Takip Et

8/recent/ticker-posts

Ukrayna Turu : Kamyanets Podilski

Hemşerim beni merkez parkın kenarına bıraktı. GPS ‘ye baktım ve tahmin ettiğim yöne doğru ilerledim ama yanlış yönmüş dönüp tam anlamıyla zıt yönde ilerleyerek otelim Monte Kristo ‘ya ulaşabildim. Harikulade bir odam var. Yerdeki böcek ölüleri odada böceklerin pek yaşayamadığının göstergesi adeta. Yaşayanları da ben yakalayıp pencereden atınca odam steril bir hale geldi bile denilebilir.

Çıktım odadan. Öncelikle etraftaki market ve eczanelerin yerlerini tespit edip eski kent kısmına doğru yöneliyorum. Yol boyunca Ukraynalıların deyimiyle park benim algı düzeyime göre bir ormanın içinden geçerek yeni köprüye ulaşıyorum.

Şok içindeyim. Evet daha önceden google mapten bakınmış ve buranın görüntülerine de göz atmıştım. Eski kenti ve yeni kenti şöyle anlatmaya çalışayım. Birbirlerine yakın iki masa var diyelim. Arada da haliyle bir boşluk. Kamaniçe yada Kamianets Podilsk (KP diyeceğim kusura bakmayın) işte böyle bir yer. Karşımda bir ada gibi –ki gerçekten buraya yerliler ada da diyorlar- duran eski kent ile benim olduğum yaka arasında yaklaşık 80 metre derinliğinde 200 küsur metre genişliğinde bir çöküntü alanı var. Buradan inip içinden bir nehrin de geçtiği çöküntü alanını aşıp tekrar karşı kıyıya tırmanıp şehri ele geçirebilmek hayli zor. Efsaneye göre Genç Osman ordusuyla şehre gelir, kuşatır ama nasıl saldıracağını bir türlü bulamaz. En sonunda yılgın bir şekilde vezirlerine, Kamaniçe Kalesi'ni kimin yaptığını sorar.

-“Kul işi değildir, Allah yapısıdır hünkarım” cevabını alınca vezirlerinden hiddetle cevap verir.

-“Öyleyse o fethetsin!”

Söylenti bir yana bugün bile güneş tam tepedeyken iki yakayı birbirine bağlayan köprünün üzerinden geçmek bir işkence olabiliyor. Hele günümüzde bir zamanların hırçın nehri nispeten daralmış, etrafı bizim İstanbul surlarının etrafındaki hendeklerin olduğu yerer gibi tarlalarla kaplanmış dahi olsa aşağıya inmeye cesaret edemedim. İnmem gereken dik merdivenlerin karşı tarafındaki benzerlerinden çıkmak pek akıl karı gelmedi. Evet, aşağıda uzanan, çocukların üzerinde zıplayıp durdukları asma köprüye bakarken içim gitmedi değil. İki yaka arasında gerili tel üzerinde yaklaşık 3 euro kadar bir paraya kaymak istedim, ama yemedi. Bungee Jumping ‘in adı, telaffuzu bile kötüyken kendisini düşünmedim bile. Köprü üzerinde yoluma gitmeye başladım.

Aslında iki gün ayırdım bu şehre. Normalde tek gün yeterli. Bununla beraber ben burada sanki tek bir gün gezmiş gibi anlatacağım ki zaten tek gün bu geziyi yapsanız yeterli olacaktır.

Bu şehir bizim için önemli bir yere sahip. Kamianets Podilski yada bizim tarihimizdeki adıyla Kamaniçe ilk defa 1062 yılında kroniklerde adından bahsedilmeye başlanan Kiev Rusları'na ait bir şehirdir. Moğol akını şehri dümdüz eder. Polonyalılar 1300 ‘lü yılların ortalarında burada bir kale ve şehir kurarlar. Osmanlılar ve Tatarlar pek çok kez buraya gelseler de alınamayacağı ortada olduğu için geçip giderler. (Vardığınızda sizde nedenini anlayacaksınız). 1621 ‘de Genç Osman gelir ama nafile.

1672 ‘de 4.Mehmet Polonyalıların dediğine göre 400,000 kişilik bir ordu ile şehri kuşatır. Polonyalıların anlatımına göre Türk ordusu kabarmış bir deniz gibi vurur adaya ve daha ilk saldırı sırasında pek çok duvarı yıkmayı başarır. Savunanlar akıbetlerini anladıklarından sulh yoluyla kaleyi teslim ederler.

Osmanlı tarafı hemen aralarında şehrin katedralinin de bulunduğu altı kiliseyi camiye çevirir. Surlar berkitilir ve genişletilir. Hemen askeri yapıların inşasına başlandığı gibi şehrin kalesi ile ada arasındaki köprüyü baştan yaparlar. Köprünün adı bugün bile “Türk Köprüsü”dür.

