Takip Et

8/recent/ticker-posts

ürdün Gezisi Gün 4 - Amman, Salt, Madaba ve Ölü Deniz

Yine koştur koştur bir güne başlayacağız. Zaten son gün bugün. Kahvaltıya akıyoruz. Dünkü menü. Yarında, öteki gün de aynı olacak. Türk malı reçeller ve krep. Eh güzel. İngiliz kız da bizlerle konuşuyor bugün. İnsan yemediğimizi anlamış olmalı. Ona da Umm Qais ‘i öneriyorum. Bence herkes gitmeli.

Önce yürüyerek hemen yanı başımızdaki tiyatroya ulaşıyoruz. Giriş 1 jd ama dışarıdan da görülebilen bir yere kimsenin para veresi yok.  Tiyatro 6000 kişilikmiş. Etrafındaki bir iki yere daha aptala yatıp girme çalışmalarımda görevlilere yakalanmak suretiyle başarısızlıkla sonuçlanıyor. Dün gece Rainbow Caddesi'nde gördüklerimize taban tabana zıt bir kız kalabalığının bakışları arasında dönüyoruz.

Şimdiki hedefimiz şehrin kale bölgesi. Nasıl bir labirentten geçerek varacağımızı bilmiyoruz ama nasıl zorlanacağımızı tahmin ediyoruz. Öyle de oluyor her zaman ki gibi.

Güneşin tüm haşmetine meydan okurcasına Cebel-i Kala yani “Kale Tepesi”ne varıyoruz. Amman ‘ın eski kenti, tarihi kesimi ayaklar altında artık. Eh, o zaman günlerdir sallayıp sulandırdığımız Amman ve tarihçesini anlatalım artık.


Şehir oldukça eski bir tarihe sahipse de Halep, Şam gibi kentlere nazaran oldukça genç. Kale civarındaki kazılarda bulunanlar şehrin yaklaşık 5500 yaşlarında olduğunu göstermekte. Bronz çağında, önemli ticaret rotalarının üzerinde olmasının faydalarını görmüş.

İncile göre iö 1200 ‘lerde Amonitler diye bir kavmin yaşadığı Rabat Amman diye bir kent varmış. Kral Davut şehri kuşatmış, ele geçirmiş ve insanları diri diri tuğla fırınların içerisinde yakmış. Sonrasında şehir Babillilerin eline geçmiş. Yahudiler, Nebatiler kim derseniz bir müddet yönetmiş kenti.

Romalılar şehri ele geçirince ismini de kendilerine göre değiştirmişler. Philedelphia (Filedelfiya) ismi ile anılmaya başlanmış şehir. Dekapolis ‘in bir üyesi olmuş, Romalılarca tiyatro, tapınak vb gibi gerekli bilimum kamu binasının inşaatı geliştirilmiş.

Hristiyanlık geldiğinde de piskoposluk merkezlerinden birisi olmuş. 614 ‘de Sasanilerin eline geçmiş. 636 ‘da Araplar şehri almış, günümüzdeki adı,amanı vermiş ve kervan yolu üzerindeki önemli duraklardan biri olmasını tekrar sağlamışlar.

10. yy dan sonra pek önemsenen bir yer olamamış. 1878 de Kafkasyadan göç eden Çerkezler yerleştirilmiş. Halen Ürdün Kralı'nın özel korumaları Çerkezlerden oluşmakta ve yönetimde de sabit sandalye hakları var. Çerkez göçü ile 2000 den az nüfusu olan kent tekrar kımıldanmaya başlamış ama kaderi “Hicaz Demiryolları Projesi” ile dönmüş. Bu neredeyse artık kuş uçmaz kervan geçmez kasabadan Osmanlının en önemli demiryolu geçirilince işler dönmeye başlamış. 1948 ‘de Haşemiler başa geçip de İngiliz destekli devletlerinin başkenti olarak işte bizim demiryollarının sayesinde Amman'ı seçmişler.

Başlangıçta yedi tepeye kuruluymuş Amman'da pek çok kadim kent gibi. Ama günümüzde 1,500,000 kişinin yaşadığı şehir yirmiden fazla tepeyi kapsayacak şekilde şuursuzca yayılmış. Şehrin etrafında otoban çemberleri mevcut ama bana bir şey sormayın. Hüsnü'nün sabrı olmasaydı bir köşeye oturur ağlardım; o denli karman çorman bir karayolu ağı mevcuttu.

