Hava sıcak, vantilatör sadece sıcak havayı bize göndermekle
meşgul. Denizden gelen rüzgar utangaçça davranıp açık duran kapımızdan girmiyor
bir türlü. Uyuyamıyorum ve dışarı çıkıyorum tekrar.
Aradan geçen zaman zarfında yanımda uyuyan oğlum doğrulup
çok kaşındığını söylüyor. Ben de epeyce kaşınıyorum . Yatmasını söylüyorum ama
bir kez daha aynı sahne ve benzeri diyalog yaşanınca üşenmeden kalkıyorum.
Etrafımda uçan yada duvarlarda bekleşen çok sayıda sivrisineği çeşitli
aralıklarda yaptığım kalkışlarda avladım. Yeni boyandığı belli olan duvarlar
kanlı noktalarla bezendi. Sonuçta, eşim ve oğlum az biraz uyudu ama ben tamamen
uykusuz bir gece geçirdim.
Sabah 5:20 ‘de kalktım. Oğlumun kalkası yok. Sereserpe,
baygınca yatıyor. Hava serin ve gök gri bulutlarla kaplı. Muhtemelen leş gibi
bir hava olacak. Ama yapacak bir şey yok. Hızlıca toparlanıp tesisin girişine
gidip otobüsün gelişini beklemeye koyuluyoruz. Sabahın bu saatinde tesiste
görevli bir Allahın kulu yok. Her yerde tarifi olmayan bir dinginlik.
Saat 6’yı epeyce geçti. Unutulduk diye düşünüyoruz. Artık 7
otobüsü olur. O da olmazsa bir gece daha burada kalırız diyoruz isteksizce.
İlerilerden görülen her araç gözden kaybolana kadar umut kaynağı. Neyse ki
epeyce bir zaman sonra bize doğru bir araç yaklaşıyor. Hırpani mi hırpani bir
araç bu. Güçlükle devasa bavulumuzu arkaya sığdırıyoruz. Dipkarpaz’a doğru
dönüşe geçiyoruz. Ben ise araca bir şekilde soktuğum bavulu nasıl çıkaracağımı
düşünmekle meşgulüm.
Dipkarpaz'da bizi getiren araç bekliyor. Şoförü, Ömer gecikme nedeniyle
özür diliyor. Bir problem yok bizim açımızdan. Otobüsü yakaladık, bavulu
araçtan kolayca çıkardık, daha ne olsun J
Eşim araçtaki az sayıdaki insanın selamını almamasına, bir
günaydın dememelerine içerlemiş. Arada takar bu tip şeyleri. Geçmişte, Tiran'dayken
caminin önünde ben fotoğraf çekerken takışmış ve bende adamı dövmek için
caminin içine dalıp oranın altını üstüne getirmiştim. Benim derdim oğlanla. Dün
Karpaz'a doğru, özellikle Sipahi'den sonraki dolambaçlı yollar rahatsız etmişti.
Şu ana dek bir problem yok.
Dışarı bakınıyorum. Karpaz'ın meşhur vahşi eşeklerini
görebilir miyim? Kim bilir? Sağda solda özellikle Sipahi ve Yenierenköy'de
geçmişin izlerini taşıyan bir iki taş göze çarpıyor.
Işık hızına yakın bir süratle yol alıyoruz. Kaya Artemis ‘in
yakınlarında yani Bafra'da bir otomobil akaryakıt tankeri ile kafa kafaya
çarpışmış. Neyse ki hafifçe yaralanmış bir adam dışında bir problem görünmüyor.
Öldürmeyen Allah öldürmüyor. Otomobil yandan çarpsa neler olurdu, kimbilir…
Magosa'ya varıyoruz. Ömer’e kaç para ödeyeceğimizi sorduğumda “20 ver
yeter” diyor. Dünkü ihtiyar bizi sağlam kazıklamış. Merkeze nasıl gideceğimiz
sorduğumda ise bizi götüreceğini söylüyor. Bizi sur kapılarının birinde
bırakıyor.
Şehrin ilk adı Arsinoe. Strabon ‘un kitabında da bu şekilde
geçiyor. Yunanlılar ise Ammochotos derlermiş sahilleri kumsallarla çevrili
olduğundan. Kuma batmış gibi bir anlamı var ama internette “Kumda Saklı”
anlamına geldiğini yazıyor. Eyvallah diyorum. Yunancamın hali ortada.
