Takip Et

8/recent/ticker-posts

Benelüx Turu : Gün 3 – Paris

Sabah kalkıyoruz erkenden. Yıldız pek iyi değil. Otelin zengin kahvaltısı bile keyfini yerine getiremiyor. Ben de keyifsizim ama bunu belli etmemeye çalışıyorum. Tur programındaki otel ile bulunduğumuz yer apayrı. Nerede olduğumuzdan bile haberim yok.  Listedeki otelden metro ile şehrin merkezine ulaşabiliyordum ama şimdi ne yapacağımı bildiğimi söyleyemeyeceğim.

Yıldız uzanıp dinlenirken ben de ne yapacağımı bulmaya çalışıyorum. Bir otobüs ile bir tren yoluna gideceğim, oradan metroya atlayacağım ve ver elini Notre Dame… Süper ! Ama iki soru var. İlki, otobüs durakları nerede? İkincisi ise hangi taraf merkeze hangi taraf iyice dışarılara gidiyor. Öyle bir yerdeyiz ki şehrin ulaşımında kullanılan indirimli kartlar bile burada işe yaramıyor.

Yana yakıla resepsiyoniste soruyoruz. Öyle bir İngilizce var ki adamda hiçbir şey anlamıyorum. Adam da anlatamadığının farkında işaretlerle şansını deniyor.

Otobüs durağını buluyorum. Buradan geçen iki hat var ve yarım saatte bir gidiyorlar. Neyse önüne atladığım otobüs duruyor ve rastalı şoför bize gitmemiz gereken durağı gösteriyor.

Bir müddet yürüyerek otobüs durağına varıyoruz. Buradan kalkan otobüsle, içinde Fransanın vakti zamanında yönetip halen sömürdüğü ülkelerden onlarca kişi ile beraber bir tren istasyonuna varıyoruz. Metroya ulaşıp ver elini Notr Dam Kilisesi.

Kilisenin önündeki meydan da upuzun bir sıra var. Bekliyoruz. Ön yüzüne bakınıyorum uzun bir süre. İki kule ve üç büyük giriş kapısı ile süslemeleri olmasa kutu gibi bir bina. Yüzyılların, işgallerin ve endüstrileşmenin getirdiği hasarlar bertaraf edilmiş. Kalsiyum bileşenli bir madde ile yapı kaplanmıştı.

Kilisenin üzerindeki çörtenler kadar sırada bizimle beraber bekleşen tipler de ilginç. Kısa sürede içeri giriyoruz.

Erken dönem gotik kiliselerinin en meşhurlarından birisi burası. İçi oldukça kasvetli kilisenin. Dışı da detaylara kaptırdığınızda pek iç açıcı sayılmaz. Harikulade giriş kapısının etrafındaki kemerlerin her birindeki küçük şekiller ve sağa sola serpiştirilmiş heykellerin hepsine dikkatlice bakmaya çalışsanız gününüz burada geçer. Krallar, meleklerin arasında duran kafası olmayan bir kardinal (adam kendi kafasını kendi taşıyor bu arada), çörtenlerdeki gargoyl denen yaratıklar, acayip cehennem mahlukatları ile bezenmiş duvarlar. Ortadaki kapının üzerinde yer alan İsa kabartmasından ise bir zamanlar bu kabartmaların renkli olduklarını düşünebiliyorsunuz.

Bizden bir şey var mı diye düşünüyorum. Roma Dönemi'nde Lutesya ismindeki kenti Attila yönetimindeki Hun orduları kuşatır. Efsaneye göre erkekler kirişi kırarken kadınlar eteklerini sıyırıp işgalcilere bacaklarını açıp beklemeye başlarlar. Bunu neden yaptıklarını soran erkeklere ise “şehirde gerçek anlamda savaşacak bir erkek kalmadığına göre evliliklerinde geçersiz olduğunu ve istedikleri gibi davranabileceklerini” söylerler. Bu cevap kaçan erkeklerin gururuna dokunur ve tüm erkekler dönüp şehri savunmaya koyulur. Öyle cesaretle savaşırlar ki Attila asker ve zaman kaybetmemek için kuşatmayı kaldırıp yoluna devam eder.

