Sabah erkenden kalkıyoruz. Ben yataktan eşim ise uykusundan.
Uyuyamadım hiç.
5:30 ‘a doğru köşeden üzerinde Drita Travel yazan bir otobüs dönüyor. Yola atlayıp aracı durduruyorum. “Prizren bus?” diye sorunca aracın muavini Türkçe “Buradan değil öte taraftan ” diye yanıtlıyor. Anlayamıyorum, Türk olduğumuzu nasıl anlıyorlar. İstanbul'da bile Japon sanıldım, Rus, İngiliz hatta İtalyan sanıldım. Bu yüzden başıma neler geldi haddi hesabı yok. Bir de Drita ‘daki kadına saydırıyorum. Kadının dediği yerde boş yere bekliyormuşuz meğer. Öteki köşeye yürüyoruz hızlıca.
Bunlar demin yanından geçtiğimiz otobüsler. Ben bagajı yerleştirirken eşimde otobüse biniyor. Diğer gezginlerin yaşadığı gibi bagaj için ekstra para bizden istenmedi şimdiye kadar. Ayrıca, Arnavutluk girişinde de bizden “ekstra” bir meblağ da talep eden olmadı.
Araca girdiğimde “Bora, yerimize oturmuş, bunu kaldırsana ” diye sesleniyor eşim bir çocuğu göstererek. Çocuğa doğru tam atılacakken “Aa! Ben mi oturmuşum?” diyor. Sonra kalkıp bir arka sıradaki yerine gidiyor. Prizren'den, Mamuşalı Türklerdenmiş. İtalya'dan bugün dönmüş uçakla. Arnavutların bile low cost uçak firmaları var. 60 -100 euro aralığında İtalya'ya, İsviçre'ye hatta İsveç'e uçuyorlar.
Nihayet Prizren ‘e doğru yola çıkıyoruz. Hava oldukça kapalı. Muhitler merkezden uzaklaştıkça fakirleşiyor. Duvarlarda Yunanistan ve Sırbistan aleyhine İngilizce hakaretler yazılmış. Buna karşın bir fabrikaya yürüyen genç kızları görüyorum. Bizde kızlar ancak eğlenceye giderken bu şekilde giyinirler. Bunlarsa sabahın köründe işe giderken bile iki dirhem bir çekirdek haldeler. Yaşamı sevmek bu demek olmalı.
Hava daha da kararıyor, sanki yağmur bastıracak. Kırsala çıktık. Uzaklarda yalçın dağlar, yol kenarlarındaysa araba parçası satan tezgahlar. Ne ararsanız var. Parça parça bir araba yapmak gayet mümkün görünüyor.
Bir müddet sonra bulutlardan kurtuluyoruz. Büyük bir baraj gölünü yanından geçiyoruz. Burada yol iyice bozuluyor. Daha doğrusu artık yol yok. Toprak bir yoldan ilerliyoruz. Kah stabilize, kah tamamen toprak zemin üzerindeyiz. Karşıdan da başka bir araç geldi mi beriki ötekini beklemeye başlıyor. Bu daha iyi olan yol. Mamuşalı çocuk ilerideki dağların yanında kıvrılan yolu gösterip eski yol diyor bize. Tiran- Prizren dokuz saat çekiyormuş o yoldan. Şimdi gittiğimiz yol için Drita ‘daki kadın 6 ‘da yola çıkar 9:30 ‘da Prizren'de olursunuz demişti. Ancak 11 ‘e doğru Prizren ‘e varabildik. Kadının dediği tek bir şey bile doğru çıkmadı.
Tabiat ana Arnavutlara cömert mi davranmış demeli yoksa dememeli mi kararsızım hala. Yemyeşil ormanlar, yüksek dağlar ülkeye hoş bir görünüm verdiği kadar işgallerden de korumuş. Ama aynı şekilde ülkenin gelişimini de engellemiş.
Hristiyan köylerini de geride bırakıp sınıra varıyoruz. Pasaportuma bakan memur “Mehmet” diyor, “Ramazani”. Jeton geç düşüyor, aslına bakarsanız eşim yardımcı olmasa düşeceği de yok gibi. “Yok, seferi” diyorum, gülümsüyor.
