Takip Et

8/recent/ticker-posts

Kıbrıs Gün 4

Hava sıcak, vantilatör sadece sıcak havayı bize göndermekle meşgul. Denizden gelen rüzgar utangaçça davranıp açık duran kapımızdan girmiyor bir türlü. Uyuyamıyorum ve dışarı çıkıyorum tekrar.

Aradan geçen zaman zarfında yanımda uyuyan oğlum doğrulup çok kaşındığını söylüyor. Ben de epeyce kaşınıyorum . Yatmasını söylüyorum ama bir kez daha aynı sahne ve benzeri diyalog yaşanınca üşenmeden kalkıyorum. Etrafımda uçan yada duvarlarda bekleşen çok sayıda sivrisineği çeşitli aralıklarda yaptığım kalkışlarda avladım. Yeni boyandığı belli olan duvarlar kanlı noktalarla bezendi. Sonuçta, eşim ve oğlum az biraz uyudu ama ben tamamen uykusuz bir gece geçirdim.

Sabah 5:20 ‘de kalktım. Oğlumun kalkası yok. Sereserpe, baygınca yatıyor. Hava serin ve gök gri bulutlarla kaplı. Muhtemelen leş gibi bir hava olacak. Ama yapacak bir şey yok. Hızlıca toparlanıp tesisin girişine gidip otobüsün gelişini beklemeye koyuluyoruz. Sabahın bu saatinde tesiste görevli bir Allahın kulu yok. Her yerde tarifi olmayan bir dinginlik.

Saat 6’yı epeyce geçti. Unutulduk diye düşünüyoruz. Artık 7 otobüsü olur. O da olmazsa bir gece daha burada kalırız diyoruz isteksizce. İlerilerden görülen her araç gözden kaybolana kadar umut kaynağı. Neyse ki epeyce bir zaman sonra bize doğru bir araç yaklaşıyor. Hırpani mi hırpani bir araç bu. Güçlükle devasa bavulumuzu arkaya sığdırıyoruz. Dipkarpaz’a doğru dönüşe geçiyoruz. Ben ise araca bir şekilde soktuğum bavulu nasıl çıkaracağımı düşünmekle meşgulüm.

Dipkarpaz'da bizi getiren araç bekliyor. Şoförü, Ömer gecikme nedeniyle özür diliyor. Bir problem yok bizim açımızdan. Otobüsü yakaladık, bavulu araçtan kolayca çıkardık, daha ne olsun J

Eşim araçtaki az sayıdaki insanın selamını almamasına, bir günaydın dememelerine içerlemiş. Arada takar bu tip şeyleri. Geçmişte, Tiran'dayken caminin önünde ben fotoğraf çekerken takışmış ve bende adamı dövmek için caminin içine dalıp oranın altını üstüne getirmiştim. Benim derdim oğlanla. Dün Karpaz'a doğru, özellikle Sipahi'den sonraki dolambaçlı yollar rahatsız etmişti. Şu ana dek bir problem yok.


Dışarı bakınıyorum. Karpaz'ın meşhur vahşi eşeklerini görebilir miyim? Kim bilir? Sağda solda özellikle Sipahi ve Yenierenköy'de geçmişin izlerini taşıyan bir iki taş göze çarpıyor.

Işık hızına yakın bir süratle yol alıyoruz. Kaya Artemis ‘in yakınlarında yani Bafra'da bir otomobil akaryakıt tankeri ile kafa kafaya çarpışmış. Neyse ki hafifçe yaralanmış bir adam dışında bir problem görünmüyor. Öldürmeyen Allah öldürmüyor. Otomobil yandan çarpsa neler olurdu, kimbilir…


Magosa'ya varıyoruz. Ömer’e kaç para ödeyeceğimizi sorduğumda “20 ver yeter” diyor. Dünkü ihtiyar bizi sağlam kazıklamış. Merkeze nasıl gideceğimiz sorduğumda ise bizi götüreceğini söylüyor. Bizi sur kapılarının birinde bırakıyor.

