Uyanınca kalkıp kahvaltıya doğru yollandık. İyi bir kahvaltı beklentim yoktu. Fakat ekstra olarak krep tarzı bir şey vardı. Şöyle bir göz gezdirdim ortama. Bir çift, tek gelmiş sevimli bir İngiliz kız ve neredeyse küçük bir kabile olarak biz. Kahvaltı yaptığımız terastan şehrin kaotik görünümünün yanı sıra sağa sola serpiştirilmiş gibi duran kalıntılarda görülebiliyor.
Bugünün hedefinde önce Geraş kenti var. Yolda bir şeyler
aldıktan sonra levhaları izleyerek yolumuza devam ettik. Tahmin edeceğiniz
üzere yolu bulamadık. Amman gerçekten çok garip bir kent. Kilometrelerce yol
alıp ayrıldığınız mevkiyi bir levhada sağdan ilk çıkışta varabileceğiniz bir
yer olarak görmek gerçekten şok edici.
İlginç yerler var yol üzerinde.
Geraşa varıyoruz. Park alanında bizde para istiyorlar ama
polislerle konuşup buranın ücretsiz olduğunu öğreniyorum. Basık, kapalı ama çok
sıcak bir hava var.
Roma döneminde 15-20 bin kişiyi barındıran Gerasa kenti
Dekapolis kentlerinden birisi. Dekapolis her ne kadar Yunancadan çevrildiğinde
“on kent” gibi bir anlama sahipse de toplam şehir sayısı yirmiye yakın.
Bereketli hilal denen Roma kentleri bunlar.
Tarihçesi hep aynı. İskender yoklamış, Romalılar ele geçirip büyütmüş. Justinianus başta İstanbul olmak üzere pek çok yerdeki tapınaklarda kullanmak üzere mermerleri nakletmiş. Haçlılar gelip garnizon kurmuş. Müslümanlar almış, Osmanlılar almış, sonra kaybetmiş. Ve bugüne gelmiş.
İlk görülen yer Hadrian ‘ın Zafer Takı. Oldukça büyük ve
görkemli bir yapı. Herkes ve herkes gibi bizde epeyce poz çektirdik. İmparator
hazretleri 129 yılında buraya geldiğinde inşa ettirilmiş. Ortadaki devasa giriş
kapısı ve her iki yanında yer alan diğer iki küçük kapı ile şehre gelenleri
selamlıyor olmalı.
Buradan ilerlemeye devam ediyoruz. Bilet kontrole
yakalandık. Yaptığım her şey gene bir işe yaramadı. Gidip bilet almak için
dönüşe geçtim. Eren benimle geldi. Cengizler hediyelik eşya işini halletmişler
ama şehre girmekten vazgeçtiler. Onlardan az sonra tekrar denk geldiğimiz
İsviçreli kızlarda aynı fikirdeler.
Girdik. İşte burada çok güzel bir yer var. Oval Plaza da
denilen şehrin forumu burası. Tam ortasında bir sütun ile elbette.
İlerlediğinizde ana cadde olan Cardo Maximus ‘a giriş
yapıyorsunuz. 800 m kadar uzanmakta yol. Yaklaşık beşyüz kadar sütun varmış ve
çoğunluğu 1960 ‘lı yıllardaki restorasyonlarda dikilmiş yada yenilenmiş.
İniyoruz aşağıya. Bizimkiler yoldan geçenlere fotoğraflarımızı çektiriyor. Artık İngilizce yada yabancı bir dil değil ortak dil, bizlere özgü gerek işaret gerekse gülümsemelerle beslenen, desteklenen bir tarzanca.
Kardo aşağılara doğru uzanıyor. İleride bir başka kapı daha. Bu yapılaşmanın benzerini, boyut olarak biraz ama görkem açısından epeyce düşüğünü Fas'ta, Volubilis'te görmüştüm. Şehrin iki tane tetraphilionu bulunmakta. Bu şerhiz azametini gözler önüne seren bir unsur.
Uzakdoğulu sandığım bu ablalar meğer başka bir Türk abimizin
arkadaş çevresini oluşturmakta olan Filipinli bayanlarmış. Abimiz de sağolsun
bizimle inanılmaz bir içtenlikle ilgilendi. Bir durumlar olmaz ama olursa diye
her türlü kontağını verdi. Buradan biz de ona selam ediyoruz.
