Sabah kalkıyoruz erkenden. Yıldız pek iyi değil. Otelin zengin kahvaltısı bile keyfini yerine getiremiyor. Ben de keyifsizim ama bunu belli etmemeye çalışıyorum. Tur programındaki otel ile bulunduğumuz yer apayrı. Nerede olduğumuzdan bile haberim yok. Listedeki otelden metro ile şehrin merkezine ulaşabiliyordum ama şimdi ne yapacağımı bildiğimi söyleyemeyeceğim.
Yıldız uzanıp dinlenirken ben de ne yapacağımı bulmaya
çalışıyorum. Bir otobüs ile bir tren yoluna gideceğim, oradan metroya
atlayacağım ve ver elini Notre Dame… Süper ! Ama iki soru var. İlki, otobüs
durakları nerede? İkincisi ise hangi taraf merkeze hangi taraf iyice dışarılara
gidiyor. Öyle bir yerdeyiz ki şehrin ulaşımında kullanılan indirimli kartlar
bile burada işe yaramıyor.
Otobüs durağını
buluyorum. Buradan geçen iki hat var ve yarım saatte bir gidiyorlar. Neyse
önüne atladığım otobüs duruyor ve rastalı şoför bize gitmemiz gereken durağı
gösteriyor.
Bir müddet yürüyerek otobüs durağına varıyoruz. Buradan
kalkan otobüsle, içinde Fransanın vakti zamanında yönetip halen sömürdüğü
ülkelerden onlarca kişi ile beraber bir tren istasyonuna varıyoruz. Metroya
ulaşıp ver elini Notr Dam Kilisesi.
Kilisenin önündeki meydan da upuzun bir sıra var.
Bekliyoruz. Ön yüzüne bakınıyorum uzun bir süre. İki kule ve üç büyük giriş
kapısı ile süslemeleri olmasa kutu gibi bir bina. Yüzyılların, işgallerin ve
endüstrileşmenin getirdiği hasarlar bertaraf edilmiş. Kalsiyum bileşenli bir
madde ile yapı kaplanmıştı.
Erken dönem gotik
kiliselerinin en meşhurlarından birisi burası. İçi oldukça kasvetli kilisenin.
Dışı da detaylara kaptırdığınızda pek iç açıcı sayılmaz. Harikulade giriş
kapısının etrafındaki kemerlerin her birindeki küçük şekiller ve sağa sola
serpiştirilmiş heykellerin hepsine dikkatlice bakmaya çalışsanız gününüz burada
geçer. Krallar, meleklerin arasında duran kafası olmayan bir kardinal (adam
kendi kafasını kendi taşıyor bu arada), çörtenlerdeki gargoyl denen yaratıklar,
acayip cehennem mahlukatları ile bezenmiş duvarlar. Ortadaki kapının üzerinde
yer alan İsa kabartmasından ise bir zamanlar bu kabartmaların renkli
olduklarını düşünebiliyorsunuz.
Bizden bir şey var mı diye düşünüyorum. Roma Dönemi'nde
Lutesya ismindeki kenti Attila yönetimindeki Hun orduları kuşatır. Efsaneye göre
erkekler kirişi kırarken kadınlar eteklerini sıyırıp işgalcilere bacaklarını
açıp beklemeye başlarlar. Bunu neden yaptıklarını soran erkeklere ise “şehirde
gerçek anlamda savaşacak bir erkek kalmadığına göre evliliklerinde geçersiz
olduğunu ve istedikleri gibi davranabileceklerini” söylerler. Bu cevap kaçan
erkeklerin gururuna dokunur ve tüm erkekler dönüp şehri savunmaya koyulur. Öyle
cesaretle savaşırlar ki Attila asker ve zaman kaybetmemek için kuşatmayı
kaldırıp yoluna devam eder.
En sevdiğimiz şeyin
vakti geldi. Ara sokaklara girip kaybolmak. Ucuz marketlerden birine dalıp
alışveriş yapıyoruz hızlıca. Carrefour bile bunlarla kıyaslayınca pahalı. Kur
nedeniyle bana her şey pahalı gelse de muz ve süt ürünleri çok ucuz. Yok
pahasına meyveli sütlere ve yoğurt diye satılan ayranlara saldırıyorum. Çilekli
ayran gayet güzelmiş. Öğle yemeğini Antalya Restaurant diye bir Türk mekanında
aradan çıkarıyoruz. Sanırım bu şehirde bulup bulabileceğimiz en ucuz yemek
buradaydı.
Yolumuzun üzerinde bizi Louvre Sarayı'na – günümüzün müzesi-
taşıyan köprü aşıkların taktığı kilitlerle kaplanmış çoktan. (Bir iki yıl
sonrasında kilitlerin ağırlığı köprü için tehdit oluşturduğundan kilitler
söküldü).