Şehrin ilk adı Arsinoe. Strabon ‘un kitabında da bu şekilde geçiyor. Yunanlılar ise Ammochotos derlermiş sahilleri kumsallarla çevrili olduğundan. Kuma batmış gibi bir anlamı var ama internette “Kumda Saklı” anlamına geldiğini yazıyor. Eyvallah diyorum. Yunancamın hali ortada. Lusinyanlar Famagouste, Ceneviz ve Venedikliler Famagosta demişler. Bizimkiler Mağusa demişler önüne de 1974 olaylarından sonra Gazi ünvanını eklemişler. 365 kiliseli şehir diye bir ünvanı varmış. Bu kadar kilisesi yoktur ama arasında gezdiğim kalıntılardan sonra azımsanmayacak sayıda kilisesinin olduğuna kanaat getirdim.

Aslında başka bir şehrin felaketi Magosa'nın yıldızının parlamasını sağlamış. Adanın başkenti Salamis Araplar tarafından yağmalanıp sonrasında işgal de edilince insanlar buraya göç etmişler. Lusignanlar adaya yerleşince şehir onların başkenti, St. Nicholas Kilisesi (Lala Mustafa Paşa Camii) de taç giyme törenlerinin yapıldığı katedral olmuş.(Lusignanlar garip bir şekilde iki ayrı şehirde taç giyiyorlar. Lefkoşa St. Sofia ‘da Kıbrıs Krallığı için burada da Kudüs Krallığı için) Sonrasında Cenevizlilerin ve Venediklilerin eline geçmiş. 1571 ‘de bizim olmuş. Bir yıldan fazla bir süre bize direnmiş.


Rivayete göre Sarı Selim Kıbrıs şaraplarına çok düşkünmüş ve büyük paralar ödeyerek bu lüksüne ulaşmak yerine hepsine sahip olmak için adaya saldırmış. Elbette Avrupa tarafının söylemi bu. Osmanlı, hac yolu üzerinde duran ve hacı gemilerini vurması için korsanları destekleyen, vergisini daima ödemeyen yada geciktiren Venediklileri bu coğrafyadan defetmek için bu seferi düzenler. Girne ve Lefkoşa ‘nın ne kadar kolaylıkla ele geçtiğini belirtmiştik.

Venedikliler aptal değildir ve Osmanlıların eninde sonunda adaya saldıracaklarını tahmin ederler. Bunun için iki önemli şehrin (Lefkoşa ve Magosa) surlarını dönemin en modern teknikleriyle tahkim ederler. Ülkenin en iyi istihkamcıları bu şehirlere gelir. Lefkoşa'da belki de adanın en korkak adamı, Andrea Doria ‘nın yeğeni baştadır ve kısa sürede teslim olur. Bu zaten fazla dayanması beklenmeyen Girne ‘nin kendiliğinden teslim olmasına neden olur. Ama Magosada durum farklıdır. Burada başka bir Doria yoktur ve komutan Antonio Bragadin sonuna dek dövüşür. Surlar dayanır. Ama Venedik istenen yardımı gönderemez ve Hristiyan dünyası Venediklilerin kaybını pek önemsemediğinden durumu görmezden gelir.

Yardım gelmeyince ada düşer. Buradan sonra merak eder de ne oldu derseniz bazı vahşet öykülerine denk geleceksiniz. Özellikle yabancı dilde olanlara. Ama nedenini araştırırsanız, küstahlık, kibir ve sözünde durmamanın o zamanlardaki cezasının bu olduğunu öğrenirsiniz.

Belirttiğim gibi uçuş sayılabilecek bir hızla geldik. Saat daha 8:30 ‘u az biraz geçmekte. Şehrin haşmetli, atalarımızı epeyce oyalayan surlarından içeri giriyoruz. Hemen sağda yeni açılan bir kafeye dalıyoruz. Dünden sonra, gezinin selameti adına bizimkiler ne derse eyvallah demem gerekecek. Burada iyi bir kahvaltı yapıyoruz. Ben surlara çıkıp etrafa bakınıyorum. Sabahın bu saatinde bile güneş yakıyor. Kulağıma çalınan cılız ayak seslerinin sahibinin oğlum olduğunu görüyorum gelenin kim olduğunu merak edipte başımı çevirdiğimde.  Oğlumla çok sayıda kaleye çıktık ve gezdikte. Oyunlarında yaptığı, resimlerinde çizdiği kaleler gayet standarttır. Burçları olan standart bir dörtgen. Ülkedeki kalelerin neredeyse tamamı gibi tıpkı. Burada ise oğlum şaşkınlıkla, bense bu duyguya ek olarak hayranlıkla izliyorum tahkimatları. Bir zamanlar aşılmaz görünen duvarların yanında, günümüzde boş olan hendeğin üzerindeki köprünün ötesinde, şehrin en eski Türk mezarlığı görünüyor. Kuşatma sırasında şehit düşenlerin yanında bir iki tanede türbe yer almakta.