İçi ise dediğim gibi iç karartıcı bir mekan. Bunda pencerelerin koyu renkli camlarla kaplı olmasının yanı sıra ilk pencere sırasının iki metreden daha yüksekte olması da etken. İçini dolaşırken yapının büyüklüğünü anlıyorum.

En sevdiğimiz şeyin vakti geldi. Ara sokaklara girip kaybolmak. Ucuz marketlerden birine dalıp alışveriş yapıyoruz hızlıca. Carrefour bile bunlarla kıyaslayınca pahalı. Kur nedeniyle bana her şey pahalı gelse de muz ve süt ürünleri çok ucuz. Yok pahasına meyveli sütlere ve yoğurt diye satılan ayranlara saldırıyorum. Çilekli ayran gayet güzelmiş. Öğle yemeğini Antalya Restaurant diye bir Türk mekanında aradan çıkarıyoruz. Sanırım bu şehirde bulup bulabileceğimiz en ucuz yemek buradaydı.












Seine Nehri kıyısındaki magnetçiler de kaçırılmaması gereken yerlerden. Paris'te gelen turist sayısının fazlalığı çılgınca bir rekabet yaratmış. Magnetler 1, hatta 3 tanesi 2 euro gibi fiyatlardan satılmakta. Parnu'da 5, Rejkavik'te 12 euro verdiğim magnetlerden sonra burası bit pazarı gibi geliyor bana. Bir de özellikle Napoleon ‘un mezarı gibi yerlerdeki zenci gruplarından alacağınız anahtarlık vb ucuzun ucuzu. Dükkanlar kira ve vergi nedeniyle ne kadar ucuza ürün satarlarsa satsınlar mobilize zenci gruplarının verdiği fiyatlarla rekabet etmeleri mümkün değil.

Dükkanlar da zaten zenci kardeşlerin satamadığı tablo, eski eşya vb gibi şeylerle yollarını bulmakta.

Yolumuzun üzerinde bizi Louvre Sarayı'na – günümüzün müzesi- taşıyan köprü aşıkların taktığı kilitlerle kaplanmış çoktan. (Bir iki yıl sonrasında kilitlerin ağırlığı köprü için tehdit oluşturduğundan kilitler söküldü).

Louvre Müzesi 'nin olduğu yere gidiyoruz. İçeri girmeyeceğiz. Burası ve karşı kıyıdaki, nispeten çaprazda kalan eski tren garından bozma Orsay Müzesi'ne ayrı bir gün ayıracağız ama başka bir zaman.

Louvre iki avludan oluşuyor. Bu kısım art neuveau olduğunu haykıran duvarları ile daha çok bir kışla görünümünde. Fazlaca kalabalıkta değil ama ana meydan mahşer yeri adeta. Türlü komplo teorilerinin yer aldığı piramit burada. Aslında biri ufakça diğeri buna kıyasla epeyce büyük iki cam piramit mevcut bu meydanda.  Bizle beraber 72 millet buradayız. Belki müzeyi gezmedik ama sıra bekleyenleri seyretmek bile eğlence kaynağı burada.

Yürümeye devam ettiğimizde karşımıza çıkan yer bizim İstanbul'dan çalınan dört atın çektiği arabanın (kuadriga) imitasyonundan giriş yapılan Tuileries Bahçeleri. Napolyon Venedik ‘i ele geçirince atlıların orijinalini Paris ‘e getirtmiş ganimet olarak. Yenilince de İtalyanlar geri almış. Gerçekten güzel bir şekilde dizayn edilmiş bir park burası. Geçmişte yolculuk yaptığınızı varsaydığınızda hele gezilmesi gereken bir yer. Karşı kıyıdaki masif yapı Orsay Müzesi.

Tuileries Bahçeleri'nin çıkışında vardığınız yer Konkord Meydanı. Burada meşhur Mars Çeşmesi ve Mısır Hidivi'nin hediyesi olan dikilitaş yer almakta. Buradan uzunca bir caddeyi yürümeyi göze alırsanız Zafer Takına (Arc de Triomphe) ulaşırsınız. Bu uzunca cadde şehrin en havalı caddesidir ve adı da Şanzelize ‘dir.


Bir sonraki durağımız Grand Palais yani Büyük Saray. 1900 yılında yapılan dünya fuarında cam kubbesiyle meşhur olmuş. Fransa'nın teknolojisini göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmadığı anlaşılıyor.


