Takip Et

8/recent/ticker-posts

Kıbrıs Gün 2

Sabah dinç bir şekilde uyanıyoruz. Buzdolabındaki su buz tutmuş, meşrubatlar ise hayalimdeki soğukluk derecesine ulaşmış.

Dün akşam yemek yediğimiz yerde kahvaltı yapıyoruz. Mekanın “Acıktım & Susadım” şeklinde ilginç bir adı var. Karnımızı doyurduktan sonra plaj seferine çıkıyoruz.

Geçen akşam turizm ofisindeki bayan olası plajların giriş fiyatlarını bile söylemişti. Netten göz attığımda Denizkızı Oteli'nin plajına gitmeye karar verdik.

Ramadan Meydanı'ndan doğu ve batı yönlerine minibüsler kalkmakta. Kervansaray (3 TL), Escape (15 TL ve ilk çıkartmayı oraya yaptığımız için Yavuz Çıkartma Plajı da denilmekte) ve bizim gideceğimiz Denizkızı (10 TL byk, 6 TL çck)

Minibüsler adam başı 3 TL ve sıklıkla da kalkış var.Kısa sürede hedefimize ulaşıyoruz. Ama yol üzerinde fark ettiğim şey çok sayıda otelin olduğu, irili ufaklı çok sayıda otelinde inşa edilmekte olduğu. Acı olan, Karaoğlanoğlu gibi şehitliklerin zamanla kıyıda köşede kalmaya başlamakta olması.  Şu unutulan, unutulmaya yüz tutan süreci ve bizim tarafta toplumsal bir refleks olarak gelişen Barış Harekatını hatırlayalım.

Türkler adayı tam anlamıyla kontrol altına alınca özellikle Karaman yöresinden bir nüfus göçü başlattılar. Tıpkı Rodos'ta olduğu gibi adanın Rum nüfusu gerek kuşatma sırasında gerekse  Türk hakimiyeti sırasında bir tepki göstermemiş. Katoliklerden çektikleri zaten canlarına yetmiş.


Fakat Ruslar 93 savaşında umulmadık bir başarı elde edip ilerleyince Osmanlılar onlara karşı destek amacıyla Kıbrıs ‘ı 1878 ‘de İngilizlere kiraladı. Bu değişik bir kiralama oldu. İngilizler bir daha para ödemedi ve adanın yönetimini Aslan Yürekli Richarddan yüzyıllar sonra tekrar almış oldu. Gerçi tıpkı daha önceden Mısır'da da yaptıkları gibi Kıbrıs Osmanlı toprağı idi ama adanın yönetimi İngiliz komiseri vasıtası ile sağlanıyordu. Neyseki Türkler ilk dünya savaşında Almanlarla ittifak yaptı da bu çarpık durum düzeldi. İngilizler adanın kontrolünü resmen ellerine aldı. Herkesin bilip gördüğü durum resmileşmiş oldu.

Fakat bu da uzun sürmedi. 1931 ‘de Rumlar İngilizlere karşı koymaya başladılar. İki taraftan da kayıplar söz konusuydu. Bunun sonucunda , 1960 ‘lı yıllarda ada bağımsızlığını elde etti. İki milletten oluşan Lübnan ‘ın yönetimini andıran bir tarz söz konusuydu ama halklar arasında problemler vardı. Yüzyılların birikimi İngilizlerin organizasyonu ile patlamaya hazır bir çöp yığını gibi bir köşede belirmeye başlamıştı.

Aynı yıl Kıbrıs kilisesi Yunanistan ile birleşim –enosis- için bir referandum düzenlediler ve Türklerin boykot ettiği bu seçimlerde %90 oranında evet çıktı. 1955 ‘te adayı Yunanistan'a bağlamak ve daha da beteri Türklerden temizlemek gibi bir gayeyle kurulan EOKA ‘nın militanları önce İngilizlerle sonra da Türklerle silahlı çatışmalara başladılar.

1963 ve 1967 ‘de hoş olmayan şeyler oldu ama bizim taraf garantör olmasına rağmen standart olduğu üzere bir iki bağırdı ama bir şey yapamadı. Yapacak bir şeyi olmamasından mı yoksa bir şey yapacak herhangi bir gücünün olmamasından mı? Bilinmez. Hatta derler ki Rum tarafındaki radyolar günlerce her gece “Bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin?” şarkısını çalmışlar. Ama bu süreç içerisinde Kıbrıslı Türkler yaşayabilmek için kendi direniş örgütlerini, sistemlerini kurarlar. Bunlardan birisi de Toros lakaplı küçük dev adam rahmetli Rauf Denktaş ‘tır.