Lusinyanlar Famagouste, Ceneviz ve Venedikliler Famagosta demişler. Bizimkiler
Mağusa demişler önüne de 1974 olaylarından sonra Gazi ünvanını eklemişler. 365
kiliseli şehir diye bir ünvanı varmış. Bu kadar kilisesi yoktur ama arasında
gezdiğim kalıntılardan sonra azımsanmayacak sayıda kilisesinin olduğuna kanaat
getirdim.
Aslında başka bir şehrin felaketi Magosa'nın yıldızının
parlamasını sağlamış. Adanın başkenti Salamis Araplar tarafından yağmalanıp
sonrasında işgal de edilince insanlar buraya göç etmişler. Lusignanlar adaya
yerleşince şehir onların başkenti, St. Nicholas Kilisesi (Lala Mustafa Paşa
Camii) de taç giyme törenlerinin yapıldığı katedral olmuş.(Lusignanlar garip bir
şekilde iki ayrı şehirde taç giyiyorlar. Lefkoşa St. Sofia ‘da Kıbrıs Krallığı
için burada da Kudüs Krallığı için) Sonrasında Cenevizlilerin ve Venediklilerin
eline geçmiş. 1571 ‘de bizim olmuş. Bir yıldan fazla bir süre bize direnmiş.
Rivayete göre Sarı Selim Kıbrıs şaraplarına çok düşkünmüş ve büyük
paralar ödeyerek bu lüksüne ulaşmak yerine hepsine sahip olmak için adaya
saldırmış. Elbette Avrupa tarafının söylemi bu. Osmanlı, hac yolu üzerinde
duran ve hacı gemilerini vurması için korsanları destekleyen, vergisini daima
ödemeyen yada geciktiren Venediklileri bu coğrafyadan defetmek için bu seferi
düzenler. Girne ve Lefkoşa ‘nın ne kadar kolaylıkla ele geçtiğini belirtmiştik.
Venedikliler aptal değildir ve Osmanlıların eninde sonunda adaya
saldıracaklarını tahmin ederler. Bunun için iki önemli şehrin (Lefkoşa ve
Magosa) surlarını dönemin en modern teknikleriyle tahkim ederler. Ülkenin en
iyi istihkamcıları bu şehirlere gelir. Lefkoşa'da belki de adanın en korkak
adamı, Andrea Doria ‘nın yeğeni baştadır ve kısa sürede teslim olur. Bu zaten
fazla dayanması beklenmeyen Girne ‘nin kendiliğinden teslim olmasına neden
olur. Ama Magosada durum farklıdır. Burada başka bir Doria yoktur ve komutan
Antonio Bragadin sonuna dek dövüşür. Surlar dayanır. Ama Venedik istenen
yardımı gönderemez ve Hristiyan dünyası Venediklilerin kaybını pek
önemsemediğinden durumu görmezden gelir.
Yardım gelmeyince ada düşer. Buradan sonra merak eder de ne
oldu derseniz bazı vahşet öykülerine denk geleceksiniz. Özellikle yabancı dilde
olanlara. Ama nedenini araştırırsanız, küstahlık, kibir ve sözünde durmamanın o
zamanlardaki cezasının bu olduğunu öğrenirsiniz.
Belirttiğim gibi uçuş sayılabilecek bir hızla geldik. Saat daha 8:30
‘u az biraz geçmekte. Şehrin haşmetli, atalarımızı epeyce oyalayan surlarından
içeri giriyoruz. Hemen sağda yeni açılan bir kafeye dalıyoruz. Dünden sonra,
gezinin selameti adına bizimkiler ne derse eyvallah demem gerekecek. Burada iyi
bir kahvaltı yapıyoruz. Ben surlara çıkıp etrafa bakınıyorum. Sabahın bu
saatinde bile güneş yakıyor. Kulağıma çalınan cılız ayak seslerinin sahibinin
oğlum olduğunu görüyorum gelenin kim olduğunu merak edipte başımı çevirdiğimde.
Oğlumla çok sayıda kaleye çıktık ve
gezdikte. Oyunlarında yaptığı, resimlerinde çizdiği kaleler gayet standarttır.