Karşı kıyıda ise Fransa Meclisi olduğunu tahmin ettiğim bina yer almakta.

Buradan 3.Alexander Köprüsü ile nehri aşma imkanınız var. Bu köprü benzeri dönem Avrupa köprülerinden farksız. İki ayağının her bir girişinde yer alan büyük heykeller ve çeşitli ayrıntıları barındıran daha küçük heykeller yer almakta.


Yeni ulaştığımız bölüm “Invalides” olarak anılıyor. Burada da büyük bir park ve ucunda eski askeri hastaneden devşirilmiş “Askeri Müze” yer almakta. Başta burada bir şey yok diye düşünüyorken Napolyon ‘un mezarının olduğunu görüyorum notlarımda ve buraya yöneliyoruz. Ekibin neşesi yerinde olduğu için yürüyoruz. Adam başı 12 euroya Napolyonun lahtini görmek için kiliseye girmiyoruz elbette. Parayı savurmak için ileride duran demir yığını tercihimiz.

Farkındasınızdır yapılar için pek bir detaya girmedim. Paris öyle ilk geldiğinizde absorbe edebileceğiniz bir şehir değil. İlk geldiğinizde belli başlı noktalarını eleyebileceğiniz (Eyfel Kulesi, Sacre Coure Kilisesi vb) ama sonraki gelişlerinizde kısım kısım kültürel açıdan işgal edebileceğiniz bir yer.

Konkord Meydanı'ndan Eyfel Kulesi'ne baktığımızda “yakın” olduğunu düşünmüştük. Değilmiş.

Eyfel ‘i anlatalım. Sanayi fuarlarından birisi için geçici bir süre için tek bir çivi yada vida dahi kullanılmaksızın sadece perçinlerle birbirine tutturulan metal aksam ile inşa ettirilmiş. Ama fuarın başarısı ve kulenin şaşaası nedeniyle yıkımından vazgeçilmiş. Bununla beraber koyu Katolik nüfus bu yapıdan nefret etmeye başlamış. Çünkü rivayete göre kulenin tepesinde “bu kule Tanrının göğünü delmiştir” yazmaktaymış. Tıpkı “bu gemiyi Tanrı bile batıramaz” yazılı Titanik ‘in daha ilk seferinde batışı gibi bir gün bu kulenin yıkılacağına inanan bir grup var. Hatta Hitler'in kuleyi ilk fırsatta yıkma düşüncesinde olması nedeniyle Katolik Fransızlar'ın sempatisini kazandığı da söylenmekte.


Hitler demişken… Fransızlar Almanlara karşı Paris'teki en büyük direnişi burada yapmışlar. Hitler kuleye çıkamasın diye Eyfel'in asansörlerini çalıştırmamışlar. Führer de üşenmemiş merdivenlerden çıkmış.

Hali hazırda kararsızım. Merdivenlerle ikinci kata kadar ücretsiz ve sıra beklemeksizin çıkabiliyorsunuz. Ama asansör kullanacaksanız iki saate kadar bir sıra beklemeniz gerekmekte.  Ama ne sıra… Öyle ki sıraya sessizce girmeye çalışanından mı bahsedeyim yoksa sırasını satandan mı? Ya da olabilecek terör vb olaylarını önlemek için devriye gezen robokopumsu, tam teçhizat devriye atan askerlerden mi? Sanırım sadece kuleden bahsetmeli.

Kuleye çıkıyorsunuz. Gerçekten Paris ayaklarınızın altında burada. Burada şu var, burada bu var demeyeceğim. Söyleyeceğim sadece şu. Paris gibi kalabalık bir metropolde bile çok sayıda ve oldukça büyük park var. Ayrıca aralardan gotik kuleleri göğe uzanan, ortaçağ döneminden günümüze miras kiliseler de seçiliyor. İnsanlar ise karınca misali parklara yayılmış. Nehre bakarken solunuza doğru uzanan kısımda gökdelenleriyle Paris ‘in modern yüzü kendini gösteriyor. İnip o yöne doğru gittiğimizde köprünün başında özgürlük heykelinin küçük bir modeli ile karşılaşıyoruz.

Bugünlük Paris bitti. Paris merkezden otele kadar gidiş sancılı oldu doğrusu. Ama değdi diyebilirim.

Yorum Gönder

0 Yorumlar