Kosova ‘ya girişim gayet kolay oluyor. Ama Kosovalı memur eşimin pasaportunun Yunan pasaportu olduğunu fark edince eşime de, pasaportuna da tiksintiyle bakıp sertçe iade ediyor. Yunanistan daha Kosova ‘yı tanımadı, tanıyacağı da yok zaten. Eşim ilk defa böyle bir davranışla karşı karşıya kalıyor. Genelde yaptığı giriş, çıkışlarda pasaportuna kaşe, mühür dahi basılmaz. Şimdiye dek sadece Mısır’a giderken vize almıştı. Adamın yüzüne bakıp gülüp geçiyor. Eşim gülüyorsa uzatacak bir şey yok benim içinde.
Aslında bizim derdimiz pasaportta Kosova kaşesinin olması. Eğer Kosova vizesi olursa Sırbistan ‘a yapmayı düşündüğümüz gezi hayal olacak. Çünkü Kosova ‘yı dünyadaki tüm devletler tanısa bile Sırplar asla tanımayacaklar. Çünkü Kosova Sırpların kutsal toprakları. Öyle ki burada bize kaybettikleri Kosova Savaşı'nı bile sanki kazanmışçasına anıyorlar.
İlginç olan bir diğer noktada Türkçe'nin Kosova devletinin üç resmi dilinden biri olmasına rağmen sınırda hiçbir Türkçe ibare görmemiş olmam. Sonradan Türkçenin sadece Türklerin yaşadığı yerlerde kullanıldığını fark ediyorum.
Neyse, sınırı aşıp güzel manzaralı bir yerde mola veriyoruz. Yolun karşısında, muhtemelen bir Sırp tarafından işletilen bir markete giriyoruz. Dükkanın arkasında baraj, onun ötesinde göğe kadar bir duvar gibi yükselen dağlar. Harika manzaralar ile karşılaştık tüm yol boyunca.
Nihayet 11 ‘e doğru Prizren ‘e varıyoruz. Otobüsçüler nedendir bilinmez Mamuşalı arkadaş ile bizi neredeyse şehir çıkışı gibi bir yerde indiriyoruz. Neyseki şehirler oldukça ufak.
Bize otogarı tarif etmesini istiyoruz. Zaten o da oraya gidecekmiş. Konuşa konuşa yürüyoruz. Prizren ile Mamuşa arası yaklaşık kırk dakika sürüyormuş ve sıklıkla minibüsler varmış.
Güzel dükkanların olduğu sevimli bir caddeden geçiyoruz. Genelde manifaturacıların yer aldığı bir çarşı da diyebiliriz burası için. Nedense çok sıcak geliyor Prizren bana.
Çifte Hamamı da geçiyoruz. Gazi Mehmet Paşa hamamı buranın adı ama günümüzde sanat galerisi olarak kullanılmakta. Yapıldığı 1563 ‘ten 1944 ‘e kadar hamam olarak çalışmış. Bu tarihten sonra peynir üretimhanesi, depo gibi de kullanılmış.
Bizden onbeş gün kadar önce TRT ‘nin ekibi buralara gelmişti Yanılmıyorsam Kıraç burada bir de konser vermişti.
Bistrika Nehri ‘ne varıyoruz. Nehirden çok bir çay, daha doğrusu bir dere görünümünde. Uzaklardaki Şar Dağları'nda kaynağı. Solda tepede bir kale var. Ama epeyce yukarıdaymış doğrusu. Kalenin altındaki evler, dere ve köprüler bize Amasya'nın bir ikizi ile karşılaştığımızı düşündürüyor. Tepe yakın, güzel bir de kilise var.
Caddenin üzerinde üç dilde de bezlere ramazan ve gelecek bayrama dair iyi dilekler yazılmış. Bunlar Türk Askeriyesi tarafından yazılmış olduğunu öğreniyoruz.
Nehrin bir paraleli şehrin kalbi olan Şadırvan Meydanı'na giden yol. Burada güzel restoran ve kafeteryalar var. Bunların en bilineni Besimi. Biz geçerken Alman askerler yemek yiyen subayların başında nöbet tutuyorlardı.
