Takip Et

8/recent/ticker-posts

ürdün Gezisi Gün 1- Akabe ve Wadi Rum

Thy ‘nin yeni hatlarına yaptığı promosyonlu uçuşlarını takip ederken Akabe uçuşunu yakalamış ve arkadaş çevremize de duyurmuştuk hemen. Toplamda altı kişi Ürdün'de dört tam gün geçirmek üzere yola koyulduk.

Hüsnü, Cengiz ve Leyla ile bizden önce havalimanına gelip lounge'lerden birine kurulmuştu. Benle Eren ise dışarıda daha gariban kitleye hizmet veren ortak mekanlarda duruyorduk. Şeytan dürttü Can Abi ‘yi aradım. İsabetli olmuş, çünkü adam günleri karıştırmış ve uçuşun yarın olduğunu sanıyormuş. Bir hışımda Sarıyer'den Yeşilköy'e geldi ve bize katılabildi.

Thy ‘de grev durumları söz konusu. Biz uçtuktan iki saat kadar sonra başlayacak ama ne zaman bitecek belli değil. Nasıl döneriz kısmı muallakta. Yaşayıp göreceğiz anlayacağınız.

1:30 da uçak havalanıyor. İlk kez THY ile uçuyorum. Kardeşimin anlattığı harika yemeklere denk gelemedim ama görevlilerin içtenliği bir gerçek. Sağolsunlar ellerinden geleni yaptılar ve benim meyve suyu krizimi dindirmek için uğraştılar. Tekrar teşekkürler.

Uçak kalabalık sayılır. Ummazdım doğrusu. Ama asıl şaşkınlık bir ışık deryası olan İsrail ‘in üzerinden uçarken yaşandı. Tanrım, ülke gerçekten ışıl ışıl.

Havalimanı ufak tefek. Giriş için kısa bir süre sırsa bekliyoruz. 2009 ‘da Suriye'deyken vize vardı, şimdiyse elimizi kolumuzu sallayarak girdik ülkeye. Basit bir selamlaşma o kadar. Saat farkı yok bizim orayla. Dört olmadı daha saat. Çıkış kapısının orada bekleşiyoruz. Ben büyük bir havalimanı bekliyordum ve yatacak sote bir yer buluruz diyordum. Meğerse yatacak yerimiz yokmuş bu memlekette.

Uyumak için yere uzandım. Zemin sıcak. Yanımdaki kız konuşmaya başlıyor. Türkmüş, bizim erkek halimizle “acaba” dediğimiz yerleri tek başına gezmiş. Bir Türk olarak gurur duymadım diyemem. Amman'daki ailesine gidecekmiş o da. Laflıyoruz. Eren lafa dalıp burada bekleyeceğimize şehre inelim diyor. Herkes böyle deyince ben de uyuyorum. Yolculuk boyunca çok konuşuldu ve gerçekten uykusuzum; adeta dayak yemiş gibiyim.

Taksicilerin arasına dalıyoruz. Adamlar 15 $ ‘a dek iniyorlar ve bize 15 euro da olur diyorlar. Vay vay vay. Taksici ırkı her yerde aynı demek ki. Kaynaklar 7 jd ‘den bahsediyorlar ama bu pek mümkün değil. Araba başı 15 $ ödeyip Mövenpik Oteli'n yanına iniyoruz. Havalimanında tanıştığımız Ayşe’yi de alıyoruz yanımıza. Geride adam bırakmak yok lugatımızda. Kızcağız her iyi aile eğitimi görmüş insan gibi kendi üzerine düşen ücreti ödemek için diretiyor ama almıyoruz elbetteki parasını.

Movenpik Oteli'nin yanında Jett firmasının ofisi var. Bu Ürdün içerisindeki en büyük ve kaliteli ulaşım firması. Amman ’a ve pek çok yere araç işletmekteler. Burada başka bir Türk grupla daha karşılaşıyoruz. Hüsnü otele gitmekten bahsediyor, açıkçası ben pek ümitli değilim ama az sonra Hüsnü işi bağlamış şekilde bize sesleniyor. Ayşe'yle vedalaşıp otele gidiyoruz.

