Bazı yerlere gitmek istersiniz ama ne zaman niyet etseniz
bir şeyler çıkar ve kalırsınız. Böyle olur. Kim bilir kaç kez annemi Mudurnu
‘ya bir şekilde götürmeyi düşünmüş hatta babamla ikisini Mudurnu, Göynük,
Beypazarı, Safranbolu ve Amasra ‘yı içeren bir tura dahi yazdırmıştım. Tur
iptal olunca gidemediler, kısmet değilmiş.
Bu kez planımı kendime sakladım. Çarşamba akşamı eşimle
konuyu paylaşıp otelleri aramaya koyuldum. Ertesi akşam ise annemlere haber
verdim sefer planı üzerine.
Cumartesi sabah 10 otobüsü ile yola çıktık. Rahatça yol
aldık. Bolu otogarında ilçelere giden minibüsü
bulduk Hatta burada Mengen
üzerinden Yedigöller ‘e giden minibüsler de mevcut.
13:15 ‘te vardığımız otogarda, Mudurnu ‘ya gidecek minibüse
bindik. 13:45 ‘te otogardan hareket şehir içindeki yazıhaneye de uğrayıp nedensiz
yere beklerken aracı da tıka basa yolcuyla dolduruyoruz. Saat başlarında ve
yarım saatlerde sefer varsa da yolcu olmadığında seferler iptal edilebiliyor.
Bu durumda da bir sonraki sefer ana baba günü şeklinde gerçekleşiyor. Bolu ‘dan Mudurnu ‘ya son sefer 18 ‘de imiş.
Oğlum gibi küçük bir kız daha koltukta oturuyor. Hiç bir Allah'ın kulu da çıkıp
tepki vermiyor, ben de oralı olmuyorum.
Yolculuk sonsuzmuşçasına ufka uzanan çam ormanlarının
arasındaki dolambaçlı yol üzerinde yaklaşık bir saat sürüyor. Hali hazırda yeni
bir yol daha yapılıyor. Adam başı 6 TL ödüyoruz. Çocuk ücreti ise 4,5 TL.
Koltuk tuttuğumuz için bir indirim talep etmemiştim ama muavin yanıma gelip 1,5
TL elime tutuşturdu.
Yol üzerinde sol tarafta
“Akkayalar” denilen bir oluşum var. Aslında sodalı suların bir yamaçtan aşağıya
akması ile oluşmuş. Beyazlar, griler, kırmızılar, türlü renkler ile harika bir
görünümü var. Bu harika güzellik sahipsiz değil. Ama sahiplenenler Akmina Maden Suları. Bir de yol üzerinde “Güney Felakettin” diye bir yerleşimden geçtik. İç
açıcı bir isim değil ama hikayesini yaşayanlara sormak en iyisi.
Yolda ilerlerken Abant ve Gölcük ‘e giden yol levhalarını,
bir arada otlayan rengarenk onlarca sığırı ve Mudurnu girişindeki büyük tavuk
heykelini de görüyoruz. Muhtemelen bir beş bin yıl sonra arkeolojik kazılarda
bu heykel bulunacak ve yöre insanının tavuk tanrı Mudurnu ‘ya taptığı
anlatılacak. İyisi mi hızlıca yöreyi anlatayım
Mudurnu ipekyolu
üzerinde olması nedeniyle tacirlerin konakladığı dolayısıyla para harcadığı bir
yer olması sebebiyle epeyce zenginleşmiş. İsim kökeni olarak Rum tekfurunun
kızı Moderna gösterilir. (Kimi yerlerde Modrena, Matarni de çıkar karşımıza)
1292 ‘de Türkler fethederler. 1500 kişilik bir süvari gücü ile Samsa Çavuş
yönetimindeki Türk birlikleri yöreye giriş yapar. Bu sırada da Bursa tekfurunun
adamları yöreden asker toplamaya çalışmaktadır. Önce Göynük yüz süvari ile
basılır. Olay ani baskın şeklinde olduğu için ilk kayıpların karşısında yerli
halk kasabayı teslim eder. Birlikler Mudurnu ‘ya saldırır. Fakat şehir zengin
olduğu kadar dirençlidir de. Türk süvarileri şehri ancak tam bir gün
savaştıktan sonra ele geçirebilirler. Fakat Türklerin bölgede ele geçirdikleri
en zengin kenttir o güne değin.