Meğer Mamuşalı bize şehri gezdiriyormuş. Otogara gidelim mi?, diye soruyor. Biz otogar yolundayız sanıyorduk. Gar pek uzak değil ama havanın sıcağı insanda yürüme isteği bırakmıyor.
Gar ufak tefek bir yer. Çaprazında Fatih Sultan Mehmet ‘in Prizren ‘i fethettiğinde askerleri ile ilk Cuma namazını kıldığı namazgah var. TİKA burayı restore etmiş. Eşimin uyarısıyla İstanbul ‘a otobüs olup olmadığını soruyorum. Halbuki planımız buradan Üsküp ‘e geçip 19 otobüsü ile İstanbul ‘a dönmek üzerine kuruluydu. Her gün saat 13 ‘te İstanbul ‘a bir sefer varmış. Adam başı 40 euro. Bununla beraber Belgrad ‘a da pek çok sefer kalkmakta.
Hemen kasabayı gezelim diyoruz. Bir taksiye atlıyoruz. Kosova ‘da euro geçmekte. Taksimetre 1 eurodan açılmakta ve 0,10 eurocent olarak artmakta. Köprü başına ulaştığımızda taksimetrede yazan meblağ sadece 1,20 euro.
Önce yemek diyerek Sinan Paşa Camii'ni geçip Besimi ‘ye gidiyoruz. Cami restorasyon nedeni ile kapalıydı giremedik. Rivayete göre ilk yapıldığında Katolik kilisesi iken 11 yy da Sırp Ortodoks Kilisesi'ne döndürülmüş. Sonrasında bizimkiler gelince cami olarak kullanılmaya başlanmış. O zaman inşa tarihi nasıl 1615 oluyor sorusunun cevabı askıda kalıyor. Muhtemelen propagandif bir batı oyunu. Sonradan geldiniz, yoktunuz demeye getiriyorlar her zamanki gibi.
bir çabayla burada
tekrar ortak dil olabileceğini görüyorum. Hayal değil kesinlikle. Ama çaba ve
çalışma lazım.
Gara yaklaşınca bir koşu gidip namazgahın fotoğraflarını çektim.
Bulgaristan'da da aynı dolambaçlı yollar. Sofya'yı dışarıdan, Plovdiv’i banliyölerinden geçerek sınıra geliyoruz. Burada da problem yok. Sadece Bulgar memur pasaportu kapatırken sayfaların içine giren böceği de eziyor.
Bizim sınırdayız. Burada da işlerimiz çabucak bitiyor. Burada çantalarımız Xray ‘den geçiriliyor.
Otobüste bir Arnavut çocuk var. Bir arkadaşı gezmek için İstanbul ‘a gelmiş, bir kaza mı, hastalık mı ; bir şeyler olmuş. Vücudunda bir şeyi yokmuş ama kafası durmuş. Çocuk arkadaşını hastaneden çıkarıp memleketine oradan da Karadağ ‘a başka bir hastaneye naklettirecekmiş. Fakat çocuk anadili dışında başka bir dil bilmemekte. Bize otogardan Maslak'taki Acıbadem Hastanesi ‘ne nasıl gidileceğini sorup tarif etmemizi istiyorlar.
Önce metro ile Merter ‘e geçiyoruz. Oradan ana baba günü gibi kalabalık olan metrobüse atlıyoruz. Çocuk tüm bu insanlara şoke olmuş gibi bakıyor.
İstanbul cehennem gibi sıcak. Erircesine terliyorum. Haliç'ten geçerken sis nedeniyle tarihi yarımadadan bir şey göremiyoruz bile.
Zincirlikuyu ‘da inip Sarıyer minibüslerine yerleştiriyorum çocuğu. Şoföre de durumu anlatıyor hastaneye gelince çocuğu indirmesi hususunda tembihliyorum. Ne olmuştur, hastanedeki işleri halledebilmiş midir bilmiyorum. Allah hayırlısı neyse tez elden versin.
0 Yorumlar
Yorumlarınız