Lobide sadece biz varız. Diğer masada Cengizler bizim oradaki koltukta ise Eren ve Hüsnü uyumaktalar. Can Abi telefonla takılırken ben uyuyamamanın sersemliği ile devam ediyorum yoluma.

Sekizi biraz geçmişken Hüsnü kendine geliyor. Otelden çıkıp araç kiralamaya gidiyoruz. Her yer kapalı. Sağlam bir sıcak olacağı da aşikar. O nedenle zaman geçirmek için sağa sola bir göz atma amaçlı gidip geliyoruz. Otelin arka tarafında, çaprazda, dünyanın en eski kilise yapısı olduğu iddia edilen  bir yıkıntı var. Hayalkırıklığı.

Nihayet dükkan açılıyor. Dört gün için Hyundai H1 model bir minibüs tutuyoruz. 340 jd ücreti ama ıvır zıvır depozitosu olarak 1040 jd çekiyorlar. Burada sistem bu şekilde işliyor. Elemanlardan biri bize vereceği minibüsü sanki satın alacakmış gibi dakikalarca inceliyor, kurcalıyor, izleri tırnağı ile törpülüyor. Alışık değiliz buna. Bizde varsa çarpık, göçük buna bakılır yoksa langırt marşa basar yola çıkarız.

Otele dönüp tayfayı topluyoruz. Şehre girip atıştırmalık bir şeyler alıp su tedarik ediyoruz. Su bu coğrafyanın en elzem unsuru. Hediyelik eşya satan dükkanlara da bakınıyoruz. Magnet burada 1 jd. Postaneden kart atmak isterseniz dışarıdan alıp ancak öyle postaneden gönderebiliyorsunuz.

Fırından bazlama tarzı bir şeyler alıyoruz, iki kişiye bir torba düşecek şekilde. Küçük meyve pazarını da dolanıp aracımızla ilk hedefimiz olan Akabe Kalesi'ne ulaşıyoruz.

Tarihe girmeyeceğim pek. Ama son bin yıldır bu bölgenin tarihini bizzat yazmış bir milletin ferdi olarak biraz dokunacağım. Ümmetçi kardeşler, batılı zihniyetteki arkadaşlar rahatsız olacak ama çok yüklenmeyeceğim bu sefer merak etmeyin J

Akabe Ürdün ‘ün denize açıldığı tek nokta. O nedenle önemli bir liman, ticaret merkezi ve turizm atraksiyonu. Bizzat kralın mülkü olduğu için denize sintine boşaltamıyor, mercan, kabuk vb alamıyorsunuz. Bunların ciddi hapis ve para cezaları var. Dolayısıyla zaten Kızıldeniz'de olduğunuz için bu kısa sahil şeridi bile dalış açısından önemli bir cazibe merkezi olmuş durumda.

Şehrin günümüzdeki yeri de çok önemli. Karşı kıyı İsrail'in Eliat kenti. Biraz öteleri Mısır. Yirmi km güneye giderseniz Suudi Arabistan.

Yahudiler çok eski zamanlarda bölgeyi domine ederken bile burası önemli bir limanmış. Süleyman Peygamber zamanında burada güçlü bir donanma bile inşa etmişler. Her önemli liman gibi buranın savunulması amacıyla buraya Haçlılarca bir kale inşa edilmiş. 1170 ‘de Selahattin Eyyübi ele geçirmiş. Memluklar Kansu Gavri devrinde kaleyi onarttılarsa da devletin kaderini değiştiremez. Tüm Memluk topraklarıyla beraber kale de Osmanlı mülkü halini alır.


Akabe Arap tarihinde çok büyük bir zaferin adıdır, Türk tarihinde ise az kişinin bildiği bir ihanetin. Lawrance Arap kabilelerini örgütlemektedir. Akabe küçük bir kenttir ama İngilizler bu kentin bir Alman denizaltı üssü haline getirilmesinden korkmaktadırlar. Ayrıca İngilizlerin Şam ‘a uzanma planlarını bozabilecek destek Türk Ordusu'na sadece buradan yapılabilirdi.

