Takip Et

8/recent/ticker-posts

Mudurnu - Merkez

Bazı yerlere gitmek istersiniz ama ne zaman niyet etseniz bir şeyler çıkar ve kalırsınız. Böyle olur. Kim bilir kaç kez annemi Mudurnu ‘ya bir şekilde götürmeyi düşünmüş hatta babamla ikisini Mudurnu, Göynük, Beypazarı, Safranbolu ve Amasra ‘yı içeren bir tura dahi yazdırmıştım. Tur iptal olunca gidemediler, kısmet değilmiş.

 Bu kez planımı kendime sakladım. Çarşamba akşamı eşimle konuyu paylaşıp otelleri aramaya koyuldum. Ertesi akşam ise annemlere haber verdim sefer planı üzerine.

Cumartesi sabah 10 otobüsü ile yola çıktık. Rahatça yol aldık. Bolu otogarında ilçelere giden minibüsü  bulduk  Hatta burada Mengen üzerinden Yedigöller ‘e giden minibüsler de mevcut.

13:15 ‘te vardığımız otogarda, Mudurnu ‘ya gidecek minibüse bindik. 13:45 ‘te otogardan hareket şehir içindeki yazıhaneye de uğrayıp nedensiz yere beklerken aracı da tıka basa yolcuyla dolduruyoruz. Saat başlarında ve yarım saatlerde sefer varsa da yolcu olmadığında seferler iptal edilebiliyor. Bu durumda da bir sonraki sefer ana baba günü şeklinde gerçekleşiyor.  Bolu ‘dan Mudurnu ‘ya son sefer 18 ‘de imiş. Oğlum gibi küçük bir kız daha koltukta oturuyor. Hiç bir Allah'ın kulu da çıkıp tepki vermiyor, ben de oralı olmuyorum.

 Yolculuk sonsuzmuşçasına ufka uzanan çam ormanlarının arasındaki dolambaçlı yol üzerinde yaklaşık bir saat sürüyor. Hali hazırda yeni bir yol daha yapılıyor. Adam başı 6 TL ödüyoruz. Çocuk ücreti ise 4,5 TL. Koltuk tuttuğumuz için bir indirim talep etmemiştim ama muavin yanıma gelip 1,5 TL elime tutuşturdu.

Yol üzerinde sol tarafta “Akkayalar” denilen bir oluşum var. Aslında sodalı suların bir yamaçtan aşağıya akması ile oluşmuş. Beyazlar, griler, kırmızılar, türlü renkler ile harika bir görünümü var. Bu harika güzellik sahipsiz değil. Ama sahiplenenler Akmina Maden Suları. Bir de yol üzerinde “Güney Felakettin” diye bir yerleşimden geçtik. İç açıcı bir isim değil ama hikayesini yaşayanlara sormak en iyisi.

 Yolda ilerlerken Abant ve Gölcük ‘e giden yol levhalarını, bir arada otlayan rengarenk onlarca sığırı ve Mudurnu girişindeki büyük tavuk heykelini de görüyoruz. Muhtemelen bir beş bin yıl sonra arkeolojik kazılarda bu heykel bulunacak ve yöre insanının tavuk tanrı Mudurnu ‘ya taptığı anlatılacak. İyisi mi hızlıca yöreyi anlatayım

 Mudurnu ipekyolu üzerinde olması nedeniyle tacirlerin konakladığı dolayısıyla para harcadığı bir yer olması sebebiyle epeyce zenginleşmiş. İsim kökeni olarak Rum tekfurunun kızı Moderna gösterilir. (Kimi yerlerde Modrena, Matarni de çıkar karşımıza) 1292 ‘de Türkler fethederler. 1500 kişilik bir süvari gücü ile Samsa Çavuş yönetimindeki Türk birlikleri yöreye giriş yapar. Bu sırada da Bursa tekfurunun adamları yöreden asker toplamaya çalışmaktadır. Önce Göynük yüz süvari ile basılır. Olay ani baskın şeklinde olduğu için ilk kayıpların karşısında yerli halk kasabayı teslim eder. Birlikler Mudurnu ‘ya saldırır. Fakat şehir zengin olduğu kadar dirençlidir de. Türk süvarileri şehri ancak tam bir gün savaştıktan sonra ele geçirebilirler. Fakat Türklerin bölgede ele geçirdikleri en zengin kenttir o güne değin.