Louvre Müzesi 'nin olduğu yere
gidiyoruz. İçeri girmeyeceğiz. Burası ve karşı kıyıdaki, nispeten çaprazda kalan
eski tren garından bozma Orsay Müzesi'ne ayrı bir gün ayıracağız ama başka bir zaman.
Louvre iki avludan oluşuyor. Bu kısım art neuveau olduğunu
haykıran duvarları ile daha çok bir kışla görünümünde. Fazlaca kalabalıkta
değil ama ana meydan mahşer yeri adeta. Türlü komplo teorilerinin yer aldığı
piramit burada. Aslında biri ufakça diğeri buna kıyasla epeyce büyük iki cam
piramit mevcut bu meydanda. Bizle
beraber 72 millet buradayız. Belki müzeyi gezmedik ama sıra bekleyenleri
seyretmek bile eğlence kaynağı burada.
Tuileries Bahçeleri'nin
çıkışında vardığınız yer Konkord Meydanı. Burada meşhur Mars Çeşmesi ve Mısır
Hidivi'nin hediyesi olan dikilitaş yer almakta. Buradan uzunca bir caddeyi
yürümeyi göze alırsanız Zafer Takına (Arc de Triomphe) ulaşırsınız. Bu uzunca
cadde şehrin en havalı caddesidir ve adı da Şanzelize ‘dir.
Bir sonraki durağımız Grand Palais yani Büyük Saray. 1900 yılında yapılan dünya fuarında cam kubbesiyle meşhur olmuş. Fransa'nın teknolojisini göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmadığı anlaşılıyor.
Karşı kıyıda ise Fransa Meclisi olduğunu tahmin ettiğim bina yer almakta.
Buradan 3.Alexander Köprüsü ile nehri aşma imkanınız var. Bu
köprü benzeri dönem Avrupa köprülerinden farksız. İki ayağının her bir
girişinde yer alan büyük heykeller ve çeşitli ayrıntıları barındıran daha küçük
heykeller yer almakta.
Yeni ulaştığımız bölüm “Invalides” olarak anılıyor. Burada da büyük bir park ve ucunda eski askeri hastaneden devşirilmiş “Askeri Müze” yer almakta. Başta burada bir şey yok diye düşünüyorken Napolyon ‘un mezarının olduğunu görüyorum notlarımda ve buraya yöneliyoruz. Ekibin neşesi yerinde olduğu için yürüyoruz. Adam başı 12 euroya Napolyonun lahtini görmek için kiliseye girmiyoruz elbette. Parayı savurmak için ileride duran demir yığını tercihimiz.
Konkord Meydanı'ndan Eyfel Kulesi'ne baktığımızda “yakın”
olduğunu düşünmüştük. Değilmiş.
Eyfel ‘i anlatalım. Sanayi
fuarlarından birisi için geçici bir süre için tek bir çivi yada vida dahi
kullanılmaksızın sadece perçinlerle birbirine tutturulan metal aksam ile inşa
ettirilmiş. Ama fuarın başarısı ve kulenin şaşaası nedeniyle yıkımından vazgeçilmiş.
Bununla beraber koyu Katolik nüfus bu yapıdan nefret etmeye başlamış. Çünkü
rivayete göre kulenin tepesinde “bu kule Tanrının göğünü delmiştir”
yazmaktaymış. Tıpkı “bu gemiyi Tanrı bile batıramaz” yazılı Titanik ‘in daha
ilk seferinde batışı gibi bir gün bu kulenin yıkılacağına inanan bir grup var.
Hatta Hitler'in kuleyi ilk fırsatta yıkma düşüncesinde olması nedeniyle Katolik
Fransızlar'ın sempatisini kazandığı da söylenmekte.
Hitler demişken… Fransızlar Almanlara karşı Paris'teki en büyük direnişi burada yapmışlar. Hitler kuleye çıkamasın diye Eyfel'in asansörlerini çalıştırmamışlar. Führer de üşenmemiş merdivenlerden çıkmış.
Kuleye çıkıyorsunuz. Gerçekten Paris ayaklarınızın altında
burada. Burada şu var, burada bu var demeyeceğim. Söyleyeceğim sadece şu. Paris
gibi kalabalık bir metropolde bile çok sayıda ve oldukça büyük park var. Ayrıca
aralardan gotik kuleleri göğe uzanan, ortaçağ döneminden günümüze miras
kiliseler de seçiliyor. İnsanlar ise karınca misali parklara yayılmış. Nehre
bakarken solunuza doğru uzanan kısımda gökdelenleriyle Paris ‘in modern yüzü
kendini gösteriyor. İnip o yöne doğru gittiğimizde köprünün başında özgürlük
heykelinin küçük bir modeli ile karşılaşıyoruz.
Bugünlük Paris bitti. Paris merkezden otele kadar gidiş
sancılı oldu doğrusu. Ama değdi diyebilirim.
0 Yorumlar
Yorumlarınız