Yataktan kafamı kaldırıp baktığımda havanın kapalı ve her an yağacak gibi olduğunu
görüp karamsarlığa kapılmıştım. Güneşli bir hava yerine kapalı, serin bir
havayı her zaman gezmek için tercih ederim ama işin içine yağmur girerse işin
rengi de değişir.
Ama yapacak bir şey
yok. Kahvaltıya iniyoruz. Konağın
işletmecisi ortalarda olmadığı için çayı biz hallediyoruz ama neyseki kahvaltı
tabaklarını bırakmış. Ama peynirler, reçeller tam fiyasko. Neyse, ekmekler
geliyor da tereyağı ile beraber karnımızı doyuyoruz. Zaten yemek konusunda gece
de hayal kırıklığı yaşamıştık. İftar sonrasında neredeyse inlerin cinlerle top
oynadığı sokaklara inmiş, ev baklavası aramış ama Mudurnu ‘da kimsenin ev
baklavası satmadığını öğrenmiştik.
Konaktan ayrılıp terminale doğru ilerledik. Kaldığımız Hacı
Abdullahlar Konağı ‘nın çaprazındaki şu an kapalı olan Kazancılar Konağı ‘nın
giriş kapısının üzerindeki Yunanca yazılara dikkat ettim ama detayına inemedim.
Bu arada hava düzeldi. Halen biraz serin ama olsun. 9:30
‘daki minibüs ile Yeniceşıhlar ‘a giden yolun başına dek gidecek ve orada inip
köye doğru yürüyeceğiz. (2 TL)
Kısa bir sürede araçtan
iniyoruz. İmkan olursa 11:30 ‘da kalkan Göynük minibüsüne bineceğiz. Mudurnu
ile Göynük arasında her gün tek sefer var. Bizimle beraber araçtan bir iki kişi
daha iniyor. Bunlardan biri bize yaklaşık selam veriyor ve neden geldiğimizi
soruyor. Kısa bir süre sonra akraba olduğumuz çıkıyor.
Annemin bir zamanlar tertemiz akardı dediği dere tavuk
çiftliklerinin döktüğü atıklarla kapkara olmuş. Köyün girişinde hırpani bir
halde duran üç kadar konak karşılıyor bizi.
Köyün içine doğru ilerliyoruz. Köy Yeniceşıhlar,
Yeniceşeyhler ve Yeniceköy gibi isimlere de sahip. Köyün girişindeki oklar bir
iki yürüyüş rotasını işaret ediyor. Bir öte köy Çavuşderesi. Tüm bu yöreler Osmanlının ta kuruluş döneminde Samsa
Çavuş tarafından ele geçirilmiş. Neyse kendi köyümüze dönelim. İnternette
yaptığım araştırmada köyün turizme açılmak için bir şeyler yaptığını görmüştüm.
Ama köyün bu işte yolun daha çokbaşlarında olduğunu da söylemem gerekmekte.
Yürümeye devam. Bizi
gören tanımasa da selam veriyor. Annemi tanımaları mümkün değil; elli yılı
aşmış annem buradan ayrılalı. Ama hem yabancı olduğumuz ilgi çekiyoruz hem de
sonuçta Tanrı misafiriyiz. Yolun sonunda birkaç kadına denk geliyoruz. Hoppala,
bunlarda akraba çıkıyor. Küçük sarışın bir kız bizden utanıp bir türlü
yaklaşmıyor bize. Bir daha muhtemelen göremeyeceğim, görsem de tanıyamayacağımı
hissettiğim akrabalarım.
Devam. Oğlum çoktan köyü
sahiplenmiş bizden yaklaşık bir elli metre ötede koşup hoplayıp zıplayıp
oynuyor. Köyde pek çok konağımsı yapı var ama bakımsız oldukları için dikkat
çekmiyorlar. Gezdikçe, insanlarla konuştukça bunun nedenini anlayabiliyoruz.
Köyde gençten kimse yok gibi. Hep yaşlılar var ve o güzelim evlerde yaşayan
yaşlılar üst katlara çıkamadıkları, evleri tam anlamıyla kullanamadıkları için
genelde giriş katlarında, bir, iki odayı
açık tutuyorlar. Bundan dolayı yapıların üst katları dökülmeye yüz tutmakta.
İlginç olan bir başka nokta ise, dışarıya göç veren ve topu
topu altmış hanelik köyün dışarıdan göçte alıyor olması. İki hanenin ta Ağrı
‘dan geldiğini sonradan öğreniyoruz.
Zaten yürürken bize neden geldiğimiz gayet tehditkar bir şekilde sormaları da
unutamadığım anlardan. Ama köy son kale. Kim takar bunları….
Sonunda annemin doğduğu eve varıyoruz. Üç katlı bir konak.
Zorlukla komşulardaki anahtarları bulup içeri giriyoruz. En üst kat çatı katı.
