuşu
çıkarken makinadan gelen iniltiler her an yolun kalanını yürüyerek
sürdüreceğimizi düşündürmedi değil.
Şehrin giriş kapısında bitti yolculuğumuz. Eski kent kısmına araçlar giremiyormuş zaten. Gerçi sonradan öğrendik ki Nasreddin Hoca Türbesi gibi bir şehir burası. Bu kısımda surlar var ama arka tarafta herhangi bir sur yok ve yeni kent ile bütünleşiliyor bir anda.
Sigişiora yada Macarların deyimi ile Sigişvar şehri küçük bir yerleşim. Bizde Macarlar gibi teleffuz etmeyi tercih etmişiz. Kim bilir bizden kaç kişi aynı esprileri yaptı yüzyıllar boyunca.Bu kentin kalesi 12. yy da inşa edilmiş. O dönemde adı “castrum sex” imiş. (Seks Kalesi değil ama; “Altı Kale” demekmiş.)
Eşyaları atıp dışarı çıktık. Eski kent
kısmı küçük bir alana yayılıyor. Burada dostum Sinan Bali ‘ye denk geldik
rastlantı eseri. O rotasını Bükreş, Temeşvar olarak çizmiş ve buraya Sibiu ‘dan
günübirlik gelmişti. Pek fazla beraber takılamadıysakta karşılıklı olarak yemek
yeme imkanımız oldu.
İlk durağımız Vlad ‘ın doğduğu ev.
Girişteki meydan ve saat kulesi arasındaki yolda yer alan sarı bir bina burası.
Şehrin en eski binasıymış ayrıca. Günümüzde Romanya standartlarına göre pahalı
sayılabilecek bir restorana dönüştürülmüş. Yemeklerin bir numarası yok. Fiyat
olarakta uçuk değil. Fakat yemek salonunun bir kat üzerinde gezegenin en kolpa
müzesi yer almakta. Şükürler olsun ki girişi çok az bir para idi.
Buradan saat kulesine gittik. Burada
işkence müzesinin yanı sıra şehir müzesi de yer almakta ama içeri giriş imkanı
bulamadığımız için dışarıdan bakınmakla yetinip “Yukarı Kilise”ye doğru
yöneldik.
Tepede bir kilise ve ötelere uzanan bir mezarlık var. Güzel mezar taşları olan, içerilere uzanan bir mezarlık. Hafif bir tül gibi taşların ve çalıların üzerine inen pusun altında daha bir değişik göründü gözüme. Bununla beraber ayaklarım bir türlü gitmedi. Mezarlığın hemen girişinden bastım deklanşöre. Gri bulutları aşan kış güneşinin dalların arasından sıyrılıp sise çarpmasını çekmeye çalıştım ama pekte beceremedim açıkçası.
Sonradan öğreniyoruz ki bu Sakson şehirlerinin yeniden inşası, bakımı gibi işlemler tamamen Alman hükümetinin maddi desteği ve gözetiminde yapılmaktaymış. Romen tarafı ise ellerini ceplerine atmaksızın bu masrafı birilerini yıkmanın ama turizm gelirlerini cebe atmanın mutluluğu içinde adeta bir komisyoncu edasıyla takılmakta.
Turu bitirip oda da takıldık bir
müddet. Yapacak bir şey olmayınca ise tekrar dışarı çıktık. Arada yağmur
atıştırmış. İnce bir pus ana meydan da yeri kaplamış. Sonra hava soğudu. Kahve
içmek için bir kafeye giriverdik. O sırada öyle bir yağmur başladı ki bir türlü
bitmek bilmedi. Bir ara “madem burada kalacaktık o eve neden para verdim” diye
düşünmedim değil.
Yağmur diner dinmez kafeden çıkıp Vlad
Dracul ‘un büstünün yanında tipik turist pozlarından verip eski kenti ve ara
sokakları bir de gece karanlığında dolanıp odamıza döndük.
0 Yorumlar
Yorumlarınız