Takip Et

8/recent/ticker-posts

Romanya Gün 6 - İlginç isimli ilginç bir yer : Sigişiyora

Bu acayip, erotik ve dahi pornografik isimli şehre gidebilmek için Braşov’dan ayrıldık. İki saatin az biraz aşan bir yolculuğun ardından olabildiğince pejmürde, alabildiğince sefilane bir otobüs terminalinde bitti yolculuğumuz. Yemyeşil, kesif ormanları yarıp geçen bol virajlı dar yollardan sonra böyle bir yer olmamalıydı ama vardı işte.

Terminal ile şehir arasında epey bir mesafe var. Şehir buradan görüldüğü kadarıyla bir tepenin üzerinde kalmakta ve elde çantalarla ulaşmak ise imkansız olmasa da tamamıyla gereksiz.

Atladık bir taksiye. Taksi de terminalden farksız bir görünümde; ama motor daha da beter olmalı. Yokuşu çıkarken makinadan gelen iniltiler her an yolun kalanını yürüyerek sürdüreceğimizi düşündürmedi değil.

Şehrin giriş kapısında bitti yolculuğumuz. Eski kent kısmına araçlar giremiyormuş zaten. Gerçi sonradan öğrendik ki Nasreddin Hoca Türbesi gibi bir şehir burası. Bu kısımda surlar var ama arka tarafta herhangi bir sur yok ve yeni kent ile bütünleşiliyor bir anda.

Kalacağımız yer Casa Bunici, dört yüz senelik bir Sakson evi. Öyle gözünüzde tarihi bir malikane hayal etmeyin. Altında büyükçe bir deposu olan büyük bir ahşap ev. Her bir adımınızda “tak,tak,tak” diye alt kattan sesler getiren, zorlukla ısınan bir ev. Hele kapıyı açar açmaz duvara işlenmiş “örgü ören yaşlı büyükanne” imgesi size sessiz bir merhaba derken ürkütmüyor değil. Gerçi şehrin meşhur hosteli de paranormal olayların sıklıkla yaşandığı yerlerin başında gelmekte.

Sigişiora yada Macarların deyimi ile Sigişvar şehri küçük bir yerleşim. Bizde Macarlar gibi teleffuz etmeyi tercih etmişiz. Kim bilir bizden kaç kişi aynı esprileri yaptı yüzyıllar boyunca.Bu kentin kalesi 12. yy da inşa edilmiş. O dönemde adı “castrum sex” imiş. (Seks Kalesi değil ama; “Altı Kale” demekmiş.)

1298 ‘de Schespurch diye anılmış. Sigişiora ismi ise 1431 ‘de baba Vlad döneminde ortaya çıkmış. Bizim Vlad’da burada doğmuş ve dört yaşına kadar burada yaşamış.

Eşyaları atıp dışarı çıktık. Eski kent kısmı küçük bir alana yayılıyor. Burada dostum Sinan Bali ‘ye denk geldik rastlantı eseri. O rotasını Bükreş, Temeşvar olarak çizmiş ve buraya Sibiu ‘dan günübirlik gelmişti. Pek fazla beraber takılamadıysakta karşılıklı olarak yemek yeme imkanımız oldu.

Kale Türk saldırılarına karşı inşa edilmiş. Her birini belirli bir meslek loncasının sahiplendiği dolayısıyla da bakımını ve masraflarını üstlendiği  on dört savunma kulesi ve beş sağlam burç şehri epeyce korumuş olmalı. Bizimkiler burayı aldı mı, saldırdı mı ne yaptı, bu konuda bir şey bulabilmiş değilim. 

İlk durağımız Vlad ‘ın doğduğu ev. Girişteki meydan ve saat kulesi arasındaki yolda yer alan sarı bir bina burası. Şehrin en eski binasıymış ayrıca. Günümüzde Romanya standartlarına göre pahalı sayılabilecek bir restorana dönüştürülmüş. Yemeklerin bir numarası yok. Fiyat olarakta uçuk değil. Fakat yemek salonunun bir kat üzerinde gezegenin en kolpa müzesi yer almakta. Şükürler olsun ki girişi çok az bir para idi.