Sitadel denilen kaleye giriş 3 jd. Pek bir numarası yok gibi. Daha önce giden Türklerden tutun, dolanan turistlere kadar kimse önermiyor. Bizde de kimse içeri girmeye yönelmedi. Ben ve Can Abi kapıdan içeri kimseye bir şey sormaksızın ilerledik ama bir iki tane muhtemelen sonradan dikeltilmiş sütun dışında öyle böyle bir şeyler yok. İçeride bir arkeoloji müzesi, Emevi döneminden bir saray ve bir iki tapınak kalıntısı olması gerekiyor ama girmek istemiyor sadece yukarıda olmanın avantajı ile sağı solu seyrediyoruz.

Ne kadar zengin, ne kadar eğitimli olursanız olun yaşantınızı genetik kod belirliyor benim kanımca. Bunu Fasta'da gözlemlemiştim, eğitimli insanlarda bile bir sakillik vardı. Bu durum Beyrutta da kendini gösteriyordu burada da. Kum rengi, bakımsız, dökülen evlerden oluşan bir orman sonsuzluğa uzanırcasına ufka doğru yayılmakta. Geçmişe ait kalıntılarda bu ormanın beton yada kagir dalları arasında güçlükle barınabiliyor gibi.

İniyoruz. Salt kentine gitmek için yola düzülüyoruz. Şehrin içinde, insanlardan oluşan şuursuz, yekpare bir organizmanın içinden geçiyoruz ağır ağır aracımızla. Türlü türlü antika ıvır zıvırın bulunabileceği bir pazar kurulmuştu. Belki pazar şehrin kendisiydi. Ayırt etmesi zor ayırt etmeye çalışılması gereksiz bir eylemdi belki de. Çıktık şehirden nihayet.

Uzunca bir süre kuzeye uzandık. Durduğumuz bir noktada Salt ‘a nasıl gideceğimizi öğrendik ve nevaleyi düzdük. Hayatım boyunca içtiğim en iyi ayranlardan birini belki de evet itiraf etmeliyim en iyisini burada içtim.

Soracaksınız, dün de kuzeyde turluyordunuz. Bugün gene burada ne işiniz var diye. Dün geç saatlere kaldığımız için uğrayamadığımız Salt kentine gireceğiz. Salt Haşemilerin eski merkezi. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi Hicaz demiryolları şehrin bu ünvanını elinden almış ve güdük bırakmış.  Salt kentinin bu durumu beni zerrece ilgilendirmiyor. Yazılarımı takip edenler bilir, “DEDE SENİ UNUTMADIM” projesi kapsamında mümkün oldukça şehitliklere, savaş alanlarına, tarihi noktalara uğruyoruz. Salt şehrinde bir Türk şehitliği var.

Aslında Salt bir Osmanlı yerleşimi. Osmanlı evleri, Osmanlı camileri ile… Günümüze ulaşabilenlerin sayısı oldukça az. Ama yeterli bizim için. Dedelerimizin savaştığı, direndiği, şehit düştüğü yerler gene buralar. Bazan Türklerin sadece savaşmak ve ölmek için yaratıldığını düşünüyorum. Biz olmasak pek çok milletin ne gelecek kuşaklara anlatacağı bir kahramanlık hikayeleri olabilirmiş ne de günümüzde nispeten insanca yaşama imkanları olabilirmiş.

Saltta tepeye çıktık. Güzel minareli bir caminin gölgesinde rüzgarlı bir mezarlık içerisinde dedeler. 24 Mart 1918 ‘de İngilizler kuzeye doğru olanca güçleriyle ilerlemektedirler. Türk ordusunda amaç ordunun daha tahkimli yerlere dek güvenli bir şekilde ilerleyebilmesini sağlamaktır. Bunu rahatça söylüyorum ama yapması kolay değil. İngilizin zırhlı otomobilleri, destekçi arap askerleri her şeyi vardır. Uçakları ölüm saçar. Türk ise Allaha olan inancı ve kıt cephanesi ile direnmektedir. Gerçi Mustafa Kemal aylar önce bu cephe için görüşlerini acımasızca yazmıştır ama Almanların sansüründe diğer kağıtların altına sürülür orada kaybolup gider. Mustafa Kemal uçaklara dikkat etmiştir. Alman uçak mı verir bize, ölen Türktür, akan Türkün kanıdır nasıl olsa…