Çoktan Kamaniçe eyaleti kurulmuş ve Ternopile kadar lan bölgedeki fethedilmiş tüm kale ve yerleşimler buraya bağlanmıştır. Şehre hızla Türk kültürü yerleşir. Bugün bile KP’de “Viyana'da ilk kafe açıldığında KP ‘deki kafe sayısı 13’tü” yazan broşürler turizm bürosunda dağıtılmaktadır. Her yer elden çıksa burasının bizde kalacağı inancı mevcuttur. Kaleyi ele geçirmek pek mümkün görünmemektedir.

Fakat Osmanlı tarihi, savaşarak elde edilmiş toprakların savaşmadan, barış görüşmeleri sırasında masa üzerinde yitirilmesine – Saraybosna, Kırım, Girit vb- yada cahil üst kademelerin teslimiyetçi anlayışları – Selanik, Kudüs vb- ile toprak kaybetme örnekleriyle doludur. Düşman ittifakının Türk tarafının en güçsüz anında dahi kuşatmaya cesaret edemediği kale – şehir 1699 ‘daki Karlofça Antlaşması ile Polonyalılara geri verilir. Topu topu yirmi yedi yıl elimizde kalmıştır şehir ama şehre verilen önem ve yapılan yatırım nedeniyle hala “Türk” kelimesi burada yaşamaktadır.

Bu kez camiler kiliseye dönüştürülür Polonyalılarca. Sadece katedrale dönüştürülen caminin minaresine dokunulamaz. Şehir savaşmadan teslim edildiği için minarenin yıkılmaması yönünde bir madde eklenmiştir anlaşma maddelerinin arasına. Polonyalılar minarenin yıkılmaması konusunda verdikleri söz nedeniyle mi yoksa Türklerin bir dönüşü olur mu korkusuyla mı bilinmez uyarlar. Ama minare bu hristiyan kentinin bağrını delen bir mızraktır adeta.

Aradan epeyce bir zaman geçince Polonyalılar dahiyane bir çözüm bulurlar. Minarenin en tepesine yaklaşık dört metre boyunda, som altından bir Meryem Ana heykeli yerleştirirler.

Kale bundan sonraki süreçte hep sulh yoluyla el değiştirir. Türklerden sonra hiçbir güç yürek ve bilek gücüyle şehri ele geçiremez. Sadece Alman orduları acımasızca bombardıman yapıp KP’nin %90 ‘ını yıkar, tüm Yahudilerini toplama kamplarına bir daha geri dönmemek üzere nakleder.

Günümüze dönelim artık.

Köprüyü aştığınız zaman karşınıza küçük bir meydan çıkacaktır. Sol köşede sevimli bir kilise mevcuttur ama buraya dönüşte uğrarsınız. O nedenle ilk sağdan girip dümdüz ilerleyin derim ben. Yol üzerinde solda müzik okulu bulunur ve halen aktiftir. Yolun sonuna geldiğinizi en sondaki devasa bir binayı andıran burca ulaşınca kavrarsınız. Burada da her bir burç bir meslek grubuna adanmıştır. Bu sağlam bina ne yazık ki metruktur.

Binayı geçip sola saptığınızda Türkler tarafından savunma hatları ve garnizona ait binalardan kalanlar görülür ağaçların arasından. Ara sokaklara girersiniz. Ya çocuklar vardır ya da babuşkalar –nineler- buralarda. Diğerleri, büyük bir nüfus büyük şehirlerde ya da başka ülkelerdedir. Babuşkalara diyeceğiniz bir “dobre utro” bir “dobre den” karşılıksız kalmaz. Ukrayna kırsalının halkı dürüst, içten ve misafirperverdir.

Yollar bir şekilde ana meydana ulaşır. Dolayısıyla da katedrale gelirsiniz. Genelde burası Polonyalı turistlerle dolar taşar. Zaten Polonyalılar buraları tarihi toprakları içinde görürler.

Katedrale ait bahçenin içinde mezar taşları vb göze çarpar. Arkaya ulaştığınızda artık atalardan miras minare ile karşı karşıya kalırsınız. Sanki yepyeni gibi durur tepesinde Meryem Ana'yı da sırtladığı halde. Katedrale girersiniz ve şaşırtıcı derecede zayıf gelir gözünüze. Sadece kıble yönünde nihrap belli belirsiz halen durmaktadır bir şapel gibi. Girişe göre sağ tarafta Polonyalı papa Jan Pol ‘e ayrılmış bir köşe vardır ki küçük çocukların yaptığı resimler ile kaplıdır tüm duvarı. Dinin çocuklara nasıl sevdirildiğini resimlere şöyle bir göz atsanız anlar biz nerede yanlış yapıyoruz ulus olarak diye düşünmeden edemezsiniz.

Katedralin bahçesinin terası çok güzel bir manzaraya sahiptir. Hem kaleyi hem de Disneyland'dan fırlamış gibi görünen kiliseyi görebilirsiniz.

Katedralden çıktık. Ana meydandayız. Şehrin ratuşası, Polonyalılar ve Ermenilerden kalan meydanı buradadır. Burada bir de hediyelik eşya satılan alan vardır ki mutlaka uğranması gereken yerlerin başında gelir. Ayrıca burada askeri araçlarla dağda, kırda, bayırda ve nehirde gezebilme imkanınız vardır. Ukrayna Ordusu'nun atıl araçları bir şekilde burada birilerince eğlence aracına dönüştürülmüştür.