Sonrasında ise Kurtuluş Savaşı ‘na dek pek bir hareket olmaz. Ülke işgal edilince kasabada hemen bir karşı dernek kurulur. İstanbul destekli isyancılar kasabayı kuşattığında da savaşırlar. İsyancıları yenerler ve her zaman Kuvayı Milliye ‘yi desteklerler.

 Günümüzde ise tavukçuluk faaliyetleri neredeyse durmakta olduğundan cansız, dışa göç veren bir yerleşim olmuş. Evliya Çelebi ‘nin dediği soduç ve sekek denen  çift kulplu çam bardakları ne bilen ne duyan var. Ne de cevizinin meşhur olduğunu hatırlayan. Her gün katırlarla dünyaya gönderilen iğneleri üreten ustalardan kalan kimse yok.

 Sonunda Mudurnu ‘ya varıyor ve terminal sapan yolun başında herkesle beraber iniyoruz. Caddede yukarı doğru yürüyoruz. Zaten bu cadde bir bakıma neredeyse Mudurnu ‘nun kendisi demek. Cumartesileri Mudurnu ‘nun pazarı yapılır biz de pazara giriyoruz. Adamın biri bana selam verip benle tokalaşıyor. Yapışmasın diye kibarca sepetliyorum ama adam bozuluyor, bir şeyler sayıklayıp yoluna devam ediyor. Pazarda pek takılmaksızın otelimizi arıyor ve kısa sürede de buluyoruz.

Kalacağımız mekan Hacı Abdullahlar Konağı.1800 ‘lü yıllardan kalma konağa giriyoruz ama işletmecisi ortalarda yok. Biz de dayanamıyor en üst kata kadar çıkıp girebildiğimiz tüm odalara girip bakınıp göz atıyoruz. Odalar güzel. Her odaya çok küçükte olsa içinde duşu da olan bir tuvalet yerleştirilmiş. Adam başı 50 TL.

 Sonunda adam geliyor ve bizde odalara geçiyoruz. İsteklerimizi daima gülerek, suratını asmaksızın tüm iyi niyetiyle çözmeye çalışan iyi biri işletmecisi. Aslında Balıkesirli imiş. Kasabanın girişindeki Yarışkaşı Konağı'na çalışmak için gelmiş ama buranın kiralık olduğunu görüp burayı işletmeye başlamış. Neye niyet neye kısmet durumu. Soruyorum, “iş var” diyor.

 Çıkıyoruz. Yıldırım Bayezıd Camii ‘ne dek caddeyi takip ediyoruz. Burası Osmanlının yirmi metreye yaklaşan çapı ile dev kubbelere mimari açıdan giriş yaptığı ilk yerdir. İlginçtir Bayezıd bu camiyi yaptırırken daha şehzadedir.

 Caminin karşısında gene Bayezıd ‘ın yaptırdığı heybetli bir hamam var. Bu da epeyce büyük bir yapı.

Buradan Kanuni Camii ‘ne dek ilerliyoruz. Bunu da Kanuni yaptırmış ama bu konuda şüphelerim var. Buradaki bir konağı daha geçip bir eve geliyoruz. Burası büyük teyzemin doğduğu evmiş. Tabii orijinal ev yıkılmış yerine betonarme bir bina yapılmış. Biz böyle bakınınca binadaki kadınlar bizle daha doğrusu annemle konuşmaya başladılar. Ağdalı, yayvan bir ağızla konuşuyor kadınlar.

 Annem bize sağı solu gösteriyor. Şu sokakta oynardık, bu ağacın eriklerini toplardık şu bu. Acıyorum annemin haline. Neredeyse elli yıl sonra memleketine, çocukluğunun geçtiği sokaklara geliyor. Ve İstanbul'a, Anadolu'ya gelen mübadilleri de anlıyor gibi oluyorum. Anılarının, hayallerinin peşinden koşan onlarla saklambaç oynayan insanlardan biri olarak görüyorum anneme baktıkça şu an.

Annemin anılarının izinde, yanımıza aheste aheste akan Mudurnu Çayı'nı alıp ilerliyoruz. Dört sene önce Mudurnu ‘ya geldiğimizde kurumuştu. Şimdi az da olsa akmakta.