Sonrasında ise Kurtuluş Savaşı ‘na dek pek bir hareket
olmaz. Ülke işgal edilince kasabada hemen bir karşı dernek kurulur. İstanbul
destekli isyancılar kasabayı kuşattığında da savaşırlar. İsyancıları yenerler
ve her zaman Kuvayı Milliye ‘yi desteklerler.
Günümüzde ise tavukçuluk
faaliyetleri neredeyse durmakta olduğundan cansız, dışa göç veren bir yerleşim
olmuş. Evliya Çelebi ‘nin dediği soduç ve sekek denen çift kulplu çam bardakları ne bilen ne duyan
var. Ne de cevizinin meşhur olduğunu hatırlayan. Her gün katırlarla dünyaya
gönderilen iğneleri üreten ustalardan kalan kimse yok.
Sonunda Mudurnu ‘ya varıyor ve terminal sapan yolun başında
herkesle beraber iniyoruz. Caddede yukarı doğru yürüyoruz. Zaten bu cadde bir
bakıma neredeyse Mudurnu ‘nun kendisi demek. Cumartesileri Mudurnu ‘nun pazarı
yapılır biz de pazara giriyoruz. Adamın biri bana selam verip benle
tokalaşıyor. Yapışmasın diye kibarca sepetliyorum ama adam bozuluyor, bir
şeyler sayıklayıp yoluna devam ediyor. Pazarda pek takılmaksızın otelimizi
arıyor ve kısa sürede de buluyoruz.
Kalacağımız mekan Hacı
Abdullahlar Konağı.1800 ‘lü yıllardan kalma konağa giriyoruz ama işletmecisi
ortalarda yok. Biz de dayanamıyor en üst kata kadar çıkıp girebildiğimiz tüm
odalara girip bakınıp göz atıyoruz. Odalar güzel. Her odaya çok küçükte olsa
içinde duşu da olan bir tuvalet yerleştirilmiş. Adam başı 50 TL.
Sonunda adam geliyor ve bizde odalara geçiyoruz.
İsteklerimizi daima gülerek, suratını asmaksızın tüm iyi niyetiyle çözmeye
çalışan iyi biri işletmecisi. Aslında Balıkesirli imiş. Kasabanın girişindeki
Yarışkaşı Konağı'na çalışmak için gelmiş ama buranın kiralık olduğunu görüp
burayı işletmeye başlamış. Neye niyet neye kısmet durumu. Soruyorum, “iş var”
diyor.
Çıkıyoruz. Yıldırım
Bayezıd Camii ‘ne dek caddeyi takip ediyoruz. Burası Osmanlının yirmi metreye
yaklaşan çapı ile dev kubbelere mimari açıdan giriş yaptığı ilk yerdir.
İlginçtir Bayezıd bu camiyi yaptırırken daha şehzadedir.
Caminin karşısında gene Bayezıd ‘ın yaptırdığı heybetli bir
hamam var. Bu da epeyce büyük bir yapı.
Buradan Kanuni Camii ‘ne dek ilerliyoruz. Bunu da Kanuni
yaptırmış ama bu konuda şüphelerim var. Buradaki bir konağı daha geçip bir eve
geliyoruz. Burası büyük teyzemin doğduğu evmiş. Tabii orijinal ev yıkılmış
yerine betonarme bir bina yapılmış. Biz böyle bakınınca binadaki kadınlar bizle
daha doğrusu annemle konuşmaya başladılar. Ağdalı, yayvan bir ağızla konuşuyor
kadınlar.
Annem bize sağı solu gösteriyor. Şu sokakta oynardık, bu
ağacın eriklerini toplardık şu bu. Acıyorum annemin haline. Neredeyse elli yıl
sonra memleketine, çocukluğunun geçtiği sokaklara geliyor. Ve İstanbul'a,
Anadolu'ya gelen mübadilleri de anlıyor gibi oluyorum. Anılarının, hayallerinin
peşinden koşan onlarla saklambaç oynayan insanlardan biri olarak görüyorum
anneme baktıkça şu an.
Annemin anılarının
izinde, yanımıza aheste aheste akan Mudurnu Çayı'nı alıp ilerliyoruz. Dört sene
önce Mudurnu ‘ya geldiğimizde kurumuştu. Şimdi az da olsa akmakta.
Çayın üzerinde kütüklerden yada türlü nesneden köprüler
yapılmış. Anadolu'nun Prag'ı diyerek
annemi kızdırmaya çalışıyorum. O ise şimdi kendi dünyasında. Bir zamanlar bu
çayın nasıl taştığını hatta bir kez kıl payı selden kurtulduğunu anlatıyor.