Burçları olan standart bir dörtgen. Ülkedeki kalelerin neredeyse tamamı gibi
tıpkı. Burada ise oğlum şaşkınlıkla, bense bu duyguya ek olarak hayranlıkla
izliyorum tahkimatları. Bir zamanlar aşılmaz görünen duvarların yanında,
günümüzde boş olan hendeğin üzerindeki köprünün ötesinde, şehrin en eski Türk
mezarlığı görünüyor. Kuşatma sırasında şehit düşenlerin yanında bir iki tanede
türbe yer almakta.
Baba oğul aşağıya inip masaya dönüyoruz. Kafeyi işleten
Deniz Bey ve eşi de bize katılıyor. Havadan sudan başlayan konuşma nede
kalacaksınız noktasına geldiğinde, “Altuntabya Oteli'ni” soruyorum. “Hemen
bakalım, gel gidelim” diyerek kalkıyor.
İlginçtir, Lonely Planet ‘in pek önermese de kalacak pek bir yer yok
diye listesine eklediği tesis yıllardır kapalıymış. İşletmecisi Erol Bey (Erol
Altunsoy) tekrar açmaya karar vermiş, gerekli tamirat ve tadilatları yapmış ve
bürokrasinin iznini beklemeye koyulmuş. Özetle otel kapalıydı ve Erol Bey pek de
bizi almaya istekli görünmüyordu. Deniz Bey'in bastırması ev aile olmamız
nedeniyle (herhalde civardaki diğer otellere gitmeyecek tarzda birisi olduğuma
kani oldu) ikna oldu ve odaları gösterdi. Klimalı, tuvaletli, TV’li oda 70 TL.
Ravelin Kafe’ ye dönüp eşimle oğlumu alıp otele daldık. İlk
müşterisi biz olduğumuzdan çarşaflar, havlular, her şey gıcır gıcır. O denli
yıpranmışız ki hemen uzanıp dinlenmeye çalışıyoruz.
Dinleniyoruz da. Aşırı sıcağı umursamaksızın şehrin
sokaklarına atıyoruz kendimizi. Ufak çarşıyı hızla geçiyoruz. Küçük bir meydanda
gotik bir kiliseden çevrili Sinan Paşa Camii'ne denk geliyoruz. Sarı, kesme
taştan inşa edilmiş yapının etrafını turluyorum, kapalı kapısının büyük anahtar
deliğine makinamın objektifini sokarak içerisini olabildiğinde görüntülemeye
çalışıyorum. Ana kapısının pervaz işçiliği, yapıyı destekleyen payandaların
şekli
bu yapıya Fransız parmağı
değdiğini gösteriyor. Zaten adayı bir müddet yöneten Luzinyanlar (Lusignan)
Fransız soyundan gelme bir güruh.
Her tarafta ne yazık ki bakımsız bir halde, sarı, kesme taştan
yapılmış çeşitli bina, tapınak ve hatta Venedik Sarayı'nın harabeleri görülüyor.
Bir tek kişi bile Magosa harika bir ortaçağ kenti. Biraz onarım yapsak, biraz
özensek, uğraşsak, restore ettiğimiz yapıları yaşama katsak diye bir derdi yok.
Magosa'nın çeyreği bile olamayacak Dubrovnik her yıl salt turizm için gelen
milyonları ağırlayıp onların maddi ağırlıklarının bir kısmını aladursun
berikiler sanki her şey olmuş bitmiş gibi davranmaktalar.
İlerliyoruz. Namık Kemal Meydanı'na varınca şehrin eski
katedralini, günümüzün Lala Mustafa
Paşa
Camii'nin facadesi, bu yörelerde gotik dönemin en görkemli yapısı benim
dercesine karşılıyor bizi. Yapının bakıma, onarıma ihtiyacı var. Temiz
görünümlü dış yüzeyi aldatıcı olabilse de simetriden yoksun eski kuleleri
estetik ameliyat yaptırmış yaşlı bir kadının gerçek yaşını bakışlarının ele
verdiği gibi durumu özetliyor. 1298 -1312 yılları arasında inşa edilmiş.