Baba oğul aşağıya inip masaya dönüyoruz. Kafeyi işleten Deniz Bey ve eşi de bize katılıyor. Havadan sudan başlayan konuşma nede kalacaksınız noktasına geldiğinde, “Altuntabya Oteli'ni” soruyorum. “Hemen bakalım, gel gidelim” diyerek kalkıyor.

İlginçtir, Lonely Planet ‘in pek önermese de kalacak pek bir yer yok diye listesine eklediği tesis yıllardır kapalıymış. İşletmecisi Erol Bey (Erol Altunsoy) tekrar açmaya karar vermiş, gerekli tamirat ve tadilatları yapmış ve bürokrasinin iznini beklemeye koyulmuş. Özetle otel kapalıydı ve Erol Bey pek de bizi almaya istekli görünmüyordu. Deniz Bey'in bastırması ev aile olmamız nedeniyle (herhalde civardaki diğer otellere gitmeyecek tarzda birisi olduğuma kani oldu) ikna oldu ve odaları gösterdi. Klimalı, tuvaletli, TV’li oda 70 TL.

Ravelin Kafe’ ye dönüp eşimle oğlumu alıp otele daldık. İlk müşterisi biz olduğumuzdan çarşaflar, havlular, her şey gıcır gıcır. O denli yıpranmışız ki hemen uzanıp dinlenmeye çalışıyoruz.

Dinleniyoruz da. Aşırı sıcağı umursamaksızın şehrin sokaklarına atıyoruz kendimizi. Ufak çarşıyı hızla geçiyoruz. Küçük bir meydanda gotik bir kiliseden çevrili Sinan Paşa Camii'ne denk geliyoruz. Sarı, kesme taştan inşa edilmiş yapının etrafını turluyorum, kapalı kapısının büyük anahtar deliğine makinamın objektifini sokarak içerisini olabildiğinde görüntülemeye çalışıyorum. Ana kapısının pervaz işçiliği, yapıyı destekleyen payandaların şekli  bu yapıya Fransız parmağı değdiğini gösteriyor. Zaten adayı bir müddet yöneten Luzinyanlar (Lusignan) Fransız soyundan gelme bir güruh.

Her tarafta ne yazık ki bakımsız bir halde, sarı, kesme taştan yapılmış çeşitli bina, tapınak ve hatta Venedik Sarayı'nın harabeleri görülüyor. Bir tek kişi bile Magosa harika bir ortaçağ kenti. Biraz onarım yapsak, biraz özensek, uğraşsak, restore ettiğimiz yapıları yaşama katsak diye bir derdi yok. Magosa'nın çeyreği bile olamayacak Dubrovnik her yıl salt turizm için gelen milyonları ağırlayıp onların maddi ağırlıklarının bir kısmını aladursun berikiler sanki her şey olmuş bitmiş gibi davranmaktalar.

İlerliyoruz. Namık Kemal Meydanı'na varınca şehrin eski katedralini, günümüzün Lala Mustafa  Paşa Camii'nin facadesi, bu yörelerde gotik dönemin en görkemli yapısı benim dercesine karşılıyor bizi. Yapının bakıma, onarıma ihtiyacı var. Temiz görünümlü dış yüzeyi aldatıcı olabilse de simetriden yoksun eski kuleleri estetik ameliyat yaptırmış yaşlı bir kadının gerçek yaşını bakışlarının ele verdiği gibi durumu özetliyor. 1298 -1312 yılları arasında inşa edilmiş.