Salt kentinin yakınlarında 300 kadar Türk piyadesi mevzilenir. Görev bellidir, direneceklerdir, direnmelidirler de… Karşılarında 35,000 tam donanımlı İngiliz askeri, tepeden bombalar bırakıp ateş eden İngiliz hava kuvvetleri ve daha da acısı yanlardan ve geriden sürekli baskın veren din kardeşlerimiz, Araplar…

Türk yapabildiği en iyi olan şeyi yapar, etiyle tırnağı ile direnir, savaşır. İngilizler bütün güçleriyle yüklenirler. İki gün sonra cephe düşmüştür, İngilizler tek bir Türk askerini dahi sağ bırakmamışlardır. Dedelerin de sağ kalmak gibi bir amaçları olduğunu sanmıyorum, Tanrılarına verdikleri sözü tutup canlarını kafirleri durdurmak için feda ettiler, şehit oldular.

Salt halkı, bu nasıl bir direnişse bu diğer ırkdaşlarından farklı olarak askerlerin cesetlerini toplar ve bir mağaraya yerleştirirler. Diğer yerlerdeki Mehmetçiklerin cesetleri bu kadar şanslı değildir, Lawrance ‘ın propagandası o denli güçlüdür ki Araplar Türk askerlerinin çalınmasın diye paralarını yuttuklarına inandırılmış ve yakaladıkları yada ölü buldukları Türk askerlerinin karınlarını yarmışlardır.

Türklerin en iyi yaptığı şey inandıkları şeyler için savaşmaktır demiştim de en kötü yaptıkları hatta beceremedikleri şeyi söylemeyi unutmuşum. Hatırlamak. Tüm Ortadoğu da olan şeyler gibi şehitlerde unutulur. Bin yıl Türkler tarafından yönetilen topraklarda onlarca İngiliz, Fransız askeri mezarlığı vardır da bir tane bile Türk mezarlığı, şehitliği yoktur.

Devletin de askeriyenin de zaten atalarını aramak gibi de bir amacı yoktur. 1973 ‘te ilk kez tespit edilirler. Ama tespit edildikten sonrası gene umursanmaz. 1986 ‘da üç kişi “burada bir mücadele verildi, şehitler olmalı” der, yerli halktan bir iki rivayet işitir ve mezarlık alanına çıkar. Rastlantı eseri tekrar bulurlar. Şöyle bir notu var bulan arkadaşların.

Önce tereddüt etmiştim ama merakım galip geldi ve içeri doğ­ru indim.

Her taraf zifiri geldi önce, gözlerim alışana kadar. Daha sonra bir şeyler belirmeye başladı önümde. Evet gerçekten, üzer­le­rinde resmî elbiseleri, ayaklarında postalları ile ecdadımızdı ya­tan­lar yani bizim Osmanlı askerlerimizdi bunlar.

Gördüklerim beni çok etkilemişti. Gözyaşlarımıza hâkim ola­mamıştık. Bir taraftan da ‘Allah, Allah’ sözleri dökülüyordu ağ­zı­mızdan.

İçeride yan yana uzanmış yaklaşık elliye yakın asker yatı­yordu. İçlerinden sadece bir kaçı iskelet halindeydi. Diğerleri ise asker elbiseleri içinde uzanmış yatıyorlardı. Hatta bir tanesi oturmuş vaziyette, duvara yaslanmıştı. Bir elini de göğsüne koy­muş, elleri arasında rengi koyulaşmış kan görünüyordu.

Mağaranın dip duvarında da beyaz kefenleri içinde başka ce­setler vardı.

Bakmayın o tarihte bulunduğuna şehitlerin. Buranın toparlanması, adam edilmesi epeyce zaman almış. Ama haklılar tabii, askeriyenin orduevlerinin tabak çanağını yenilemek gibi öncelikleri var. Devlet ise misal Hakan Şükür dünya kupasında daha bir hevesli koşsun diye jip falan almakla meşgul oluyor.