Tiyatrodan çıkıpta büyük tiyatroya gitmek için yola koyulduk
gene. Burası yukarıda kaldığı için şehrin önemli noktalarını oldukça hakim bir
şekilde görebiliyorsunuz bu yürüyüş boyunca.
Geraş operasyonundan sonra tekrar kontak çevirdik Hüsnünün
liderliğinde.
Plana göre Ajlun'daki kaleye uğrayacaktık. Eledik. Irbid de
durmadan geçtik. Yemek yemeye oturursak kalkamayacağımızı düşündüğüm için
direkt Umm Kais ‘e doğru durmaksızın yolumuza devam ettik. Anladığım kadarıyla
Irbid'de ortalamadan fazla bir hristiyan nüfus olmalı. Kiliseleri dikkat
çekiyor.
Suriye sınırına doğru yolumuza ilerliyoruz. Yol üzerinde
Yarmuk Savaşının yapıldığı savaş alanının da gösterildiği oklar var. Bu savaş
Bizans'ın en büyük yenilgilerinden biri. Halit bin Velid askeri bir deha olarak,
büyük bir risk alır ve bu şekilde Müslümanlar için bir ölüm kalım mücadeleleri
olan savaşı kazanır ve sonucunda Bizans için dönülmesi imkansız bir yok oluş
süreci başlar.
Burası tepede kalan bir yerleşim. 2 yada 3 jd gibi bir ücret
ödedik adam başı. Aracı park ettiğimiz yer şehrin göreceli olarak zayıf olarak
nitelendirebileceğimiz sur hattının dışı oluyor.
Ah, nasıl anlatmalıyım bilmiyorum. Decumanus Maximus
üzerindeyiz. Bu ana yol şehri diğer iki antik kente yani Pella ve Abila ‘ya
bağlıyor. Pella da listedeydi ve ne yazık ki gidemediklerimiz listesine
konuldu.
Decumanustan güneye doğru ilerledik. Yolu oluşturan taşlar
da bazalt. Gerçi zaman ve bakımsızlık nedeniyle düzenini yitirmişse de gene de
çok güzel. Monica Bellucci mübarek.
Bu kez kuzeye doğru yöneldik. Bu tarafta pek bir şey
kalmamış. İlerilerde, rehber kitaba göre Golan Tepeleri olan yere doğru
bakındık. Sis nedeniyle pek bir şey göremiyorum ama önemli olan niyet olduğu
için gördüm varsayıyorum.
İstemeyerek de olsa dönmeye başladık. Dönüş sırasında
Osmanlı Dönemi'nde canlandırılan evlerin arasında dolanıp küçük ama içinde pek
bir numara olmayan müzeye girdik. Artık şehir bitti.
Dönüş yolunda, İrbid'de Mc Donalds da durduk. Halbuki şehir
içinde epeyce turlamış ama düzgün bir dükkan bulamamıştık. Bu ülkede de pek çok
arap ülkesinde de olduğu gibi araba park etme biraz doğaçlama usulü. Yolun
ortası, ortasına yakın vb bunlar doğal şeyler.
Ben, gene ortada duran bir arabanın aynası kırılmasın diye tüm iyi
niyetim ve içtenliğim ile aynı çevirmeye çalıştım. Ayna elimde kaldı. Bozuntuya
vermedim, kimse de bir şey demedi…
Dün yemek yediğimiz yerler var kafamızda bu bir. Arayışlar
sırasında güzelce, cıvıl cıvıl bir cadde görüyoruz. Burada da durmuyoruz ama
sanki dev çemberler çiziyor gibiyiz. Bir Hint lokantası kılıklı yerin önünde
durup adamlara adres soruyoruz. Hayatımın en acayip konuşmalarından biri oldu
İngilizce.
-
“Merhaba, Amman'daki en meşhur, en hareketli
cadde neresidir ve nasıl gidebiliriz?” , bunu bir iki kez tekrarladım.
İngilizcem kabadır, bununla beraber çok
hızlı konuşmadığımda ise anlaşılırdır.
-
“Nece konuşuyorsun?”
- “Almanca mı sorayım?”
-
‘Almanca mı konuşuyordun?’
Deliliğin sınırlarına bir iki kez daha sürükledi adamlar
beni. Dayanamadım, önümdeki kağıtlara yazdım. Neyseki okumaları varmış ama…
“Famous” isimli bir cadde bilmediklerini söyledi birisi. Meşhur, cadde-i meşhur
gibi inildemelerim bir işe yaramadı. En nihayetinde içeriden, dükkanın sahibi
olduğunu sandığım bir adam yuvarlanırcasına yanımıza gelip derdimizi sordu.
