Takip Et

8/recent/ticker-posts

Romanya Gün 8 - Sibiu

Kluj organize bir şehir. Rahatlıkla otobüs duraklarına gidiyoruz. Terminali dolaşınca İstanbul'dan gelmiş bir otobüse denk geldim. Her gün İstanbul'dan bir, iki otobüs geliyormuş. Bizi Sibiu ‘ya taşıyacak otobüse yerleştik hemen.

O sırada bir mesaj geliyor. Yarın akşamki Bükreş'ten dönüş uçağımız dört saat kadar erkene alınmış. Başımdan aşağı kaynar su dökülüyor. Planladığım saatteki otobüs kıl payı uçağı yakalayacağımız bir saatte Bükreş'e varacak. Bir de şehir içi trafik vb olursa durum evlere şenlik. Ama öncelikle Sibiu ‘ya varmamız gerekiyor.

Sibiu yada geçmişte kalan adı ile Hermannstadt, adından da artık kolaylıkla anlayabileceğiniz üzere Sakson kentlerinden birisi. İlk kez 1191 ‘de adı belgelerde anılmaya başlanmış. 1376 ‘da şehir on dokuz ayrı loncaya verilmiş. Büyük bir kent.

Romanya'nın ilk hastanesi, eczanesi, müzesi burada açılmış, ilk Romence kitap şehrin matbaasında basılıp yayınlanmış.

Bizimle ilgisine gelelim. Öncelikle Sibiu bizim kaynaklarda Sibin olarak geçmekte. 1442 ‘de Türk orduları şehri kuşatır. Transilvanya'yı Türk atlıları adeta süpürmektedir. 25,000 kişilik Türk ordusu Hünyadi Yanoş ‘un ordusuna denk gelir. Savaşın ilk gününde Macar piskoposun birliğini Türk askeri dağıtır. Piskopos ‘un kellesi alınır. Gerçi Macar ordusu genel bir köylü ayaklanmasını çok kanlı bir şekilde bastırmıştır. Hünyadi ‘nin ordusu da tutunamaz ve kaçar. Yorgun Türk atlıları ise düşmanı takip etmez.

Hünyadi ‘nin ordusu 10,000 kişi kadardır, ilk günü kaybetmiştir. Hünyadinin komutanlarından birisi (Simon Kamonyai ) generalinin zırhını kuşanır ve Türk birliklerine saldırır adamlarıyla. Türkler Hünyadi diye bu adamın atağına karşılar ve başarılı bir şekilde püskürtürler. Bu komutanın da kafası alınır.

Ama Hünyadi ‘nin yaptığı sanılan bu saldırıyı karşılamak için ordunun düzeni bozulmuştur. Bu esnada Hünyadi elindeki tüm ağır süvari ile Türk hatlarına yüklenir. Bu sırada Türk ordusunun başındaki Mezid Bey (kimi kaynaklar Yezid Bey demekte) şehit düşer. Ordu dağılır. Sibiu Kalesi'nden çıkan askerler Türk ordusunu sıkıştırır. 20,000 asker şehit olur.

Yanoş Mezid Bey ‘in kellesini keser ve kendi zırhını giyen adamının kafası ile takas ettirir.

 Eğer tarihten bahsediyorsanız Türklerden bahsetmeme ihtimaliniz yoktur. Eğer Türklerden bahsetmeye başlarsanız bir, iki yenilgi ile herhangi bir yerden vazgeçmediklerini de öğrenmiş olmalısınız. 1660 ‘da yer gene Sibiu ‘dur. Türk orduları bu kez zaferi kazanırlar. Bir hafta sonra iki ordu Kluj'da (Bizim kaynaklarda Kaloşvar olarak geçiyor) yüzleşirler. Gene bizim zaferimizle biter bu savaşta.

İşte biz aile olarak, akıncıların, isimsiz ve mezarsız şehitlerimizin gezdiği topraklardayız. Fırsat buldukça uzaklara bakıp Fatiha okuyorum.

