Takip Et

8/recent/ticker-posts

ürdün Gezisi Gün 3 - Amman, Gerash ve Umm Kais

Uyanınca kalkıp kahvaltıya doğru yollandık. İyi bir kahvaltı beklentim yoktu. Fakat ekstra olarak krep tarzı bir şey vardı. Şöyle bir göz gezdirdim ortama. Bir çift, tek gelmiş sevimli bir İngiliz kız ve neredeyse küçük bir kabile olarak biz. Kahvaltı yaptığımız terastan şehrin kaotik görünümünün yanı sıra sağa sola serpiştirilmiş gibi duran kalıntılarda görülebiliyor.

Bugünün hedefinde önce Geraş kenti var. Yolda bir şeyler aldıktan sonra levhaları izleyerek yolumuza devam ettik. Tahmin edeceğiniz üzere yolu bulamadık. Amman gerçekten çok garip bir kent. Kilometrelerce yol alıp ayrıldığınız mevkiyi bir levhada sağdan ilk çıkışta varabileceğiniz bir yer olarak görmek gerçekten şok edici.

Yol üzerinde gene adres sorduğumuz bir aracı takip ederek yolumuza devam ettik.

İlginç yerler var yol üzerinde.

Geraşa varıyoruz. Park alanında bizde para istiyorlar ama polislerle konuşup buranın ücretsiz olduğunu öğreniyorum. Basık, kapalı ama çok sıcak bir hava var.

Roma döneminde 15-20 bin kişiyi barındıran Gerasa kenti Dekapolis kentlerinden birisi. Dekapolis her ne kadar Yunancadan çevrildiğinde “on kent” gibi bir anlama sahipse de toplam şehir sayısı yirmiye yakın. Bereketli hilal denen Roma kentleri bunlar.


Tarihçesi hep aynı. İskender yoklamış, Romalılar ele geçirip büyütmüş. Justinianus başta İstanbul olmak üzere pek çok yerdeki tapınaklarda kullanmak üzere mermerleri nakletmiş. Haçlılar gelip garnizon kurmuş. Müslümanlar almış, Osmanlılar almış, sonra kaybetmiş. Ve bugüne gelmiş.

Girişe bir ton hediyelik eşya satan dükkan yerleştirilmiş. Öyle ki abartısız bir şekilde bir çarşı oluşturulmuş diyebiliriz. Girişe doğru ilerlediğinizde sağda bir postane görüyorsunuz. Cuma diye kapalıydı sanırım. Hemen karşısında ise bilet gişesi var. Giriş 8 jd. Girerken kimse size “hoop bilet al hemşerim” diye seslenmeyecek. Bu nedenle “bugün beleş herhalde” yada “Dur be kerizler görmeden sıvışayım içeriye” diye düşünmeyin. Ben düşündüm ve onca yolu gittim, bilet kontrole denk gelip püskürtüldüm ve dönüp bilet alıp aynı yolu teptim.

İlk görülen yer Hadrian ‘ın Zafer Takı. Oldukça büyük ve görkemli bir yapı. Herkes ve herkes gibi bizde epeyce poz çektirdik. İmparator hazretleri 129 yılında buraya geldiğinde inşa ettirilmiş. Ortadaki devasa giriş kapısı ve her iki yanında yer alan diğer iki küçük kapı ile şehre gelenleri selamlıyor olmalı.

Girdikten sonra solda büyük hipodrom yer almakta. Afrodisyas ‘ın hipodromu kadar heybetli ve güzel değil. 15,000 kişilik bir kapasitesi olan hipodromda 2005 ‘ten beri antik araba yarışları yapılıyormuş. Denk gelmedik. Şu an bu yarışları seyretmek için oturacağınız sıraların sayısı sadece 500.

Buradan ilerlemeye devam ediyoruz. Bilet kontrole yakalandık. Yaptığım her şey gene bir işe yaramadı. Gidip bilet almak için dönüşe geçtim. Eren benimle geldi. Cengizler hediyelik eşya işini halletmişler ama şehre girmekten vazgeçtiler. Onlardan az sonra tekrar denk geldiğimiz İsviçreli kızlarda aynı fikirdeler.