İngilizler 1914 içerisinde donanma destekli bir çıkartma yapmaya çalışırlarsa da kaleyi ele geçiremezler. Bu nedenle İngiliz tarafı kendilerince daha pratik ve maliyetsiz bir planı uygulamaya başlarlar. Bedevileri kullanmak…

  Türkler Arapların saldırılarına ve Hicaz Demiryolları'na yaptıklarına alışmışlardı. Yılan ve akreplerin yaptığı tahribat daha fazlaydı. Fakat Lawrance dağınık ve küçük kabileleri de birleştirmeye başlayınca Türk piyade birliği bu gruplardan birine baskın verip çoğunu temizler. Auda İbu Tayi buna şiddetle sinirlenir. Bir grup adamı peşlerinden gönderilen dört yüz Türk süvarisini çöllerde oyalarken o beş bin adamı ile Akabe Kalesi'ne saldırır.

Kaynaklar burada ikiye ayrılıyor. İngiliz kaynakları 2 Temmuz 1917 ‘de Arapların kaleye tüm güçleri ile saldırdıklarını ve sadece iki kayıpla tüm garnizonu ele geçirdiklerinden bahsetmekteler. Üç yüz asker teslim olmalarına rağmen katledilir din kardeşlerince.

Bizim kayıtlarda ise Araplar dostça kaleye gelirler ve bunun üzerine içeri alınırlar. İçeri girince ani bir baskın şekliyle askerlerimizin üzerine üşüşürler.

Yenilgiye bir kulp aramıyorum. Ama mantıken savunma konusunda gerçekten üst düzey bir yeteneğe sahip olan Türk askerinin korunaklı bir noktada basit süvari saldırısı karşısında bu kadar dağılması akla uygun görünmüyor. Burada bir kertenpele var. Hele neredeyse hiç kayıp vermeksizin.

Günümüzde kale restorasyon nedeniyle kapalı. Aslına bakarsanız  öyle süper bir müstahkem bir yer değil. Önündeki boşlukta dünyanın en yüksek bayrak direği denilen bir direk var. Şansımıza tam da bayrak çekilirken yakaladık.  Ayrıca burada bir de müze var ama pek zengin olduğu söylenemez. Ama görevliler oldukça yardımsever, harita ve bilgi eksikliğinizi burada giderebiliyorsunuz.

Buradan karşı kıyıya baktığınızda İsrail ‘in Eliat kentini görüyorsunuz. Sağ tarafınızdaki plaj halk plajı. Biz oradayken bir kalabalık yoktu ama gene de iyi bir plaj olduğu söylenmekte. Ayrıca burada cam tabanlı tekneler de yolcu almak amacıyla beklemekteler. Öyle tabanı tamamen kalın camla kaplı araçlar beklemeyin. Bizim balık ekmek satan teknelerle hemen hemen aynı boyutta, sadece livarlarının zemini camla kaplı tekneler bunlar. Nerede turluyorsunuz sorusu da  havada kaldı. Gerçi açıktaki teknelerden şöyle bir açılıp döndükleri belli oluyor.

Fazla oyalanmıyoruz. Gecelemeyi Akabede yapmama kararını çok önceden almıştık. Gerek Mark ‘ın sözleri gerekse Cengiz ‘in ısrarı ile Wadi Rum ‘a gidip orada konaklayacağız. Yanlış yapmamışız bu kararla.


Suudi sınırına kadar çok sayıda dalış merkezi var. Zaten her yer sahil. Kimi yerde koster, kimi yerde eski bir Rus tankı batırılarak doğal resifler elde edilmeye çalışılmış. Şnorkelle dalma mesafesinde bile çılgınca manzaralara şahit olunabiliyor. Henüz deniz mevsimi açılmadığı için bir yerle anlaşamadık dalış için. Gerçi dalış için tecrübesi olan da yok aramızda. Ben atlarsam sonuç, dalmaktan çok batmak söz konusu olabilir.


4 numaralı halk plajına giriş yapıyoruz. Az biraz ötesi Suudi Arabistan. İleride, üzerlerinden kara dumanlar tüten kuleler görülüyor.  Yerlilerden birkaç çocuk yüzüyor burada. Fazla bir atraksiyon yok. İskeleden suya dalıyoruz. Eren açılıp ilerideki kayalardan birine gidiyor çocuklarla. Sesleniyor, rengarenk, boy boy balıklardan bahsediyor oradan. Gönlüm istiyor ama mesafe uzun. Kramp girerse diye düşünüyorum ki sırtüstü yüzerken giriyor da. Zorlukla iskeleye ulaşıyorum kimseye bir şey belli etmiyorum. Ufaklıklar neden yüzmediğimi soruyorlar, ileride tank batığı olduğundan bahsediyorlar. Gülüp geçiyorum.