Sibiu ‘ya varıyoruz. Bir km kadar arada bir yokuşu da aşarak kalacağımız yere varıyoruz. Tek katlı, üç, dört odalı bir yer. Duvarların kalınlığı kış hakkında doyurucu bir bilgi veriyor bizlere. Gerçi odanın ısısı kışı pek de aratıyor diyemeyeceğim. Hemen dışarı atılıyoruz.

Kısa sürede ana meydandayız. İlk hedefimiz belediye binasının kulesi olan Turnul Sfetului. Romanya'da bu tip yerlerin ücretleri de oldukça düşük. Dolayısıyla gereksiz yere elemek zorunda kalmıyorsunuz. İç kesimlerde Sibiu ‘nun geçirdiği dönemlere ait çizimler, fotoğraflar ve gazeteler gibi dokümanlar var. Buradan açıkça Sibiu ‘nun yedi kent içinde “en Alman” kimliğine sahip olduğunu fark edebiliyorsunuz.

Kuleden camlarından ise kısıtlı da olsa etrafı görebiliyorsunuz. Meydan ve etrafındaki kafeteryalar gayet davetkar. Buradan çıkıp meydandaki Katolik kilisesine girip ne var ne yok şöyle bir bakıyoruz.

Yemek vakti. İyi bir aile babası olarak aileme de iyi şartlar sağlamalıyım. En azından şartlar elverdiğince. Ülkemde rahatlıkla yapamayacağım bir şeyi yapıp Romanya'da et çok ucuza olduğu için eşime ve oğluma birer biftek söylüyorum. Türkiye'de  olsa bu tip bir mekanda bu iki tabağa bir böbreği takas ederdik sanırım. Neyse, kendime de menüde tanıdık gelen “tartar” ı söylüyorum. Bir tatar olarak başka bir şey seçmem imkansız zaten. Tam ne olduğunu hatırlamasam da yakın zamanlarda bir yerlerde kulağıma çalındığını biliyorum. Sığır olduğundan da emin olunca beklemeye başlıyoruz.

Bizimkilerin tabakları geliyorsun önce. Kocaman et parçaları… Kim bilir bana ne gelecek diye beklerken dakikalar içerisinde sorum cevaplanıyor. Hatırlıyorum tabağı görür görmez… Her şey aydınlanıyor.  Ayhan Sicimoğlu Paristeyken yiyordu bunu. Anlatmaya çalışayım. Muhtemelen bizim tavukgöğsü gibi, sığır bifteğinin çeşitli baharat ve ince kıyılmış nebatatla beraber ezilip karıştırılmasıyla imal edilen pişirilmemiş bir et yemeği şeklinde resmi bir açıklama yapmaya çalıştıktan sonra pek yenilir bir şey olmadığını da öznel bir görüş olarak eklemeliyim. Pişirmek için köftelik kıymayı yoğurursunuz ya özetle bu. İşin daha da ilginç olanı ise yol boyu annemin köfte yapmadan önce tatmam için bana biraz vermesini hatırlamış olmamdı. Doya doya yedim.

Eşimin acıyan bakışları esliğinde oğlumun “yiyebilecek misin baba?” sorusunu da geçiştirerek tatmaya başlıyorum. Fena değil. Fena değil ama yemem gereken sadece almış olduğum o ilk çataldan ibaret olsaydı. Ne kadar büyük lokmalarla alır ve yutabilirsem bu işkencenin de o denli çabuk biteceğini öngörüp bunu uygulamaya koyuldum. Başlarda başarılı olan bu politika kısa sürede çöktü. Diğer lokmaları da koka koladan oluşan sellere katarak mideme gönderdim. Ev halkım da birer çatal dışında destek vermeyince koca tabak bana kaldı.

Bir bizimkilerin tabaklarına, gayet güzel kızarmış etlere bakıyorum bir de benim tabağa. Benim tabaktaki etin gördüğü en yüksek ısı an itibariyle beni de ısıtan kış güneşi. Ama sonunda bitiriyorum. Tüm ömrüm boyunca yiyeceğim kadar çiğ eti lüplettim bir güzel.