İçeri girdik. Yeşil bir bahçe içinde bir ailenin bakıcılığını yaptığı bir yer. Mağaranın girişi yenilenmiş. Temsili, üzerinde bayrağımızın olduğu taş bir sanduka var burada. Fatihamı okudum, gittim ayak ucu tarafındaki bayrağın katlanmış kısmını önce öpüp düzelttim. Bir köşede çömeldim, düşündüm durdum. Ailemin şehitlerinin haddi hesabı var mı? Büyük atam Akçakoca Bey ‘in mezarı dışında kaçı biliniyor. Libya Çölleri 'nde şehit düşen dedelerimin kemikleri çoktan çölde savrulup duruyor bir o yana bir bu yana. Kişiselleştirmeye ne gerek var. Bu şehitlikteki herkes bizim zaten. “Kaç kişi biliyor burayı, kaç kişi hatırlıyor bu insanları” dedim içimden. Sonra bambaşka bir ses içimden “Allah biliyor” dedi. Ürperdim, sarsıldım ve kimseye sezdirmeden çıkıverdim dışarı.

Y an duvarda isimleri tespit edilen şehitlerin adlarının yazıldığı olduğu bir pano var. Ege ve Marmara ağırlıklı bir dağılım. Balıkesir ve Manisa isimleri o kadar çok ki. En uzaktan ise Kosova'dan biri gelmiş ve şehit düşmüş.

Ortada küçük bir binada o dönem savaşlarını gösteren fotoğrafların sergilendiği bir sergi salonu gibi bir şey var. Girişin önündeki anıtın önünde hatıra pozu çektirdik. Gözüm bayrağa takıldı. Kırmızısı epeyce solmuştu. 2009 ‘da Palmira yollarındaki Fransız Mezarlığı'ndaki Fransız bayrağının yanında çok gariban kalıyordu. Ben delirdim. Sağ olsun Can Abi Türkiye'ye döner dönmez gerekli her yeri e-posta bombardımanına tuttu. (Amman elçiliği bayrağın yenilendiği bilgisiyle bize dönüş yaptı.)

Çıktık. Pek konuşmuyoruz. Konuşursak dağılacağımızın bilincindeyiz. Susuyoruz, Salt isimli bu kasabadan çıkıp güneye dönüyoruz.

Yol üzerinde çilek satıcılarından birinden çilek alıyoruz. Vakit daralıyor. Madaba ve Nebo Dağı'nı da pas geçeceğiz. Yol üzerinde adres sorduğum ama cevap vermeyen kızı da sağlamca paylıyorum. Sanırım ömrünün kalan kısmında erkeklerle arası pek iyi olmayacaktır.

Nebo Dağı ‘nda Musa Peygamberin mezarının olduğu rivayeti var. Kaynadı orası. Ama iyi niyetle bir şeyler yaptığınızda şansınız da size yardımcı oluyor. Yol bizi Madaba'ya savurdu.

Madaba, yaklaşık 4500 yıllık bir yerleşimmiş. Amonitlerin önemli bir kentiymiş. Şu detay ilginç geldi, 2000 hristiyan Kerak Kalesi Müslümanlarca ele geçirilince buraya sürülmüş. Yani şaka gibi ama Tapınakçı kanı taşıyan insanlar var bu köyde. Nüfusun üçte biri hristiyan kalanı Müslüman.

Burada pek çok tarihi kilise ve alan var ama bir tek şey hepsini toplamını ezecek bir üne sahip. Açıklayacağım ama sırayla J Kasabada dolanırken bir kıza adres sordum. Muhtemelen hristiyandı. İyi bir İngilizcesi vardı.

-          “Düz gideceksin sola döneceksin, bla bla bla” Ama kızın eli sağı gösteriyor.

-          “Sola döneceksin diyorsun ama sağı işaret ediyorsun.”

Aynı şeyi yapıyor, “Evet, sola döneceksin” diyor.