Aynı teraneyi ona da geçtik. Adam Amman içindeki tariflerin
en dehşetlisini yaptı. Gitmemiz gereken yer “Rainbow Caddesi”
-
Ama dediklerini yaptık. Arada Hüsnü kaçıncı lambada
olduğumuza dair yoklama çekiyor ve ben hepsinden çakıyorum. Hüsnü içinden bana
sağlam giydiriyor olmalı. Neyse adamın tarifinden aklımızda kalan kısımları
başarıyla tamamladık ama geri kalan kısımlar çoktan havaya karıştığı için
ortada kalakaldık. Neyse trafik sıkışıklığı bir şeylerin habercisi. Yanımızdaki
arabada bize dönüp dönüp bakan kızlardan rica edince “takip edin” diye bir
işaret yaptılar. Takıldık peşlerine.
Kızların araba iyi. Bizim minibüs ise geç kalmış bir nakliye
aracını andırıyor. Hani kızlar polisi durdurup “peşimizde bu araç var” dese
Ürdün hapishanelerinde yıllarca konuk kalırız. Trafik berbat, herkes aradan
girip atak yapıp yol kapmanın, biz ise kızları kaybetmemenin derdindeyiz.
Aradan beyaz bir araba burun soktu, araya daldı. Ben avazım çıktığınca arabaya
bağırdım, sağlam giydirdim İngilizce olarak. Eren ‘in arkadan “helal abi polise
bile saydırdın” demesiyle arabanın polis arabası olduğunu fark edebildim.
Kızlar bir yerde durdu. Bize az biraz daha nasıl
gideceğimizi söyledi.
Rainbow Caddesi kısacık ama epeyce yoğun bir yaşamın olduğu,
şehrin gece hayatının kalbinin attığı mekan. Kapalısı, açığı (genelde açığı) ,
ortamlara akmayı bekleyeni, bekleşen zencileri, ibneleri ile türlü tipi
barındıran bu coğrafya için bana biraz farklı gelen bir cadde. Güzel,
kalburüstü mekanlar var ve çoğunluğu hınca hınç dolu.
Arabayı park ettik. İlk park etmeye çalıştığımız ve nöbet
tutan asker tarafından sepetlendiğimiz yer ise İngiliz elçiliğiymiş. Türlü
türlü arabanın görsel şovu arasında girecek bir yer arıyoruz. İspanya Ligi'n den
bir maçı seyreden bir halıcı ile derin bir sohbete dalıyoruz. Adam Türkiye'den
mal alıp burada satıyormuş. Gayet memnun. Sonsuzluğu gönderdiğimiz halı işi
Hüsnü ile benim kafamda tekrar dirilmiş olmalı ki birbirimize bakıyoruz.
Caddenin sonlarında sakin bir mekan buluyoruz. İnternette
var. Ben evi arıyor arkadaşlara whatsapp ‘tan bulaşıyorum. Muzlu süt krizimi
burada dindirmek istiyorum ama nafile. En azından Akabe'dekinden iyi. Buradaki
garsonlardan biri iyi sayılabilecek derecede Türkçe konuşuyor. İstanbul'a tıp
okumak için gelmiş ama sınavı veremeyip Amman'a geri dönmüş.
Güzel bir gece idi. Cengiz ‘in nargile dumanları içinde
fotoğraf çektirmeye çalışması benim bunu yakalamak için debelenip hiç birinde
muktedir olamamam ayrı bir neşe kaynağı oldu. Adamın tüm hayallerini yıktım.
Eren ‘in falına baktığımız kahve fincanı ve Can Abi ‘nin enerji kaynağı kivi
suyu ayrı güzellikler olarak kaldı akıllarda.
Dönüş yoluna koyulduk. Saat 2’ye yaklaşıyor. Tam tahmin
ettiğim gibi dönüş yolu tam bir işkence oluyor. Neyse ki gece geç saatlerde
bile insanlar var ve yardımcı oluyorlar. Ve Hüsnü gibi sabırlı ve yetenekli bir
sürücü var. Tanrı insanları türlü türlü yaratmış. Ben sorunları araçtan inip
kapışarak çözerdim sanırım ama Hüsnü sadece sabredip işini yapıyor. Arkadaş
açısından amma şanslıyım.
0 Yorumlar
Yorumlarınız