Girdiğinizde görevli hemen arkanızdan kapıyı kapatıyor. Kendini tekrarlayan dolayısıyla kısa sürede sıkıcı olmayı başarabilen gotik bir müzik eşliğinde epeyce karanlık bir mekanda ilerliyorsunuz. Vlad ‘ın doğduğu oda, yemeklerin yendiği oda derken asıl sürprizi tam çıkışa ulaştığınızda görüyorsunuz. Saçma sapan bir tabut burada duruyor. 

Buradan saat kulesine gittik. Burada işkence müzesinin yanı sıra şehir müzesi de yer almakta ama içeri giriş imkanı bulamadığımız için dışarıdan bakınmakla yetinip “Yukarı Kilise”ye doğru yöneldik.

Yukarı Kilise ‘ye ulaşmak için orijinali 1642 ‘de üçyüz basamaklı olarak yapılmış olan tahta koridordan geçmeniz gerekiyor öncelikle. Kiliseye ve hemen yanında yer alan okula giden çocukları kışın zor koşullarından korumak için inşa edilmiş. Şimdi basamak sayısı yetmişbeş ‘e inmiş. Bir mezarlığın içinden geçiyor. Bu koridor da şehrin paranormal noktalarından biri olarak listede.

Tepede bir kilise ve ötelere uzanan bir mezarlık var. Güzel mezar taşları olan, içerilere uzanan bir mezarlık. Hafif bir tül gibi taşların ve çalıların üzerine inen pusun altında daha bir değişik göründü gözüme. Bununla beraber ayaklarım bir türlü gitmedi. Mezarlığın hemen girişinden bastım deklanşöre. Gri bulutları aşan kış güneşinin dalların arasından sıyrılıp sise çarpmasını çekmeye çalıştım ama pekte beceremedim açıkçası.

Kiliseye döndüm. İçeride standart, alışıldık kiliselerden farklı herhangi bir şey yok. Yer gök Alman velet dolu. Çat pat anladığım kadarıyla bu liselilere görevliler buraların bir zamanlar Alman toprakları olduğunu anlatıyorlar. Çocukların ise konuya zerrece ilgisi yok. Kızlar hoppaca “bitse de gitsek” modunda iken oğlanlar ergenliğin temel belirtilerini göstermekte.

Sonradan öğreniyoruz ki bu Sakson şehirlerinin yeniden inşası, bakımı gibi işlemler tamamen Alman hükümetinin maddi desteği ve gözetiminde yapılmaktaymış. Romen tarafı ise ellerini ceplerine atmaksızın bu masrafı birilerini yıkmanın ama turizm gelirlerini cebe atmanın mutluluğu içinde adeta bir komisyoncu edasıyla takılmakta.

Merdivenlerden inip ara sokaklara saptık ama gene saat kulesinin önündeki meydana ulaştık. Yola devam edip yeni kent kısmına geçtik, biraz alışveriş yaptık. Şehrin yeni kenti, eğer birkaç güzel fasadlı binayı saymazsak oldukça sönük olarak kabul edilebilir.

Turu bitirip oda da takıldık bir müddet. Yapacak bir şey olmayınca ise tekrar dışarı çıktık. Arada yağmur atıştırmış. İnce bir pus ana meydan da yeri kaplamış. Sonra hava soğudu. Kahve içmek için bir kafeye giriverdik. O sırada öyle bir yağmur başladı ki bir türlü bitmek bilmedi. Bir ara “madem burada kalacaktık o eve neden para verdim” diye düşünmedim değil.

Yağmur diner dinmez kafeden çıkıp Vlad Dracul ‘un büstünün yanında tipik turist pozlarından verip eski kenti ve ara sokakları bir de gece karanlığında dolanıp odamıza döndük.

Yorum Gönder

0 Yorumlar