Sabah hemen bir taksi çevirdim. Takım elbiseli, jilet gibi bir genç. Laf lafı açınca dayanamadım sordum. “Türkler hakkında ne düşünüyorsun?” diye. Gülümseyip cevap verdi. “Tarihi konuları anladığımı söyleyemem ” diyerek başladı “ama onlar olmasaydı bu kaleler yapılmazdı, turistler gelmez ben de para kazanamazdım” diyerek bitirdi.
Branda indik. Kaleye ulaşmak için hediyelikçilerden oluşan bir köyü aşmanız gerekiyor. Abartmıyorum kalenin ününden istifade etmek için o kadar çok insan doluşmuş ki bir insan denizinde ilerlemeniz gerekiyor.
Eğer “overrated” kavramı cisimleşmiş
olsaydı bu kavramı betimleyen cisim Bran Kalesi'nin bizzat kendisi olurdu.
Daha sonra Macaristan 1920 ‘de Trianon
anlaşması ile Transilvanya'yı Romanya'ya terk edince kale de Romanya Kraliyet
ailesinin şahsi mülkü haline gelmiş. Günümüzde müze olarak kullanılan kaledeki
eserlerin önemli kısmı Kraliçe Marie ‘nin topladığı mobilyalar ve krala ait
şahsi yada dokümental belgelerden oluşmakta.
Onun dışında “vay be” dedirtecek pek
bir şey yok. Birkaç güzel manzaralı kule yada odası, halka kapalı bir kaç gizli
geçidi ile içi “ehh işte”. Dışarıdan
İngiliz çiftle beraber gelen bir
otobüse atladık ve Raşnov kasabasının girişinde indik. Kasabanın içinden geçen
yol kaleye dek iki km kadar çekmekte. Bran Kalesi'ni gezerken yavaşlıkları ile
bizi korkutan çift bu yolda yaşlarından beklenmeyecek bir kararlılık ile yürüdü
ve takdirimi kazandı.
Raşnov kentinin adı Rosenau imiş. Buraya Türkler ve Tatarların saldırmaması için kalenin yapılmasına karar verilmiş. Aslında daha Romalılar döneminde de taş bir kale varmış ya neyse… Kale biter bitmez benim Tatar dedeler kalite kontrol amaçlı olarak kaleye saldırarak bir test yapmışlar. Neyse, tekrar yapılan kale 1850 ‘lere dek kullanılabilmiş.
Kale büyük bir alanı kapsamakta. Dış
kalenin hemn girişindeki kuleye tırmandık. Yaşlı İngiliz adam da benimle geldi.
Baba oğul adamın çıkışına da, inişine de yardımcı olduk. Kuleden manzara
harika. Ufka uzanan ormanlar, arka planda kale.
İç kale kısmı da göze hoş gelen
detaylara sahip. Girişin hemen yanında ok atabileceğiniz bir alan var. Üç atış
yaptım. Çocuk “bir tane daha at abi” dercesine bir ok daha verdi. Gönül isterdi
ki üç oku da üst üste vurdum, parçaladım diyebileyim. Hedef tahtasını dahi
isabet ettiremedim. Gerçi ilk atışımda tahtayı deldiğimi
Oğlum ise ilk atışında ıskalasa da diğer atışında tahtanın üzerinde sayıların olduğu kağıda isabet kaydetti. Ama hayırsız evladım son atışını benden parayı alan adama yöneltmek yerine yine hedef tahtasına yapınca ben gene para ödemek zorunda kaldım.
Bizim saf Türko kanıvermiş tabii. – Sanki yapacak bir şey varmış gibi – Kazmaya başlamışlar kayayı. Aradan zaman geçmiş, dile kolay 17 sene. Sene olmuş 1640. Türk ‘ün azmi kayaları delmiş, patlatmış ve 143 metre derinlikte suya ulaşılmış. Sevinçten deliye dönmüşler, yıllar sonra tekrar özgür olup memleketlerine döneceklermiş. Ama kale komutanı kafirliğin kitabının önsözünü yazmış adeta. Demiş ki “dediğim gün suyu bulsaydınız geçerliydi” sözüm. Salıvermemiş bizimkileri.
Kaleden kasabaya dönerken esnafla
konuştuk. Bizim ihtiyarları görünce kasabadan taksi çağırdılar. Taksi kasabadan
gelip tekrar geri döneceğinden ben tipik Türk mantığı gelen paranın ne
olacağını düşünürken adamın taksimetresindeki yazan tutar 2 euro değildi.
Fazlasını da istemedi. Paranın tamamını ben ödedim. Hatta bir iki ley parayı da
şoföre bıraktım. Şoför adam bir ton teşekkür etti, İngilizler kendilerini
borçlu hissedip kahve vb almaya uğraştılar.
Yarım saat bekledikten sonra trenle Braşov ‘a ulaştık. Gar çıkışında İngilizler ile vedalaşıp yolumuza devam ettik.
0 Yorumlar
Yorumlarınız