İskelede takılıyorum, balıklara bakınıyorum. Sonrasında bizim grubun yanındaki başka bir şemsiyenin altına uzanıyorum. Kum değilde granül halinde kırmızımsı topraktan bahsetmek daha doğru olacak. Öyle yorgunum ki. Dalıyorum. Dünyanın tüm dertlerini ve zahmetini geride bırakıp uykunun pençesinde kendimi kaybediyorum.

Tuvalete girip yüzümü yıkıyorum. (0,25 jd) . Güneş kremini nasıl kat be kat sürdüysem çıkmıyor bir türlü.

Dönüş yolunda tekrar Akabe'ye uğruyoruz. Su vb tedarik ediyoruz. Çıkmadan Ayla Antik Kenti'ne giriyoruz. Burası Akabe'nin tarihi yerleşimi. Pek bir şey kalmamış doğrusunu söylemek gerekirse. Gezip gezmemek size kalmış.

Yol üzerinde ilk yakıtımızı alıyoruz. Ürdün'de sadece Visa kartlar geçmekte. Türk olduğumuz öğrenildiğinde muhabbet hemen Murat Alemdar, Memati vb ye gidiyor otomatik olarak. Hiç seyretmediğim bu diziler bu coğrafyalarda ne kadar da favori.

Gidiyoruz. Yalçın kayalıklardan oluşan bir coğrafya burası. Düşünüyorum kendi sessizliğimde. Uçakla geldim. Uykusuzluktan kurtulmamı sahildeki kısacık şekerlememe borçluyum. Halbuki ülkemin yiğit çocukları yüz sene kadar önce İstanbul'dan yola çıkıp genelde yürüyerek buraya dek geldiler, savaştılar, ağırlıklı olarak hıyanete uğrayarak öldüler ve unutuldular. Çokta unutuldular diyemem Akabe Kalesi'ne girebilseydik yaklaşık yüz sene önce inen o bayrak tekrar yerine konulacaktı. Kısmet değilmiş.

Tren yoluna denk geliyoruz. Halen Abdülhamit ‘in döşediği raylar burada da. Meşhur Hicaz Demiryolu bu. Osmanlının belki de en büyük projesi bu.

Yol üzerinde mola veriyoruz. Uzaklarda kum fırtınası çölün tozunu havalandırmış ufku hallaç pamuğu gibi atıyor. Berikiler asfalta serilmiş değişik fotoğraflar çektirmekteler. Güneş almayıp da kuytuda kalan yerler oldukça serin.

Wadi Rum ‘un girişine ulaşıyoruz. Biri ufak ama diğeri zebellah gibi iki Arap bizi durduruyor. Adam başı 40 jd ve buna ek olarak 5 jd de giriş parası talep ediyorlar. Kahramanca direniyorum ama direnişin her bir anı güneşin batması demek. Saçma sapan hesaplamalarına rağmen giriş, konaklama, akşam yemeği ve kahvaltıya 33 jd ye verme şartıyla giriş yapıyoruz. Daha da bastırıp 25 ‘e dek inebilirdik ama vakit şu an gerçekten nakdin ta kendisi.

Biz Hüsnü'yle öndeki aracı takip ederek gayet iptidai bir köye dek ilerliyoruz. Burası bizim minibüs için gelinebilecek son nokta. Burada ben demin takip ettiğimiz aracın arkasına Can Abi ve Eren ‘in yanına geçiyorum.

Gün batmakta. Günün son ışıkları kırmızımsı bir renkle boyamakta. Hava soğumaya başladı. Deniz seviyesinden 900 m yukarıdayız. Zaten ülkenin en yüksek yeri de burada.

Wadi Rum ne anlama geliyor anlamadım. Herkes farklı şeyler demiş ve kopyala yapıştırın gücü ile yaymış. Roma Vadisi olabilir ama Roma yada Romalılara ait bir şey yok burada. Rum ayrıca “ay” demek deniyor ve zemin aya benzediği için bu isim verildi de deniyor. Behey ahmak arkadaşım, hangi Arap aya gitti de, ay yüzeyini gördü de benzetip bu ismi verdi.