Buradan ilerler ve sağa doğru sapan yola giderseniz adanın sonuna gelirsiniz. Artık ileride yer alan kale ile sizin aranızda sadece Türk Köprüsü vardır. Kaleye sağından bakar solundan bakarsınız. Üşenmez üzerinden bir de aşağıya sarkar göz atarsınız. Bu köprünün nasıl yapıldığına kafanız basmaz. Dahası köprüye yapan mimara “buraya tez bir köprü yapıla” dendiğinde hangi mimar “olur” demiştir bilmek istersiniz.

Köprüyü aşarsınız. Kale girişinde 20 grivnalık biletinizi alır içeri girersiniz. Fotoğraf çekimi için eksra bir ücret ödemezsiniz burada. Kalenin içi dışarıdan görüldüğü gibi güzel olmasa da bir uğranmayı sonuna dek hak etmektedir.

Kulelerin içine çıkarsınız ve kuleler arasındaki yollarda ilerlesiniz. Biraz ilgili yada dikkatli iseniz kale duvarlarının genişliğini fark edip hayrete düşeceğiniz kesindir. Kulelere çıkıpta eski kente baktığınızda güneş ışıklarının parladığı Meryem Ana heykeli ve minareyi göreceksiniz.

Kale içinde bir iki bina müze olarak kullanılmakta ama ekstra ücretle gezilebilmektedir. Beleş olan zindan kısmına giden yol gayet karanlık olup gittiğinizde vardığınız yerin bir depodan en ufak bir farkı bulunmamaktadır. Ben buraya geldiğimde önde bir adam vardı. Yolun sonuna doğru ayağım kaydı ve ancak bir “ahh” sesi çıkarana dek sırt üstü yere yıkıldım. Şanslıymışım kafamı vb bir yere çarpmadım. Ama işin ilginç olan yanı ben bu şekilde düşünce önümdeki adam değil yardım etmek hal, hatır bile sormadan topuklayıp gitti.

Kalenin içinde bir de restoran var. Et pişiriyorlar. Mis gibi et, biber ve domates kokusu insanı alıp götürüyor. Ama domuz eti olayı nedeniyle pas geçtim bu kısmı da.

Kalenin dışında bir başka kısım daha var. Burada kalenin yer altına gizlenmiş kısımları var. Elbetteki dünyanın her yerindeki benzerleri gibi sidik kokusuna dayanabilirseniz içlerini gezebilirsiniz. Bunların üzerine çıktığınızda ise kaleyi değişik bir açıdan fotoğraflama imkanınız olur. Ayrıca günümüzde işlevini yitirmiş olan dış kale surlarının da nerelere dek uzandığını takip edebilirsiniz. Hem de ne sağlamlıkla…

Dönüş vakti. Kale akşamları aydınlatılmakta ve rehber kitaplar bunun bir ışık şöleni olduğundan bahsetmekte. Ben de bunu okuyup üşenmeden gittim. Benimle beraber epeyce bir kalabalık uzun bir süre bekledik. Aydınlatma dedikleri kulelerin kırmızı kale gövdesinin sarı bir ışıkla aydınlatılmasından ibaret.

Neyse tekrar adadayız ve ana meydan da tekrar turlayıp şehrin küçük ama sevimli arkeoloji müzesine uğruyoruz. KP ve civarında yapılan kazılar sırasında bulunan türlü nesne burada sergilenmekte. Ziyaretçilerle ilgili, yaşlı bir bayan ise elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor. Ama tek kelime İngilizce yok teyzede.

Bahçesine geçtim. Burada beş, altı tane Kızılderililerin totemine benzeyen ama taştan yapılmış, genelde dört yüzlü heykeller var. Bir, iki tane de bizim balbalları andıran daha doğrusu Hakkari'de bulunup Van Müzesi'nde sergilenen heykellerden de var. Eski Slavlara ait oldukları yazmakta. Müzeci kadına sordum. İngilizce bilen bir görevli getirdi ki bu kadının harikulade akıcı bir İngilizcesi vardı. Kadın ilk defa bir ziyaretçinin bu kadar teknik bir konuyla ilgilendiğini ve bundan memnun oldukların söyleyerek başka bir araştırmacıyı daha çağırdı. Ben bu tip heykellerin Türki kökenli olabileceğini söyledim. Adam ise İskit kökenli de olabileceğini ama Slavik diye yazdıklarını belirtti.

Ben etkileşim olabileceğini düşünüyordum. Gerçekten de heykellere daha dikkatli bakınca gözlerim bizimkilerin yaptığı heykellerin aksine yuvarlak olduğunu fark ettim.

Müzede epeyce zaman harcadıktan sonra dönüşe geçtim. Ormanımsı parklar ana baba günü. Biraz buralarda takılıp vakit öldürdükten sonra otele döndüm.

Lviv ile KP arası 6-7 saat. Planlarınızı buna göre yapın bence.

Yorum Gönder

0 Yorumlar