İçerisi ise muazzam. Tipik bir kilise. İnsanın varlığının
ezildiği, yerden yüksekte kalan, büyük ama yeterli aydınlatmayı sağlayamayan
pencereler. Giriş tarafındaki pencerelerdeki renkli süslemeler göz okşuyor.
Buradan çıkıp gene sokaklara vuruyoruz kendimizi. Sıcak ama artık
alıştık mı, yoksa dünkü sefaletten kurtulmanın moral gücü ile midir bilinmez
rahat ve zevk alarak dolaşıyoruz. Eleştiriyoruz anlayışı. Düşman gruplar olan
Hospitaler ve Templarların kiliseleri yan yana. Ama hangisi hangisinin hiçbir
işaret yok. Sadece haçlardan tahmin yürütebiliyorum ama emin de değilim.
Bizimkileri gölgelik bir yerde bırakıp başka bir gotik
kiliseye gidiyorum. Günümüzde üniversitece kullanılan ve bir dönemler adadaki
Nasturi cemaate hizmet etmiş bir kilise. Yanındaki metruk kiliseye girmem ise
yuva yapmış güvercinler için korku kaynağı oluyor. Tam karşımdaki surlar ise
bire bir Petervaradin'deki anlayışla inşa edilmiş gibi.
Yola devam. O da ne? İlerilerde, şehrin kalesi olan ve adına
Othello Kalesi de denilen yapıyı görüyoruz. Bakınıyorum kimseler yok ve can
güvenliği nedeniyle kapalıdır gibi bir levhayı görüp umutsuzluğa kapılıyorum.
Başka bir açıdan fotoğraf çekeyim derken burçlarda dolanan Rus turistleri görüp
bende yapıya giriyorum. Eğer müzekart+ sahibi iseniz kaleye giriş ücretsiz.
Yine kısa bir tarih dersi verelim. Kıbrıs Venediklilerin doğudaki en
büyük toprağıdır ve adada en zengin
limanları bulunmaktadır. O nedenle Kotor, Budva gibi şehirlerin sadece ana
girişlerinde görülen ve şehrin Venediklilerce idare edildiğinin nişanesi aslan
kabartmaları burada hemen hemen bütün önemli savunma yapılarının kapılarının
üzerinde görülür. Haydi, üst düzey tarih incelemesine girişelim. Venedik
yönetimindeki şehirlerde ana kapı, kale kapısı yada büyük meydanlarda Venedik ‘in koruyucu azizi Aziz Markos ‘un
simgesi olan aslan kabartması yada heykelleri olduğunu söylemiştim defalarca. Aslanın
ön ayakları daima bir kitap tutar. Kitap açıksa yapı Venedik ‘in barış,
kapalıysa savaş döneminde yapılmış demektir. Buradaki kapıdaki aslanın kitabı
bana kapalıymış gibi geldi.
Kale daha çok Venediklilerce kullanılmış ama yapan
Lusignanlar bugünkü adını verenler ise İngilizler. Hikayeye göre Shakespear ‘in
Othello ‘sunun bir kısmı Kıbrısta geçer. Hikayede Othello “Moor” olarak
tanıtılır. Shakespear ‘in adanın valisi Christophoro Moro ‘yu Moor (Faslı)
sandığı tahmin ediliyor.
Kale şehrin diğer yapıları ile kıyaslarsak daha bakımlı ama
gene de olması gerekenden çok uzak. Burçları panoramik fotoğraf çekmek için
biçilmiş kaftan adeta. Ama giriş katına iner ve sol omzunuzun çaprazında
ilerlerseniz içerilere giden koridorlar sizi çağıracak ama zerrece aydınlatma
ve hiçbir uyarı levhası olmadığı için paşa paşa dönmeniz kaçınılmaz olacaktır.
İleride Canbolat Türbesi var. Canbolat Bey Kilisli bir yiğittir.
Kıbrıs'ın fethi sırasında sur kapısının önünde yer alan ve Türk askerlerinin
girişini engelleyen üstü bıçaklarla kaplı döner çark sistemine beyaz atıyla
dalıp canı pahasına parçalayan bu yiğit savaşçı kimi söylentilerde kafası
koptuğu halde kopuk kafasını bir kolunun altına sıkıştırıp savaşmaya devam
etmiştir.