Bilet alımını hallettik. Dönüş yolunda tuvalete zıpladık. Soğuk suyu yüzüme çarptığımda sıcağın aslında bana çoktan çarpmış olduğunu hissettim. Tıpkı İzmir'de, yıllar önce, askerde olduğu gibi sıcak çarpmasından başımı belaya sokacağımdan korktum.

Girdik. İşte burada çok güzel bir yer var. Oval Plaza da denilen şehrin forumu burası. Tam ortasında bir sütun ile elbette.

İlerlediğinizde ana cadde olan Cardo Maximus ‘a giriş yapıyorsunuz. 800 m kadar uzanmakta yol. Yaklaşık beşyüz kadar sütun varmış ve çoğunluğu 1960 ‘lı yıllardaki restorasyonlarda dikilmiş yada yenilenmiş.

Hemen solda agora yer almakta. Ortada güzel dizaynlı bir havuz varmış. Arkada yer alan sütunlar kim bilir neleri sırtlıyordu bilinmez. Yol üzerinde katedralden kalanlar var. Merdivenlerden üşenmeksizin yukarı çıktım ve ilerileri gözledim. Haritaya göre bu harabeler türlü türlü kiliseye, tapınağa ait. Vay be dedirtiyor insana. Soluklanıyorum. Ter içinde eriyorum neredeyse. Hayal etmeye çalışıyorum. Bu caddede yürüyen, gezen insanları, yaşanan hayatları. İnsanları neler mutlu ederdi, neler korkuturdu. Büyükçe bir hipodrom, iki büyük tiyatro ve onca tapınak bu şehir insanlarını mutlu etmek ve dizginlemek için yapılmış olmalı. Yaşadığımız şehirler de böyle boşalacak mı? Öyleyse ne zaman olacak bu? Ya, bu şehirlere sonradan gelen insanlar. Etrafta kadim bir mezarlık göremediğime göre aklıma şu soru da geliyor. “Mezarlara ilk kazmayı kim hangi cesaretle vurdu?”


İniyoruz aşağıya. Bizimkiler yoldan geçenlere fotoğraflarımızı çektiriyor. Artık İngilizce yada yabancı bir dil değil ortak dil, bizlere özgü gerek işaret gerekse gülümsemelerle beslenen, desteklenen bir tarzanca.


Kardo aşağılara doğru uzanıyor. İleride bir başka kapı daha. Bu yapılaşmanın benzerini, boyut olarak biraz ama görkem açısından epeyce düşüğünü Fas'ta, Volubilis'te görmüştüm. Şehrin iki tane tetraphilionu bulunmakta. Bu şerhiz azametini gözler önüne seren bir unsur.

Sola sapıyoruz. Tiyatrolardan birisi burada. Daldık içeri. Koridor serin geldi. Oturduk soluklandık. Hüsnünün romantik gösterisini pek beğenmediğim için çıktım sahneye. Başladım oynamaya bağıra çağıra. Neyse ki arkadaşlarım beni tanıyor, yabancılarsa anlamıyor. Ben bağırmaya devam ederken soldan Türkçe “ben de seviyorum” diye bir ses gelmez mi? Afalladım, ama çabucak atlattım ve bu kez maskaralığıma İngilizce devam ettim.

Uzakdoğulu sandığım bu ablalar meğer başka bir Türk abimizin arkadaş çevresini oluşturmakta olan Filipinli bayanlarmış. Abimiz de sağolsun bizimle inanılmaz bir içtenlikle ilgilendi. Bir durumlar olmaz ama olursa diye her türlü kontağını verdi. Buradan biz de ona selam ediyoruz.

Ben her antik tiyatroda sapıtma hastalığına yakalanmış olduğum için güneşi de umursamaksızın eğlenmeme devam ettim. Eren demin ki performansı mı çekmiş. Mete'yle yaptığım son şarkıyı da söylemek istiyorum. Eren hazır kıta zaten çekim işinde.

Tiyatrodan çıkıpta büyük tiyatroya gitmek için yola koyulduk gene. Burası yukarıda kaldığı için şehrin önemli noktalarını oldukça hakim bir şekilde görebiliyorsunuz bu yürüyüş boyunca.