Ciciannemin evine doğru Haytalar Konağı'nı aşarak Babas Kaplıcaları
yönünde ilerlemeye devam ediyoruz. Konak İzzet Baysal Üniversitesi'nce alınmış
sonra işletilemeyip belediyeye iade edilmişti. Güzel bir yapı. Büyükada'daki
konakları andırıyor. Ortalama Mudurnu konaklarından biraz daha farklı bir
yapısı var. Babas Kaplıcaları ise merkezden yaklaşık dört km kadar uzakta
işletilmeyi bekleyen bir mekan.
Okulun oradan üst yola
çıkıyoruz. Burada güzel bir mahalle var (Hızırfaki Mahallesi) Mudurnu ‘yu merak
edenlerin mutlaka buraya dek üşenmeden gelmesi gerekli. Buradaki evler sanki
yeni boyanmış gibi badanalı. Evler ağırlıklı olarak arasında çimenlerin
fışkırdığı Arnavut kaldırımı yolun solunda yer alıyor.
Mudurnu Kent Müzesi ‘ni daha sonra dönüşte uğrarız diyerek
geçiyor ve ciciannemin evine doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Bu da yıkılıp
yapılmış bir ev ama bahçe kapısı aynı imiş. Annem buraları hala meyve
ağaçlarının yerlerine dek hatırlıyor ama bu ağaçlar çoktan meyve vermeyi
kesmiş. Ama o kadar çok erik ağacı var ki. Farklı türlerde rengarenk erikler
dallarda sallanıyor. Eşimin boyu sayesinde epeyce erik yiyoruz gezerken.
Mete ise elinde Mudurnu haritası, sürekli, topladığımız
erikleri yiyerek yürüyor. Evin arka taraflarında daracık bir yoldan gidilebilir
bir boşluk var. Halen bizim olan bir bahçe ama yol türlü otla, çalıyla
kaplanmış ki bahçeye girmeyi gözümüz kesmiyor ve kasaba merkezine doğru dönüşe
geçiyoruz.
Dönüş yolunun üzerinde Mudurnu Kent Müzesi ‘ne giriyoruz.
Giriş 1 TL. Öyle pek bir şey yok. Bence otel olarak işletilse daha faydalı
olabilecek bir yapı.
Bununla beraber iki odasında kırsal alanda tarım için
kullanılan alet edevat sergilenmekte. Burada tahtadan oyuncak bir çocuk
bisikleti enteresan geldi. Bahçede ise bir iki lahit kapağı vb var. Girip
girmemek size kalmış ama girmeyerek pekte bir şey kaybetmeyeceksiniz.
Yol üzerinde bir saat kulesi var. Rusların ahşap yapılarını
andırıyor. Orada bir türbe daha var ama gitmeye ayağımız varmıyor.
Pazara geçiyoruz. Önceden de dediğim gibi cumartesileri
Mudurnu ‘da Pazar kuruluyor. Burada
köylüler erişte, tarhana gibi şahsi üretimleri olan ürünleri satıyorlar.
Mudurnu ‘nun “kızılcık tarhanası” meşhur.
Pazarın yanındaki parkta Çınaraltı denilen restorantımsı
mekanda bir şeyler atıştırıyoruz. Kıymalı pide pekte iyi değil ama kaşarlı pide
şahane. İçtiğim ayran ise yerel bir firmanın üretimi ve epeyce leziz.
Başlangıçta içtiğimiz çorba da gayet iyiydi ama tatlılar sınıfta kaldı. Sonuç
olarak gayet hesaplı bir ücret ödedik. Mekanı içtenlikle öneriyorum.
Buradan Mudurnu Çayı ‘na doğru yürüdük. Kıyıda yer alan Keyvanlar
Konağı da günümüzde otel olarak işletilmekte. Belki de kasabanın halihazırdaki
en güzel konağı burası.
Çayı sağımıza alıp aşağılara doğru ilerlemeye devam
ediyoruz. Biraz daha hırpani ama bakılsa güzel görülebilecek evlerin arasından
kıvrılıp terminale yöneliyor ve oradan konağa dönüyoruz. Bu terminalde köylere
giden otobüslerin saatlerini öğreniyorum fırsattan istifade ederek…
0 Yorumlar
Yorumlarınız