İlk müdahale yapılır ve inanılmaz hızlı bir şekilde Türk ordusu her şeye rağmen ilerler adanın içlerine doğru. İki günde Girne alınır ve uluslar arası düzeyde bir ateşkes ilan edilir. Bu kez Türk radyosu şu şarkıyı çalmaya başlar “Bu kadar yürekten çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim”

Ateşkes ilan edilir. Türk ordusu yerinde kalır ama Türkler girdikleri köylerden geri çekilir. Rum tarafı ise yerinde sabittir. Atilla Harekatı denilen Kıbrıs Barış Harekatı'nın şifre sözü söylenmek zorunda kalınır. “Ayşe tatile çıksın”

Sonuç Rumlar için yıpratıcı olur. Elbette kısa vadede Yunanistan ve uzun vadede de bizim için. Çözüme halen kavuşamamış ve uzun sürede kavuşamayacak gibi bir durumda. Tanınmayan bir Türk devleti, sorun çıkaran bir Rum devleti ve onların sorunları nedeniyle kilitlenen onlarca mesele. Muharebeler, çarpışmalar ve sonrası için çok yapıt var takip edebileceğiniz. O nedenle barut ve kan kokusundan uzak tutmayı tercih edip Girne plajlarına doğru yolumuza devam ediyoruz.

Minibüsten inip Denizkızı ‘na girdik. Girdiğinizde biletleri hemen kontrol ediyorlar o nedenle atmayın. Tesisin hem plajından hem de havuzundan istifade edebiliyorsunuz. Ama o küçük ama sevimli kumsal varken havuza gitmek (eğer başka amaçlar yoksa) pek akıllı adam işi değil.

Erken gittiğimiz için pek kimse yok. Küçük, Heybeliada'daki Değirmen Plajı'ndan bile ufak bir yer. Açılsanız bile denizi çabuk derinleşmediği için çocuklar (oğlum bu grupta), iyi yüzemeyenler (eşimin grubu) yüzse de kramp girer diye korkan tırsıklar (işte benden bahsediyorlar) için ideal. Tek sorun Akdeniz Piranhası adını verdiğim balık yavruları. Bir parmak boyunda, bizim izmarit yada isparileri andıran ve fütursuzca boyuna bakmaksızın insana saldırıp ısıran bu balıklar özelikle vücuttaki sivilce vb gibi yerleri ısırmakta ve boylarından umulmayacak bir acı verebilmekteler.

 Öğle yemeğini tesisin kafeteryasında aradan çıkarttık. Fiyatlar uygundu.

 Tekrar aşağı indik. Plajın nüfusu sıcaklık ile beraber artmış. Yerli birkaç çocuk gelen tüm kızlara asılıyor. Baba oğul seyrettik bu eğlenceyi. Türk kızları çocukları anında bozup sepetlerken İngilizler hayır diyemeyerek çocukların baskısına maruz kalıyor. Rus kızların yanındaki insan azmanı erkekler çocukların cesaretini salt görünümleriyle kırmış olmalı ki güzellik açısından açık ara önde olan bu kızları değil yoklama çekmek bakmıyorlar bile. Yaşam eğlenceli. Yeter ki o eğlenceyi fark edebilelim.

Baba oğul en büyük hobimiz olan kumdan kale inşaatına başlıyoruz. Benim kalem şekilsiz, kaba, hantal bir kaleydi ama bu yapıtın işlevselliği mükemmele yakındı. Ama etrafını saran dev su hendekleri bir anda su ile dolunca bu askeri sanat eseri bir anda çöküverdi. Oğlum ise nedense fazla kasmadan tabya tarzı bir şey yaparak önce yıkılana kadar önce kalemi, sonrasında denize kaçana kadar beni taşlamayı tercih etti J

Girneye döner dönmez hemen yarın Karpaz’a gidişin ilk adımı olan Magosa yolculuğunu araştırmaya başladım.

Hızlıca temizlendik. Çamaşırları asma görevini ifa ederken bana melül melül bakan Girne Kalesi'ne gidip gezmeye karar verdim.

Sabah kahvaltı için ara sokaklara dalmıştık. Kumtaşından yapılmış ve zamanın yanı sıra yağışların etkisiyle eriyen binalar, ilginç ve değişik yapılar ve hatta Roma dönemi küçük bir mezar bile karşımıza çıkmıştı. Şehrin sürprizlerle dolu olduğunu düşünüyorduk.