Ortada klasik bir balkon çıkışı var. Yan kanatlar bir nevi kiler görevi
görmekte. Ortanca katta ise evin sofası ve yatak odası bulunmakta. Banyo,
Safranbolu konaklarındaki gibi bir dolabın içerisinde. Annemin anlattığına göre
yüklük olarakta kullanılırmış bu kısım banyo olarak kullanılmadığında.
Bir de şu var. Eskiden, günlerden bir gün köyden bir nakkaş
geçerken bizimkiler adamı yakalayıp konaktaki odalardan birinin duvarlarına
kalem işi yaptırmışlar. Elbetteki aklınıza Çakırağa Konağı ‘ndaki gibi bir görüntü
gelmesin. Ama köy yeri için iyi bir şeyler çıkarmış nakkaş ortaya.
Giriş katında ise mutfak
ve bir de dedemin annesinin ölümüne dek kullandığı oda var. Demiştim, yaşlılar
bu evleri pek kullanamıyorlar.
Bahçede, annemin anlattığı meyve ağaçları ya kurumuş yada
meyve vermez olmuş. Bahçe çalılar ve
ısırgan otları ile kaplı. Evi görür görmez Fatih ‘in Bizans ‘ın Büyük Saray ‘ı
nı gördüğü zaman söylediği dizeler aklıma geldi.
Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebûtBûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı
Efrâsiyâb Evden
çıkıp bıraktığımız yerden köyü ağır adımlarla turlamaya devam ediyoruz. Evin
yanında, yolun kıvrıldığı yokuşun dönemecindeki çeşmeden akan suyu ben içmeye
cesaret edemedim ama içenler beğendi. Bu çeşmeden annem çocukken su içermiş.
İlerideki
köşede ise bir cami var. Annem ilerideki mezarlığın orada “Cuma Camii” olduğunu
hatırlıyor ama sorunca yıkıldığını öğreniyoruz. Var olan caminin önünde küçük
bir taş var. Başta küçük bir musalla taşı sandığım için üstelememiş, yanından
geçip gitmiştim. Kardeşim taşın altındaki Yunanca yazıları fark etmiş.
Fotoğrafını çekiyorum. Bu yazıları kim yazmış, buralardan ne zaman gitmişler
bilen yok.
Baba oğul önden gidiyoruz. İlerilerde kesilmiş ekinlerin sapsarı
parıldayan sapları görünüyor. Saman balyaları ise sağda solda durmakta.
Tanrının fotoğrafçılar için yarattığı pastoral bir cennet adeta. Oğluma neden
evlerin bakımsız olduğunu neden yıkılayazıp kaldığını anlatmaya çalışıyorum. Ne
kadarı kalır kafasında bilemem. Yaşlıca, toprakla uğraşan bir adamın yanına
selam verip yanaşıyoruz. Hiç göstermese de 75 yaşındaymış. Dedemin öğrencisi
olarak okumuş. Gerçekten de dedem Türkiye'nin pek çok yerinde öğretmenlik
yaptığı gibi kendi köyünde de hizmet vermiş. Annem kendisini tanıtınca adam
büyük teyzem ve annemin isimlerini hemen söylüyor. İlginç geliyor; bizimkiler
neredeyse yarım yüzyıldan fazla süredir köyden uzak kalsa da herkesçe hatırlanıyorlar.
Yola
devam edipte mezarlığa, atalarımın yanına gitmek istiyorum. Gerçi kim bilir ne
kadar az aile bireyi burada yatmakta. Ailenin erkekleri imparatorluğun
kuruluşundan bu yana sağda solda çeşitli savaş ve çatışmalarda şehit olmuş. Ama
bizimkiler dönmeye karar verince dönmek zorunda kalıyoruz.
Annemin
çocukluk arkadaşlarından bir kadın bizi misafir ediyor ve onun eşi de bizi
Mudurnu Terminaline dek götürüyor.
Yolda manzarayı seyrederken aklıma takılıyor. Bir yüz yıl sonra bu
köy hala burada var olacak mı? Ya da bu köyü hatırlayan bir birey yaşıyor olacak
mı? Ya da bu Ağrı ‘dan, bilmem nereden gelen insanlar Bizans imparatorları ile
savaşan, şehirleri ele geçirip kaleleri düşüren, ölen ve öldüren atalarım gibi
buralı olduklarını söyleyebilecekler mi buralara ait olmadıkları halde?
Bilmiyorum.
Hatırladığım
tek şey kardeşimin “Kırım’a da gidelim abi ” sözü.
Mudurnu terminaline ulaştığımızda
saat 12 ‘yi çok az geçiyordu. Öğrendiğimize göre saat 2 ‘de direkt Harem ‘e
gide bir otobüs var ama elimizdeki biletleri iptal ettirmek için Bolu ‘ya
gitmem gerekli. Mudurnu-Harem otobüsleri Taşkesti yolundan gittikleri için
otogardan tekrar Mudurnu ‘ya dönmek gerekecek ki bence bu olacak iş değil.