 Babası kıza Arapça bir şey diyor. Herhalde benim dediğimi kız gülümsemeye başlıyor. İçeriden başka bir kız çıkıyor. Bu, bana adres tarif etmeye çalışan oldukça güzel olan kardeşinden de katbekat güzel başka bir kız. O da bu kez söz ve işaret senkronizasyonunu başarıyor. Standart “nerelisin, İstanbul'dan;  ah ne güzel; hiç geldiniz mi İstanbul'a vıdı vıdı ” laflamalarıyla kızları geride bırakıyoruz.

Kızlardan daha etkileyici olan babalarının davranışı idi bence. Bir minibüs dolusu yabancı ile kızları konuşurken ne bizle selamlaşmak dışında lafa karıştı ne de kızlarını içeri çekti. Medeni olmak tam anlamıyla benim gözümde buydu.  

Neyse… Amacımıza dönelim hemen. Madaba'nın en önemli güzelliği – benim için birkaç dakikadan beri üçüncü sıraya düşmüştü çoktan- Aya Yorgo Kilisesi'nin içerisindeki mozaik harita. Tanrı aşkına kimse bana akıl vermesin. Bir Rum Kilisesi'nden bahsediliyorsa LP ‘deki gibi “Saint George” denilmez “Agios Georgios” denir onu da “Yorgo” diye telaffuz ederim İstanbul ağzıyla. Bundan nasıl mı emin oluyorum. Rum Ortodoks Kilisesi'nin merkezi İstanbul'da, kıçı kırık Lonely Planet matbaasının olduğu şehirde değil.

Girdik kiliseye. Tam kiliseye dalacakken rehber kılıklı herifler yolumuzu kesip bilet almamız için bir yandaki binaya yönlendirdiler bizi. Adam başı 1 jd.

Gişedeki tombul abla umursamaz tavırlarla işini yapıyor. Arkasındaki kılıksız ise bir şeyler geveliyor. Adamın bana nesi battı bilmiyorum ama şu an bana inanılmaz derecede anlamsız gelen şu diyaloğu yaşadık.

-          “İstanbul'a bağlısınız değil mi?”

-          “Neden İstanbulla bir işimiz olsun ki”

-          “Rum Ortodoks değil misin? İstanbul'a bağlı olmak zorundasın”

-          “Hayır Antakya'ya bağlıyız. Daha yakın olan Kudüs'e bile bağlı değiliz”

-         

“İstanbul Patrikhanesi her şeyin üstü değil mi?”

-          “Tamam öyle de biz Antakya'ya bağlıyız”

-          “istanbul'un mutlak otoritesini reddediyorsunuz öyle mi?”

-          “Reddetmiyoruz. Sadece Antakya'ya bağlıyız”

Herhalde bizim arkadaşlar gişenin solunda kalan odacıktaki duvara yapıştırılmış kasabanın tarihçesi ve haritanın imitasyonuna bakmayı bitirmeseydi biz sonsuza dek İstanbul – Antakya kavgasına devam edecektik.

Kiliseye girdik. İçerisi Japon turistlerce işgal edilmiş gibi. Uzaylı gören masum köylü gibi her şeyin fotoğrafını çekiyorlar. Kilisenin içi ise yeni elden geçirilmiş olmalı ki resimler oldukça parlak ve canlıydı.

Kilisenin apsisine doğru yer üzerinde incilde anı anılan yerleri gösterir durumda 25 * 6 m ölçülerinde mozaikten bir harita işlenmiş. İki milyondan fazla parçadan oluştuğu sanılıyor ama günümüze çok azı ulaşabilmiş. Sıkı durun (biraz acunvari oldu, pardon), 560 yılından kalma bu harita. Ama haritada dönemin dünya dili olan Yunanca kullanılmış. Neyse ki bendeki Yunanca bu kadarını alt edebilmeme yetiyor.  

Biz içerideyken Cengizler alışveriş için çarşıyı dolaşırken arkeolojik parka denk gelmişler. Bizde parkta dolaştık. Buranın esnafı düzgün, pazarlığa olumlu şekilde açık kişiler. Hele THY ‘nin Akabe uçuşlarından bahsedince ağızlarının suyu aktı. Hatta bir esnafla şöyle bir konuşmam oldu.

-          “Siz Türk müsünüz?”

Standart olarak tipim nedeniyle genelde başka yerlerle özdeştirilirdim. Nasıl anladığını sordum.