Büyük tiyatro da oldukça iyi bir şekilde restore edilmiş. Gayda çalan Araplar ile takılan birileri vardı. Eren çekti mi bilmiyorum ama ben bu gürültü de gangnam dansı yaparak dikkatleri üzerime çektim. Koç burcu olunca böyle oluyor, yapacak bir şey yok. Ama bir önceki tiyatroda tanıştığımız Filipinli hatunlar gelipte göbek atmaya başlayınca ben ve sanatım tedavülden kalktı ve bana sessizce sıvışmak düştü.

Geraş operasyonundan sonra tekrar kontak çevirdik Hüsnünün liderliğinde.

Plana göre Ajlun'daki kaleye uğrayacaktık. Eledik. Irbid de durmadan geçtik. Yemek yemeye oturursak kalkamayacağımızı düşündüğüm için direkt Umm Kais ‘e doğru durmaksızın yolumuza devam ettik. Anladığım kadarıyla Irbid'de ortalamadan fazla bir hristiyan nüfus olmalı. Kiliseleri dikkat çekiyor.

Suriye sınırına doğru yolumuza ilerliyoruz. Yol üzerinde Yarmuk Savaşının yapıldığı savaş alanının da gösterildiği oklar var. Bu savaş Bizans'ın en büyük yenilgilerinden biri. Halit bin Velid askeri bir deha olarak, büyük bir risk alır ve bu şekilde Müslümanlar için bir ölüm kalım mücadeleleri olan savaşı kazanır ve sonucunda Bizans için dönülmesi imkansız bir yok oluş süreci başlar.

Umm Kais, Jeraş kadar etkileyici değil. İlk bakışta öyle. Ama içine girdiğinizde, eğer antik kentleri de seviyorsanız ve biraz olsun bilginiz varsa –bence- daha çarpıcı olacaktır.

Umm Kais kadim zamanlarda Gadara olarak anılmakta; İncil'de İsa'nın şeytanlarca ele geçirilmiş iki insanı çamurlara gönderdiğini anlatan bir hikayede de adı geçer. Ortadoğu'nun tüm gelgitli tarihinin her aşaması şehri etkilemiştir. Ama en ilginç olan nokta, Osmanlı döneminde pek çok antik kent unutulmuşken Umm Kais aksine büyümüştür.

Burası tepede kalan bir yerleşim. 2 yada 3 jd gibi bir ücret ödedik adam başı. Aracı park ettiğimiz yer şehrin göreceli olarak zayıf olarak nitelendirebileceğimiz sur hattının dışı oluyor.

Girdik. İlk intibah, buna mı geldik şeklinde bende bile. Yanılmışım. Yolun sağındaki alçak duvarda göze çarpan bazalt taşlar artık sadece bazalt taşlar olarak kendini belli etmeye başladı. Şehrin bana vurduğu ilk darbe tiyatrosu oldu. 3000 kişilik bu mütevazı tiyatronun oturma yerleri tamamen bazalttan yani siyah taşlardan yapılmıştı. Büyülendim. Maskaralık yapacak, şarkı söyleyecek aklım da kalmadı. Panoramik fotoğraf bile çekemedim gönlümce.

Çıkıp şehrin kadrosundan kalanların arasından yürümeye devam ettik. Siyah sütun da güzel oluyormuş. Yanılmadınız, yanlış okumadınız ve dahası kesinlikle yanlış yazmadım. Şehrin sütunları da kara!!!

Sağımıza kilise kalıntısı ve sütunlu avluyu alıp nimfeaumları umursamaksızın gözlem noktalarına ulaşıyoruz. İlerideki nokta incilde Galile Denize diye geçen göl. Yani suyun ötesi İsrail. Gölün kıyılarında termal kaynaklar ve havuzlar varmış. Gidecek vaktim yok. Ama Ürdün de tahminlerimin çok ötesinde bir şekilde beni tekrar misafir edeceğini gösterdi.

Ah, nasıl anlatmalıyım bilmiyorum. Decumanus Maximus üzerindeyiz. Bu ana yol şehri diğer iki antik kente yani Pella ve Abila ‘ya bağlıyor. Pella da listedeydi ve ne yazık ki gidemediklerimiz listesine konuldu.