Bazı İslam bilginleri helak olan Ad kavminin burada yaşadığını söylemekte. Yörenin en meşhur milleti olan Nebatiler MÖ 4 yy da burada bir yerleşim kurmuş. Onlardan kalan az bir şey aranırsa bulunabiliyor. Onun dışında çeşitli dönemlere ait türlü duvar yazısı yada çizimi de çeşitli yerlerde mevcut.

Ama bizim için önemli ve acılı olan burada çok sayıda askerimizin kalmış olması. Burası artık Lawrance ‘ın toprakları. Onun Arapları satın aldığı, örgütlediği vur kaçlardan sonra saklandığı yerler. Bu kaçışlarda peşine takılan Türk askerlerini pusuya düşürdükleri ve vahşice katlettikleri topraklar. Duygusal olacak ama üzerinden uçarcasına geçip gittiğimiz kumun kızılında güneşin tüm haşmetinin yanı sıra isimsiz şehitlerimizin kanları da saklı gibi geliyor bana.

Her geçen dakika güneş aşağıya iniyor. Böylelikle hava iyice soğuyor. Kaç ile gidiliyor bilmiyorum ama minibüs ile gelmemiz mümkün değilmiş. Rüzgar serseme çevirdi beni. Ama yolculuk gayet güzel.

Kamp vadinin derinliklerinde bir yerde. Çantaları odaya atıp dolanıyoruz. Küçük bir koridorumsu pasajdan ulaşılan bir kovukta gibiyiz. İnce kumlar havayla beraber soğumuş. Bizden başka bir İngiliz çift daha var sadece.

Kıl, Bedevi çadırında bir iki bardak nane çayı içtikten sonra sobadan gelen ve kafa yapan kokunun eşliğinde saat dokuza doğru yemek yiyoruz. Yemekte iki tür pilav falan var. Yenilmeyecek gibi değil hatta tahminlerimden çok daha iyi. Lak lak ediyoruz. Eren orada bulduğu udu çözmekle meşgul. Ben ve Hüsnü Bedevi çocuklarla İslam dünyasını kurtarıyoruz. Onlara göre Arapları birleştirebilecek tek güç Türkiye. Çünkü, “tüm Araplar kendilerini lider olarak öne çıkartacağı için bir birliktelik olamaz” diyorlar. Fas'ta da bunu duyduğumu söylüyorum, yüzleri asılıyor. Faslılara saydırmaya başlıyor bir tanesi. Standart Faslı muhabbeti burada da yaşanıyor. Arkadaşımın bana dediklerini aynen bir başkasınca tasdik edildiğini duyuyorum. “Faslılar Ortadoğu'daki Araplarca Fransız kabul edilir.”

Yemek yiyip gevezelik yaptığımız çadırdan çıkıp dışarı bakınıyorum. Sadece hiçlik. Kafamı göğe kaldırıp dokunacakmışım gibi yakın görünen yıldızlara bakınıyorum. Büyük ayı, Küçük ayı, atalarıma göre tanrıların atlarını bağladıkları ve her zaman aynı yerde duran ve o nedenle “demirkazık” olarak adlandırdıkları Kutup yıldızı ve diğer binlercesi. Neden atalarımın yıldızlara bel bağladıklarını anlamak güç değil. Zifiri karanlıkta yol gösteren, çıkmazlardan çıkaran tek şey bu yıldızlar. Hayatımda bana yol gösteren, ayakta ve yaşamda tutan en önemli kadının adının da yıldız olması şaşırtıcı gelmiyor bana ama gülümsetiyor bu boşlukta. Onu düşünüyorum, bir kuşak sonrası, oğlumu düşünüyorum. Geçmiş dönem insanlarının neden daha ihtiraslı sevdiklerinin de nedeni belli. Karanlık gecelerde yıldızlı bir göğe bakıp olumlu yada olumsuz düşünmek dışında yapılabilecek hiç bir şey yok.

Yorucu bir gün oldu. Kulaklığımı takıp olası horultuları duymaksızın uykuya dalmayı temenni ediyorum. İçtenliğimin meyvesini topluyorum kısa zamanda.

Yorum Gönder

0 Yorumlar