-          “Aksanınızdan“ dedi. “Nerede kalacaksınız?”

-          “Bugün Türkiye'ye uçağımız var, o nedenle Madabayı bile iyi gezdik diyemem”

-          “Amman ‘a döneceksiniz yani?”

-   

“Hayır, Thy Akabe'ye uçuş koydu? Akabeye geçeceğiz.”

-          “Umarım sizin gibi çok sayıda Türk gelir, tabii fiyatlar pahalı olmalı”

-          “99 euro”

-          “Gerçekten ucuz. Gidiş dönüş ne kadar tutuyor peki?”

-          “Hayır bu zaten gidiş dönüş fiyatı”

Vermiş olduğum bu güzel bilgi sayesinde adamdan üç beş  bir şeyler indirttiğimi de söylemeden geçmeyeceğim.

Son durak Ölü Deniz. Nereden gideceğiz derken kendimizi Allah ‘ın unuttuğu kuş uçmaz kervan geçmez bir yolda buluverdik. Sanırım Wadi Zarqa denilen yer burası. Tek bir ağaç dahi yok. Gerçekten Tanrının laneti mi, iklimsel koşullar mı, insanların vurdumduymazlığı mı; bence üçünün de birleşimi nedeniyle bu topraklar anlatılamayacak kadar çorak. Sarı toprak ama kum değil, ve masmavi gökyüzü. Kimi kuytuda kalan yerlerde tarım yapanlar var ama azim mi yoksa çaresizlik mi bu insanları buna zorlayan, bir yorum yapamıyorum.

Çılgın virajlar, yavan manzara derken Ölü Deniz de denilen meşhur Lut Gölü ‘ne varıyoruz. Herkes biliyor varsayıp (üşendiğimi sanmayın, tamam üşeniyorum) Sodom ve Gomorra ‘nın helakı ve Lut Peygamber konularına girmeyeceğim.

Artık otobandayız. Eldeki haritalara göre bazı kulüpler var göle girebileceğimiz. Bunlardan iki tanesinde şansımızı denedik ama ilki adam başı 13 diğeri 11 jd dedi.Zaten maksimum iki saat kalacağımız bir yer için bu parayı vermek istemedik ve ilerilerde mutlaka ücretsiz yada çok daha ucuz bir yer vardır diye yolumuza devam ettik.

Buldukta şükürler olsun. Ana baba günü. Yıllar sonra ilk kez bir havlu içerisinde mayo değişimi yaptım. İyi havlu düşmedi, düşseydi Arap baharının beteri bir Arap kışı oluverirdi. Göle doğru ilerledik. Başka giren bayan olmadığı için Leyla Abla kıyıdaki eşyalarımızın gönüllü nöbetçisi oldu. Hüsnü de pek istekli davranmadı.

Ah ne hayallerim vardı… İsrail kıyısına dek sırtüstü yüzecek ve orada işimi görüp tekrar Ürdün kıyısına dönecektim. Zaman darlığı engel oldu diyeyim de inandırıcı olsun.

Göl deneyimine geçelim.


Göl biliyorsunuz dünyanın en tuzlu göllerinden. Ne yaparsanız yapın batamıyorsunuz. Fakat girerken ayağınızda sandalet yada terlik olsun. Çünkü giriş sırasında taşlar ve tuz kayaları var ve sağlam kesiyor yada deliyorlar. Tuzlu suda olduğunuz için gerek eski gerekse yeni kesiklerinizin size verdiği acı ve sızıyı anlatmam yersiz sanırım. Biraz açıldığınızda ise ayağınız kumlara deyiveriyor ama çokta buna güvenip langırt diye ayağınızı basmayın oralarda da tuzak gibi kayalar var.

Gerçekten batmıyorsunuz. Sırt üstü sonsuza dek kalabilirsiniz. Ama dönüşlerde ve yüz üstü yüzüşlerde sorun büyük. Bir kere kulaç atmaya çalıştığınızda hele bunu hızlı denediğinizde yüzünüz suya yapışıyor. Batmak yok panik etmeyin. Beteri var, gözünüze su kaçtığında yanıyor da yanıyor. Tüm gereksiz hareketleri denediğim için iki kere gözüme su kaçtı. İlki bir iki dakika içinde geçti ama ikincisi dehşetli oldu. Gözüm kapalı sudan çıktım. Bir şeyler görebilmek için araladığım her seferinde gözüm daha beter yandı. Hatta itiraf etmeliyim ki kör olacağımı bile düşündüm.