Decumanustan güneye doğru ilerledik. Yolu oluşturan taşlar da bazalt. Gerçi zaman ve bakımsızlık nedeniyle düzenini yitirmişse de gene de çok güzel. Monica Bellucci mübarek.

Yolun solunda katedral kalıntısı var. Oldukça büyük bir yer kaplıyormuş. Ama kapısı kapalı kriptası yine bizi şaşkına çeviriyor. Cengiz ile epeyce bakınıyoruz. Gerçekten şu yıkıntı hali bile bizi içinde bulunduğumuz zamandan alıyor.

Dönüş yolunda ilginç bir şey görüyorum. İlginç bir şey demek haksızlık ve had bilmezlik olacak. Ne olduğunu bilmiyorum. Hayatım boyunca anlam veremediğim yada açıklayamadığım türlü türlü şey gördüm yada duruma şahit oldum ama böylesini hiç görmedim. Kapkara, daha doğrusu koyu gri bir kalp. Altmış, yetmiş santim boyunda bir kalp. Sütun altlığı olabilir diye arandıysam da başka bir tane daha göremedim. Vay dedim. Onlarca poz çektim ve çektirdim.

Bu kez kuzeye doğru yöneldik. Bu tarafta pek bir şey kalmamış. İlerilerde, rehber kitaba göre Golan Tepeleri olan yere doğru bakındık. Sis nedeniyle pek bir şey göremiyorum ama önemli olan niyet olduğu için gördüm varsayıyorum.

İstemeyerek de olsa dönmeye başladık. Dönüş sırasında Osmanlı Dönemi'nde canlandırılan evlerin arasında dolanıp küçük ama içinde pek bir numara olmayan müzeye girdik. Artık şehir bitti.

Dönüş yolunda, İrbid'de Mc Donalds da durduk. Halbuki şehir içinde epeyce turlamış ama düzgün bir dükkan bulamamıştık. Bu ülkede de pek çok arap ülkesinde de olduğu gibi araba park etme biraz doğaçlama usulü. Yolun ortası, ortasına yakın vb bunlar doğal şeyler.  Ben, gene ortada duran bir arabanın aynası kırılmasın diye tüm iyi niyetim ve içtenliğim ile aynı çevirmeye çalıştım. Ayna elimde kaldı. Bozuntuya vermedim, kimse de bir şey demedi…

Amman'daki keşmekeşin içine döndük gene. Hayatım boyunca hiçbir kent beni bu kadar zorlamadı. Cengiz şehrin gece nabzına bakalım diyor. LP ‘ye göre bir iki yer var ama nasıl gideriz. Kimseye belli etmiyorum ama nasıl döneriz daha gaddar bir soru bence ve kafamı kemiriyor. Düşüyoruz yollara.

Dün yemek yediğimiz yerler var kafamızda bu bir. Arayışlar sırasında güzelce, cıvıl cıvıl bir cadde görüyoruz. Burada da durmuyoruz ama sanki dev çemberler çiziyor gibiyiz. Bir Hint lokantası kılıklı yerin önünde durup adamlara adres soruyoruz. Hayatımın en acayip konuşmalarından biri oldu İngilizce.

-          “Merhaba, Amman'daki en meşhur, en hareketli cadde neresidir ve nasıl gidebiliriz?” , bunu bir iki kez tekrarladım. İngilizcem kabadır, bununla beraber  çok hızlı konuşmadığımda ise anlaşılırdır.

-          “Nece konuşuyorsun?”

-         “Almanca mı sorayım?”

-          ‘Almanca mı konuşuyordun?’

Deliliğin sınırlarına bir iki kez daha sürükledi adamlar beni. Dayanamadım, önümdeki kağıtlara yazdım. Neyseki okumaları varmış ama… “Famous” isimli bir cadde bilmediklerini söyledi birisi. Meşhur, cadde-i meşhur gibi inildemelerim bir işe yaramadı. En nihayetinde içeriden, dükkanın sahibi olduğunu sandığım bir adam yuvarlanırcasına yanımıza gelip derdimizi sordu.