Bunun üzerine ilk Bolu otobüsüne
binerek yaklaşık bir saat süren bir yolculuğun ardından şehre varıyoruz.
Bolu
pekte büyük bir kent değil. Modern tarzda tek bir alışveriş merkezi var. Gerek
burada gerekse bu cadde üzerinde yemek yiyebileceğiniz çok sayıda yer var. Biz
bir paralel caddede kalan bir yerde yemek yiyoruz. Gerçekten güzel, hesaplı bir
mekan. Garsonu olan abimiz için ne desem az. Buradan selamlar tekrar.
Onun verdiği tarif üzerine müzeyi
aramaya koyuluyoruz. Epeyce yürüyoruz. Belediyenin orada, Orta Camii
yakınlarında yokuş yukarı çıkarken oğlum “bu sıcakta da yürünmez ki” deyince
annem ve eşim meydana dönüyorlar. Oğluma gelince, o bizimle yola devam ediyor.
Bolu Arkeoloji Müzesi uzaktan
oldukça büyük bir yapıyı andırıyor. Bir iki binayı barındıran büyük bir bahçeye
sahip ve bu bahçede büyük lahitler, yazıtlar ve sütun başlıkları var. Yazıtlar
Türkçeye ve İngilizceye çevrilmiş.
Müzeye giriş ücretsiz. Alıştığımız
gibi bir biz varız. İlk katta arkeolojik buluntular sergilenmekte. Eski
çağlardan kalma nesneler, paralar, heykeller ve bir de iskelet görülebilir. Üst
katta ise etnografik öğeler mevcut. Camekan içindeki bir bindallı ve sergilenen
bir Kur ‘an –ı Kerim favorilerimin başında geliyor.
Tekrar bahçeye çıkıyoruz. Bahçe
genişletilirken rastlantı eseri bulunan üç tane Roma dönemi mezarına denk
geliyoruz. Bence gayet matrak bir durum. Müzeniz var ve en enteresan parçalar
müzenin içinde ama toprak altında.
Buradan
yakın zamanlarda bulunan stadyumu (ki bize amfitiyatro dediler) görmek için
tarif alıp yola düşüyoruz ama sonuç üzücü. Bulamıyoruz. Ama olaylara olumlu
yaklaşmak gerekli. Bolunun tüm eski çarşısını dolaşıp sağa sola bakınıp
dönüyoruz.
Dönüşte Taşhan ‘a uğruyoruz. 1800
‘lü yıların başında yapılmış açık avlulu, iki katlı bir mekan burası. Günümüzde
ise genelde dinsel içerikli yayınların ve eşyaların satıldığı bir yer olmuş.
Tipik bir han yapısı.
Hanın
hemen yanında ise Sultan Bayezıd Camii var. Orijinal olarak 1382’de yapılmış
ama sayısız felaket ve yangın atlattıktan sonra 20. yy başlarında
restorasyondan geçirilmiş. İyi bir restorasyondan geçirildiği belli oluyor.
Oldukça büyük bir yapı.
Caminin aşağısındaki terasta sağa
sola bakınıp fotoğraf çekiyoruz. Yapacak bir şey yok. Bizde meydana
bizimkilerin yanına gidiyoruz. Kardeşim ”Bolu köy ürünleri” diye bir satış yeri
görmüş dönüş yolunda. Toplanıp oraya gidiyorlar. Bizse baba oğul ileride
bisiklete binen küçük çocuklara bakıyoruz.
“İstersen git, konuş. Sen de bin.
Buradaki insanlar problem yapmaz” diyorum. Başta çekiniyor ama sonrasında
“tamam” deyip çocukların yanına gidiyor.
Uzaktan
sessizce çocukları izliyorum. Çocuklar tam tahmin ettiğim gibi hiç itiraz
etmeksizin bisikletlerini veriyorlar. Ben düşerse hem oğlan hem bisiklet zarar
görür diye yanlarına gidiyorum. Zorlanmadan iki tekerlekli bisikletin
pedallarına asılıp ilerlemeye başlıyor. Ne zaman büyüdü de bisiklete binmeyi
öğrendi. Kim bilir daha neleri kaçırdım? Yedi yıl ne de çabuk geçivermiş. Oğlum
bisikleti sürüyor ama ben ne olur ne olmaz deyip düşerse onu tutacak şekilde
yanında koşturuyorum. Dönüyor, ben de
dönüp aynı durumu sürdürüyorum. Tur bitince iniyor ve çocuklara teşekkür edip
yerimize dönüyoruz. Çok mu alışılmadık bir görüntü sergiledim çok mu ahmakça
göründüm acaba? Ama insanlar bir garip bakıyorlar bana. Umursayacağım bir durum
değil.
Sonunda bizimkiler ellerinde
Bol-çi torbaları ile yanımıza geliyorlar. Biraz daha oyalanıyoruz ve nihayet
zaman geliyor. Artık büyük şehre dönüş yollarındayız….
0 Yorumlar
Yorumlarınız