İçerisi ise muazzam. Tipik bir kilise. İnsanın varlığının ezildiği, yerden yüksekte kalan, büyük ama yeterli aydınlatmayı sağlayamayan pencereler. Giriş tarafındaki pencerelerdeki renkli süslemeler göz okşuyor.

Buradan çıkıp gene sokaklara vuruyoruz kendimizi. Sıcak ama artık alıştık mı, yoksa dünkü sefaletten kurtulmanın moral gücü ile midir bilinmez rahat ve zevk alarak dolaşıyoruz. Eleştiriyoruz anlayışı. Düşman gruplar olan Hospitaler ve Templarların kiliseleri yan yana. Ama hangisi hangisinin hiçbir işaret yok. Sadece haçlardan tahmin yürütebiliyorum ama emin de değilim. 

Bizimkileri gölgelik bir yerde bırakıp başka bir gotik kiliseye gidiyorum. Günümüzde üniversitece kullanılan ve bir dönemler adadaki Nasturi cemaate hizmet etmiş bir kilise. Yanındaki metruk kiliseye girmem ise yuva yapmış güvercinler için korku kaynağı oluyor. Tam karşımdaki surlar ise bire bir Petervaradin'deki anlayışla inşa edilmiş gibi.

Yola devam. O da ne? İlerilerde, şehrin kalesi olan ve adına Othello Kalesi de denilen yapıyı görüyoruz. Bakınıyorum kimseler yok ve can güvenliği nedeniyle kapalıdır gibi bir levhayı görüp umutsuzluğa kapılıyorum. Başka bir açıdan fotoğraf çekeyim derken burçlarda dolanan Rus turistleri görüp bende yapıya giriyorum. Eğer müzekart+ sahibi iseniz kaleye giriş ücretsiz.

Yine kısa bir tarih dersi verelim. Kıbrıs Venediklilerin doğudaki en büyük toprağıdır  ve adada en zengin limanları bulunmaktadır. O nedenle Kotor, Budva gibi şehirlerin sadece ana girişlerinde görülen ve şehrin Venediklilerce idare edildiğinin nişanesi aslan kabartmaları burada hemen hemen bütün önemli savunma yapılarının kapılarının üzerinde görülür. Haydi, üst düzey tarih incelemesine girişelim. Venedik yönetimindeki şehirlerde ana kapı, kale kapısı yada büyük meydanlarda  Venedik ‘in koruyucu azizi Aziz Markos ‘un simgesi olan aslan kabartması yada heykelleri olduğunu söylemiştim defalarca. Aslanın ön ayakları daima bir kitap tutar. Kitap açıksa yapı Venedik ‘in barış, kapalıysa savaş döneminde yapılmış demektir. Buradaki kapıdaki aslanın kitabı bana kapalıymış gibi geldi.

Kale daha çok Venediklilerce kullanılmış ama yapan Lusignanlar bugünkü adını verenler ise İngilizler. Hikayeye göre Shakespear ‘in Othello ‘sunun bir kısmı Kıbrısta geçer. Hikayede Othello “Moor” olarak tanıtılır. Shakespear ‘in adanın valisi Christophoro Moro ‘yu Moor (Faslı) sandığı tahmin ediliyor.

Kale şehrin diğer yapıları ile kıyaslarsak daha bakımlı ama gene de olması gerekenden çok uzak. Burçları panoramik fotoğraf çekmek için biçilmiş kaftan adeta. Ama giriş katına iner ve sol omzunuzun çaprazında ilerlerseniz içerilere giden koridorlar sizi çağıracak ama zerrece aydınlatma ve hiçbir uyarı levhası olmadığı için paşa paşa dönmeniz kaçınılmaz olacaktır.

İleride Canbolat Türbesi var. Canbolat Bey Kilisli bir yiğittir. Kıbrıs'ın fethi sırasında sur kapısının önünde yer alan ve Türk askerlerinin girişini engelleyen üstü bıçaklarla kaplı döner çark sistemine beyaz atıyla dalıp canı pahasına parçalayan bu yiğit savaşçı kimi söylentilerde kafası koptuğu halde kopuk kafasını bir kolunun altına sıkıştırıp savaşmaya devam etmiştir.