Aynı teraneyi ona da geçtik. Adam Amman içindeki tariflerin en dehşetlisini yaptı. Gitmemiz gereken yer “Rainbow Caddesi”

-          “Geri dönün, altı lamba geçin, sola dönün ilk lambadan sağa dönün, yol ortasındaki yuvarlağa gelin (roundabout u nasıl çevireceğimi bilemedim) bla bla bla”

Ama dediklerini yaptık. Arada Hüsnü kaçıncı lambada olduğumuza dair yoklama çekiyor ve ben hepsinden çakıyorum. Hüsnü içinden bana sağlam giydiriyor olmalı. Neyse adamın tarifinden aklımızda kalan kısımları başarıyla tamamladık ama geri kalan kısımlar çoktan havaya karıştığı için ortada kalakaldık. Neyse trafik sıkışıklığı bir şeylerin habercisi. Yanımızdaki arabada bize dönüp dönüp bakan kızlardan rica edince “takip edin” diye bir işaret yaptılar. Takıldık peşlerine.

Kızların araba iyi. Bizim minibüs ise geç kalmış bir nakliye aracını andırıyor. Hani kızlar polisi durdurup “peşimizde bu araç var” dese Ürdün hapishanelerinde yıllarca konuk kalırız. Trafik berbat, herkes aradan girip atak yapıp yol kapmanın, biz ise kızları kaybetmemenin derdindeyiz. Aradan beyaz bir araba burun soktu, araya daldı. Ben avazım çıktığınca arabaya bağırdım, sağlam giydirdim İngilizce olarak. Eren ‘in arkadan “helal abi polise bile saydırdın” demesiyle arabanın polis arabası olduğunu fark edebildim.

Kızlar bir yerde durdu. Bize az biraz daha nasıl gideceğimizi söyledi.

Rainbow Caddesi kısacık ama epeyce yoğun bir yaşamın olduğu, şehrin gece hayatının kalbinin attığı mekan. Kapalısı, açığı (genelde açığı) , ortamlara akmayı bekleyeni, bekleşen zencileri, ibneleri ile türlü tipi barındıran bu coğrafya için bana biraz farklı gelen bir cadde. Güzel, kalburüstü mekanlar var ve çoğunluğu hınca hınç dolu.

Arabayı park ettik. İlk park etmeye çalıştığımız ve nöbet tutan asker tarafından sepetlendiğimiz yer ise İngiliz elçiliğiymiş. Türlü türlü arabanın görsel şovu arasında girecek bir yer arıyoruz. İspanya Ligi'n den bir maçı seyreden bir halıcı ile derin bir sohbete dalıyoruz. Adam Türkiye'den mal alıp burada satıyormuş. Gayet memnun. Sonsuzluğu gönderdiğimiz halı işi Hüsnü ile benim kafamda tekrar dirilmiş olmalı ki birbirimize bakıyoruz.

Caddenin sonlarında sakin bir mekan buluyoruz. İnternette var. Ben evi arıyor arkadaşlara whatsapp ‘tan bulaşıyorum. Muzlu süt krizimi burada dindirmek istiyorum ama nafile. En azından Akabe'dekinden iyi. Buradaki garsonlardan biri iyi sayılabilecek derecede Türkçe konuşuyor. İstanbul'a tıp okumak için gelmiş ama sınavı veremeyip Amman'a geri dönmüş.

Güzel bir gece idi. Cengiz ‘in nargile dumanları içinde fotoğraf çektirmeye çalışması benim bunu yakalamak için debelenip hiç birinde muktedir olamamam ayrı bir neşe kaynağı oldu. Adamın tüm hayallerini yıktım. Eren ‘in falına baktığımız kahve fincanı ve Can Abi ‘nin enerji kaynağı kivi suyu ayrı güzellikler olarak kaldı akıllarda.

Dönüş yoluna koyulduk. Saat 2’ye yaklaşıyor. Tam tahmin ettiğim gibi dönüş yolu tam bir işkence oluyor. Neyse ki gece geç saatlerde bile insanlar var ve yardımcı oluyorlar. Ve Hüsnü gibi sabırlı ve yetenekli bir sürücü var. Tanrı insanları türlü türlü yaratmış. Ben sorunları araçtan inip kapışarak çözerdim sanırım ama Hüsnü sadece sabredip işini yapıyor. Arkadaş açısından amma şanslıyım.

Yorum Gönder

0 Yorumlar