Yemeğin verdiği enerji ile gezmeye koyuluyoruz. Meydanın olduğu kısım yukarı kent olarak nitelendiriliyor. Aşağı kente giden tünelin üzerindeki köprü yalancılar köprüsü olarak adlandırılmış. Kalitesiz mal satan yada hile yapan tacirlerin malları buradan atılırmış. Yerel efsane ise eğer yalancı bir aşık üzerinden geçerse çökeceği şeklinde.

Aşağı iniyoruz. Bu kısımdaki evler ve dükkanlar ana meydandakiler ile kıyaslanamayacak kadar kötü durumda. Sıvalar dökülmüş, boyalar solmuş. Ama bir zamanlar hepsi değişik tonlarda pastel renklerle bezeli güzel evlermiş anladığım kadarıyla. Buralarda dolandık, bir iki pastaneye girip yok pahasına yiyecek tatlı bir şeyler aldık. Turist olarak bu kısımlara gelip alış veriş etmemiz mi yoksa yaptıklarını baba oğul ağzımıza burnumuza bulaştırıp iştahla yememiz mi hoşlarına gitti, hep gülümsüyorlardı.

Dev bir çember çizip Pasajul Scarilor denilen yerden şehrin ilk kurulduğu yer olan Piata Huet meydanındaki  bildiğim kadarıyla kentin en eski kilisesi olan, Evanjelist kilisesine denk geldik. Bu kilisenin kriptasında Vlad ‘ın kuzenlerinden birisi yatmaktaymış. Manyaklık konusunda Vlad ‘ı bir iki basamak geriden izleyecek düzeyde bir tip olduğu söyleniyor.

Sibiu da Brukenthal isimli bir müze daha doğrusu müzeler silsilesi var. Biz “Tarih Müzesi” kısmını dolaştık. Burada epeyce bir dolandık ki buraya girmemek İstanbul'a gelip Aya Sofya'ya girmemek gibi bir şey. 400 yıllık bir binanın içinde yer alıyor.

Buradan çıkıp Franz Binder Müzesi'ne girdik. Casa Hermes diye bir yer. Sanırım Alman asıllı bir adam; dünyayı dolaşırken gözüne takılan türlü nesneyi de kente getirmeyi ihmal etmemiş. Afrika'dan, Güney Amerika'dan değişik silahları vesairi getirtmiş. Afrika'nın geri kabul edilebilir – ya da nedense hep bu şekilde algıladığımız – yerlerinde üretilmiş ilginç metal silahlar ise müzenin en görülmesi gereken parçalarıydı. Özellikle aslan ve bufalo avlamada kullanılan mızraklar silah girdikten sonra hayvandan çıkamayacak şekilde dizayn edilmiş tırtıklara sahiplerdi.

Ayrıca alt kattaki yaşlıca bir kadın elime onlarca fotoğraf tutuşturdu. Yüzyılın başında çekilen fotoğrafların kopyalarında Sibiu ve civarındaki Alman ailelerinin yaşantılarına ait izler görülüyordu. Gayet akılcıl bir uygulama olarak göründü gözüme. Bizim etnografya müzelerinde de böyle şeyler yapılabilir.

Çıktık. Cetatii Caddesi'ne yürüdük. Burası Sibiu surlarının en sağlam kısımlarının görülebileceği kısım. Bir kaç savunma kulesi kısa zaman önce elden geçmiş. Her bir kule ayrı bir loncaya aitmiş ve günümüze ulaşan kuleler okçulara, çömlekçilere ve marangozlara ait kulelermiş.  Ayrıca duvarların hemen önünde günümüzde üzerleri ot bürümüş, hendeklerden geri kalan yükseltilerde mevcut.

Burada yer alan evler ise oldukça ilginç. Çatılarında yer alan pencereler dışarıdan bakıldığında kısılıp bakan gözlere benzemekte.

Akşam da aynı ana meydanda ve yeni şehir kısmında dolandık ama soğuk bizi hırpalamaya başlayınca yürüyüşü kısa kesip odaya döndük.

Yorum Gönder

0 Yorumlar