Şehri turlamayı bitirdik. Dönüp terden su gibi olan
kıyafetlerimizi değiştirip Ravelin Kafe ‘ye gittik. Eşim çok merak ettiği
“Şeftali Kebabı”nı denedi. Adı sizi şaşırtmasın. Parmak şeklindeki köfte
hayvanın böbrek üstü bezlerine sarılıyor ve o şekilde pişiriliyor. Rivayete
göre bu bez şeftali kabuğunun rengini alıyormuş ısının etkisiyle. Ama hiçbir
yerde şeftaliyi andıran bu rengi göremedim. Gene de eşim şeftali kebabının
tadının güzel olduğunu söylüyor ama beni cezbeden bir ürün değil.
Gene takılıyoruz. Mete ile Deniz Bey dama oynuyorlar. Deniz
Bey oyunu gayet iyi biliyor. Dürüstçe de oynuyor oğluma karşı. Oğlum iyi
mücadele ediyor ama yenilmekten kurtulamıyor. Mağlubiyete epeyce bozuluyor
bizimki ama yenilgiyi kabullenebilmesi, sindirebilmesi lazım ki.
Konuşuyoruz oyunları bitince. Deniz Bey ve eşi yıllar önce
İstanbul'dan gelmişler Magosa'ya. Turizm konusunda hemfikirler. Aklı başında bir
insan olduğunu anladığım Deniz Bey turizm konusunda insanları örgütlemeye
çalışmış, bir takım mercilere gitmiş ama nafile. Zaten “kara sakalız” burada
diyor. Günümüzde Türkiye'den gelip de adaya yerleşen Türkler yerlilerce bu
şekilde anılıyor. Deyim, köylere gelip mücahitleri örgütleyen Türkiye
Türklerinin halk tarafından “kara sakallılar geldi” diye coşkuyla söylenmesinden
türemiş. Gelen askerler kara sakallıysa eyvallah, ne ala; ama değilse… İşte bu
kötü sürprizle karşılaşan köylerde var ve o köylerden geride ise toplu
mezarlar. Fakat anlaşılan o ki günümüz yerlileri bir zamanların kurtarıcı
kara sakallarını (yada onların torunlarını) adanın problemlerinin kaynağı olarak
görüyor.
Sıcak geçene kadar otele sığınıyoruz. Ben arada çılgınca kaşınan ve
Karpaz'dan hatıra yara izleri için eczaneye gidiyor ve bir ilaç alıyorum.
Eczanenin serinliği beni kendime getiriyor ve eczacı kadınla koyu bir sohbete
girişiyorum. Dün son altmış küsur yılın en sıcak günü imiş. Lefkoşa 47 dereceyi
görmüş gölgede. Muhtemelen bu rekor bugün kırılacakmış.
Akşam otelde daha önceden marketlerden topladığımız ve artık
bize yük olmaya başlayan nefaleyi bir şekilde tüketiyoruz. Bakkaldan aldığım
greyfurt suyu fena değildi. Ayranda keza öyle.
Hava kararınca şehrin sokaklarına tekrar çıkıyoruz. Nemi
saymazsak her şey yolunda. Şehrin sarı ışıklı aydınlatmasında bol bol fotoğraf
çekiyorum. Pek insan yok. Namık Kemal Meydanı'na tekrar vardığımızda o kadar az
insana denk geliyoruz ki anlatamam. Erken indik herhalde dediysekte oturduğumuz
kafeden gördüğümüz insan sayısında pek bir artış olmuyor. İnsanların nerede
olduğunu soran eşime dürüst bir cevap vermeyi isterdim. Ama diyemedim.
İnsanların buraya kumar oynamaya, fuhuş yapmaya geldiklerini, internette hangi
batakhanede hangi muamele kaç para bu bilgilerden bolca varken şuradan buraya
nasıl gidilir gibi en basit soruların bile yanıtsız kaldığını söyleyemedim.
Meydanın öte ucundaki, Venedik Sarayı'ndan geriye kalan giriş kapısına bakıp
kimler girip çıktı, ne entrikalar döndü diye düşündüm. Acaba Venedikliler şehri
kaybedeceklerini düşündüler mi?
Bu tip düşünceler ile otele döndüm ve uykum ile dün
yapamadığım buluşmayı gerçekleştirdim.
0 Yorumlar
Yorumlarınız