Yola koyuldum. Yol üzerinde gotik unsurların belirgin olduğu Ağa Cafer Paşa Camii’ne uğradım. Kılıç Ali Paşa ‘nın kölelerinden imiş. İki defa kaptan-ı derya üç kez Kıbrıs valisi olmuş. Ölünce de bu caminin yakınlarına defnedilmiş.


Ara sokaklardan dolanıp, vaktimin az olmasına rağmen yolumu uzatarakta olsa kaleye ulaştım. Giriş 3,5 TL. Müzekart vb geçmiyor. Gişedeki adam kaleyi gezmek için bir saatten az bir sürem olduğunu söyleyince pek umursamaksızın bu sürede kaleyi haydi haydi gezebileceğimi söyledim. Pek aklı yatmadı cevabıma.

Daldım hızla. Bir zamanlar kaleyi çevreleyen hendeği aşmaya yarayan köprüyü geçip kalenin ana kapısından içeri girdim. Tıpkı Crac Kalesi'ndeki gibi uzun bir tünel ile içeri giriliyor. Sağda solda aşağılara inen tüneller var ama gözüm kesmedi.

Yolun sağındaki ilk odada, kalenin çeşitli dönem ve dolayısıyla yönetimlerdeki gelişmelerinin gösterildiği bir sergi mevcut.

Kaleyi Bizanslılar Arap akınlarına karşı inşa ederler ilkin. Bizanslılardan kaleyi Aslan Yürekli Richard alır ve Templarlara satar. Templarlar da adayı yıllarca Luzinyanlar olarak yönetecek olan Fransız Guy de Lusignan ‘a.

Kale daha sonra Luzinyanlar tarafından da kullanılır. Adanın nispeten içerilerinde kalan Kantara Kalesi gibi sağlam bir korunak noktasıdır. Cenevizliler kuşatsa da alamaz ama Venedikliler başarılı olur. Venedikliler Osmanlı yayılmasına ve bu yayılmanın itici gücü Türk top teknolojisine karşu durabilmek için iki kule eklerler. Ama Andrea Doria ‘nın yeğeninin yönetimindeki Lefkoşa Kalesi çok kısa sürede teslim olunca Girne kalesi de işi uzatmaz. Teslim olur.

Odadan çıkıp devam ettiğinizde yine sağ tarafta Osmanlı dönemi amirallerinden birine, Cezayirli Sadık Paşa ‘ya  ait taş sanduka görülebilir. Dua edip yoluma devam ettim.

Kalenin batı kıyısındaki duvarlardan limanın meşhur manzarasını panoramik olarak almaya çalıştım. Havada o denli sis var ki ufuk çizgisi kaybolmuş bu sisin gerisinde.

Duvarların üzerinden ilerleyerek öteki burca geçiyorum. İlerideki büyük gemilerin yanaştığı ticari liman var. Öte yandan kalenin iç kısmının da epeyce büyük bir alan kapladığını fark ettim. Saat itibariye batık müzesi kısmı kapalı. Ayrıca Kırni köyünde bulunan ve aynı yerin adıyla anılan mezarların sergilendiği kısımda kapalı. Eyvallah deyip kalenin etrafını turluyorum. Alta inip dar bir koridordan az biraz ilerliyorum ama epeyce kuytuda olduğundan bu kısım zaruri ihtiyaçlar için oldukça yoğun kullanılmış. Kokuya dayanıyorum ama burası benim bile bir limitimin olduğunu gösteriyor bana. Biraz daha ilerliyorum ama bu yaptığım aylak aylak güneşlenen boy boy kertenkeleyi korkutup kaçırmaktan öte bir sonuç vermiyor.

Çıkışta Bizans dönemi bir şapeli görmek için bir başka koridora yöneliyorum. Yalnız kaldığım bu kalede, ilginçtir bu koridorda yalnız olmadığımı hissettim. Doğa ötesi kavramına inanırsınız yada inanmazsınız, bu sizin bileceğiniz bir şey ama o koridorda o anda inanılmaz huzursuz oldum. Biraz daha ilerledim ama ötesine ilerlemeye daha fazla cesaret edemedim. Döndüm, kaleden çıktım.

Çıkışta, bana kaleyi kısa sürede gezemeyeceğimi söyleyen görevliyi bulup kalenin gerçekten büyük olduğu konusunda haklı olduğunu kabullendiğimi söyledim.

Yine akşam yemeğini aradan çıkarıp sahilin sessiz bir köşesinde gezinen tipleri seyredip vakit öldürdük.

Yorum Gönder

0 Yorumlar