 Çayın üzerinde kütüklerden yada türlü nesneden köprüler yapılmış. Anadolu'nun  Prag'ı diyerek annemi kızdırmaya çalışıyorum. O ise şimdi kendi dünyasında. Bir zamanlar bu çayın nasıl taştığını hatta bir kez kıl payı selden kurtulduğunu anlatıyor.

 Ciciannemin evine doğru Haytalar Konağı'nı aşarak Babas Kaplıcaları yönünde ilerlemeye devam ediyoruz. Konak İzzet Baysal Üniversitesi'nce alınmış sonra işletilemeyip belediyeye iade edilmişti. Güzel bir yapı. Büyükada'daki konakları andırıyor. Ortalama Mudurnu konaklarından biraz daha farklı bir yapısı var. Babas Kaplıcaları ise merkezden yaklaşık dört km kadar uzakta işletilmeyi bekleyen bir mekan.

Okulun oradan üst yola çıkıyoruz. Burada güzel bir mahalle var (Hızırfaki Mahallesi) Mudurnu ‘yu merak edenlerin mutlaka buraya dek üşenmeden gelmesi gerekli. Buradaki evler sanki yeni boyanmış gibi badanalı. Evler ağırlıklı olarak arasında çimenlerin fışkırdığı Arnavut kaldırımı yolun solunda yer alıyor.

Mudurnu Kent Müzesi ‘ni daha sonra dönüşte uğrarız diyerek geçiyor ve ciciannemin evine doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Bu da yıkılıp yapılmış bir ev ama bahçe kapısı aynı imiş. Annem buraları hala meyve ağaçlarının yerlerine dek hatırlıyor ama bu ağaçlar çoktan meyve vermeyi kesmiş. Ama o kadar çok erik ağacı var ki. Farklı türlerde rengarenk erikler dallarda sallanıyor. Eşimin boyu sayesinde epeyce erik yiyoruz gezerken.

Mete ise elinde Mudurnu haritası, sürekli, topladığımız erikleri yiyerek yürüyor. Evin arka taraflarında daracık bir yoldan gidilebilir bir boşluk var. Halen bizim olan bir bahçe ama yol türlü otla, çalıyla kaplanmış ki bahçeye girmeyi gözümüz kesmiyor ve kasaba merkezine doğru dönüşe geçiyoruz.

 Dönüş yolunun üzerinde Mudurnu Kent Müzesi ‘ne giriyoruz. Giriş 1 TL. Öyle pek bir şey yok. Bence otel olarak işletilse daha faydalı olabilecek bir yapı.

 Bununla beraber iki odasında kırsal alanda tarım için kullanılan alet edevat sergilenmekte. Burada tahtadan oyuncak bir çocuk bisikleti enteresan geldi. Bahçede ise bir iki lahit kapağı vb var. Girip girmemek size kalmış ama girmeyerek pekte bir şey kaybetmeyeceksiniz.

Yol üzerinde bir saat kulesi var. Rusların ahşap yapılarını andırıyor. Orada bir türbe daha var ama gitmeye ayağımız varmıyor.

 Pazara geçiyoruz. Önceden de dediğim gibi cumartesileri Mudurnu ‘da Pazar kuruluyor.  Burada köylüler erişte, tarhana gibi şahsi üretimleri olan ürünleri satıyorlar. Mudurnu ‘nun “kızılcık tarhanası” meşhur.

 Pazarın yanındaki parkta Çınaraltı denilen restorantımsı mekanda bir şeyler atıştırıyoruz. Kıymalı pide pekte iyi değil ama kaşarlı pide şahane. İçtiğim ayran ise yerel bir firmanın üretimi ve epeyce leziz. Başlangıçta içtiğimiz çorba da gayet iyiydi ama tatlılar sınıfta kaldı. Sonuç olarak gayet hesaplı bir ücret ödedik. Mekanı içtenlikle öneriyorum.

 Buradan Mudurnu Çayı ‘na doğru yürüdük. Kıyıda yer alan Keyvanlar Konağı da günümüzde otel olarak işletilmekte. Belki de kasabanın halihazırdaki en güzel konağı burası.

 Çayı sağımıza alıp aşağılara doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Biraz daha hırpani ama bakılsa güzel görülebilecek evlerin arasından kıvrılıp terminale yöneliyor ve oradan konağa dönüyoruz. Bu terminalde köylere giden otobüslerin saatlerini öğreniyorum fırsattan istifade ederek…

Yorum Gönder

0 Yorumlar