Şehri turlamayı bitirdik. Dönüp terden su gibi olan kıyafetlerimizi değiştirip Ravelin Kafe ‘ye gittik. Eşim çok merak ettiği “Şeftali Kebabı”nı denedi. Adı sizi şaşırtmasın. Parmak şeklindeki köfte hayvanın böbrek üstü bezlerine sarılıyor ve o şekilde pişiriliyor. Rivayete göre bu bez şeftali kabuğunun rengini alıyormuş ısının etkisiyle. Ama hiçbir yerde şeftaliyi andıran bu rengi göremedim. Gene de eşim şeftali kebabının tadının güzel olduğunu söylüyor ama beni cezbeden bir ürün değil.

Gene takılıyoruz. Mete ile Deniz Bey dama oynuyorlar. Deniz Bey oyunu gayet iyi biliyor. Dürüstçe de oynuyor oğluma karşı. Oğlum iyi mücadele ediyor ama yenilmekten kurtulamıyor. Mağlubiyete epeyce bozuluyor bizimki ama yenilgiyi kabullenebilmesi, sindirebilmesi lazım ki.

Konuşuyoruz oyunları bitince. Deniz Bey ve eşi yıllar önce İstanbul'dan gelmişler Magosa'ya. Turizm konusunda hemfikirler. Aklı başında bir insan olduğunu anladığım Deniz Bey turizm konusunda insanları örgütlemeye çalışmış, bir takım mercilere gitmiş ama nafile. Zaten “kara sakalız” burada diyor. Günümüzde Türkiye'den gelip de adaya yerleşen Türkler yerlilerce bu şekilde anılıyor. Deyim, köylere gelip mücahitleri örgütleyen Türkiye Türklerinin halk tarafından “kara sakallılar geldi” diye coşkuyla söylenmesinden türemiş. Gelen askerler kara sakallıysa eyvallah, ne ala; ama değilse… İşte bu kötü sürprizle karşılaşan köylerde var ve o köylerden geride ise toplu mezarlar. Fakat anlaşılan o ki günümüz yerlileri bir zamanların kurtarıcı kara sakallarını (yada onların torunlarını) adanın problemlerinin kaynağı olarak görüyor.

Sıcak geçene kadar otele sığınıyoruz. Ben arada çılgınca kaşınan ve Karpaz'dan hatıra yara izleri için eczaneye gidiyor ve bir ilaç alıyorum. Eczanenin serinliği beni kendime getiriyor ve eczacı kadınla koyu bir sohbete girişiyorum. Dün son altmış küsur yılın en sıcak günü imiş. Lefkoşa 47 dereceyi görmüş gölgede. Muhtemelen bu rekor bugün kırılacakmış.

Akşam otelde daha önceden marketlerden topladığımız ve artık bize yük olmaya başlayan nefaleyi bir şekilde tüketiyoruz. Bakkaldan aldığım greyfurt suyu fena değildi. Ayranda keza öyle.

Hava kararınca şehrin sokaklarına tekrar çıkıyoruz. Nemi saymazsak her şey yolunda. Şehrin sarı ışıklı aydınlatmasında bol bol fotoğraf çekiyorum. Pek insan yok. Namık Kemal Meydanı'na tekrar vardığımızda o kadar az insana denk geliyoruz ki anlatamam. Erken indik herhalde dediysekte oturduğumuz kafeden gördüğümüz insan sayısında pek bir artış olmuyor. İnsanların nerede olduğunu soran eşime dürüst bir cevap vermeyi isterdim. Ama diyemedim. İnsanların buraya kumar oynamaya, fuhuş yapmaya geldiklerini, internette hangi batakhanede hangi muamele kaç para bu bilgilerden bolca varken şuradan buraya nasıl gidilir gibi en basit soruların bile yanıtsız kaldığını söyleyemedim. Meydanın öte ucundaki, Venedik Sarayı'ndan geriye kalan giriş kapısına bakıp kimler girip çıktı, ne entrikalar döndü diye düşündüm. Acaba Venedikliler şehri kaybedeceklerini düşündüler mi?

Bu tip düşünceler ile otele döndüm ve uykum ile dün yapamadığım buluşmayı gerçekleştirdim.

Yorum Gönder

0 Yorumlar