Suyun kıvamı yağlı gibi. Bunun gibi garip bir su deneyimini Van Gölü'nde yaşamıştım. Tadı da bir garipti.

Kıyıya çıktım. Bizden kimse yok. Eren ‘i gördüm yukarıdaki şelaleye gittiklerini söyledi. Eşyaları alıp oraya da gittik. Yukarılarda birisi gerçekten beni seviyor. Bunu defalarca söylemişimdir. Bu, bizim gibi onlarca beleşçinin yüzdüğü sahilde Allah'ın hikmeti olarak bir yamaçtan sıcak su akmakta güldür güldür. Sıcaklık derseniz tam kıvamında, tazyik derseniz tam benlik. Sağolsun Ürdünlü gençler biz rahat takılalım diye yerlerini verdiler bize bizde sonuna kadar durumdan istifade ettik. Gözlerimi kurtardığım yerdir burası.

Üzüldüğüm nokta güzelim ayakkabılarımdan burada ayrılmak zorunda kalmam oldu. Atmak zorunda kaldım L

Fazla takılmaksızın yola koyulduk. Bir yere uğramadan doğruca Akabe'ye gidip aracı teslim edeceğiz. Ama gün batarken güzel bir yerde durup fotoğraf çekiyoruz. Cengiz alem adam. Olduğumuz yerden taş fırlatıp suya gidecek mi hesaplarında. Mantıken gayet kolay ama Cengiz ‘in sorguladığı kadar varmış. Epey uğraş, çokça yırtınma sonucu bir iki taş suya ulaştı. İlginç bir şey, küçük dalgalar taşın suya düştüğü yerden eşit hızla halkalar yaparak yayılıyor ama hemen etrafında bembeyaz bir halka oluşuyor taşın düştüğü yerde.

Buradan gölün yok oluşu da görülebilmekte. Kıyıda, buharlaşmanın ve kullanımdan kaynaklanan su kaybının işareti tuz duvarları mevcut. İsrail, Ürdün ve Mısır Amerika'dan fon sağlayarak Kızıldeniz'den su çekmek suretiyle gölü beslemek istiyorlar ama maliyet çok fazla.

Yine yola revan oluyoruz. Epey ötede dünyanın karalardaki en alçak yerini işaret eden bir levha var ama asıl yeri göremiyoruz. Lut Peygamber'in sığındığı mağarayı gösteren oku görüyoruz ama artık güneş olmadığı için gidemiyoruz. En çok da Tapınak Şövalyeleri'nin üssü olan Kerak Kalesi'ni görememek beni yıkıyor ama Ürdün bir daha beni kendine misafir ettirecek zorla. Bunun bilincindeyim.


Ses hızını çoktan aşıp ışık hızını zorlarken durduran polis Türk olduğumuzu duyunca bizi selamlayıp yolcu ediyor. Durup benzin aldığımız yerdeki elemanlarla hiç seyretmediğim “Kurtlar Vadisi” dizisinin muhabbeti ile başlayan konuşmamız meşhur “One Minute” olayı ile devam ediyor. Çok da yabancı değiliz bu topraklarda.

Yol üzerinde, Akabe girişinde bir polis noktasında bizi indirip pasaport kontrolü yapıyorlar laf ola beri gele. Onu da geçip şehre varıyor, aracı teslim edip bir güzel karnımızı doyuruyoruz.

Nihayet havalimanına yol alıyoruz. Üçerli gruplardan iki araç ayarlayıp araç başı 10 jd ödeyerek havalimanına gidiyoruz.

İçerde durmaktansa dışarıda takılalım diyor Eren sanırım. Demokratik bir grubuz. Ben kaldırıma uzanıp şarkı söylüyorum, diğerleri demleniyorlar. İçeriden görevli “Türkler uçağınız kalkacak” diyor da ancak o zaman içeri girip işlemlerimizi tamamlıyor ve uçağa kapağı atıyoruz.

Yorum Gönder

0 Yorumlar