8 gibi çıkıyoruz. Struga'ya giden ve şehir içinden kalkan
minibüslerin durağını bulup biniyoruz (40 MD)
Yol boyunca güzel sahilleri, manzaraları aşıyoruz. Minibüs
kasabanın içerisinde biraz gezinince bağırıp ineceğimizi söylüyorum. İniyoruz.
Otogarın yerini öğrenip yürüyoruz. Yol bitmek bilmiyor. Sıcaktan adeta
eriyoruz. İğreti mekan imiş garları.
Saat 12:30 ‘da Tiran ‘a otobüs var. (13 euro) Burada tuvalet
ücretsiz ve aynı şekilde çantanızı bırakabileceğiniz emanette. Emaneti
kullanmak için bilet satın aldığınız kadından odanın anahtarını istemeniz
gerekli. Odadan gözünüze kestirdiğiniz bir çantayı da alabileceğiniz gibi sizinki
de gidebilir. Görevli vb yok.
Struga ‘ya inelim
diyoruz. (iyi ki de demişiz) İki saatten fazla bir zaman garda beklemenin bir
anlamı yok. Bizimle çat pat Türkçe konuşan adamın taksici olduğunu öğrenince
arabasına atlıyoruz. Adam Arnavutmuş. “Eskiden çok Türk vardı. Tito
pasaportlarını aldı”, diyor. “Hepsi gitti, soldu buralar” diye bitiriyor
sözünü.
Taksici 55 MD alıyor. O sıcakta yürümeye değmezmiş.
Struga çokta eski bir yerleşim değil. Ama gene de bir tarihi
var elbette. Belki Ohrid gibi imari değeri olan binaları, ilginç tapınakları
yok, belki Ohrid ‘in gölgesinde kalmış ama plajları ve nehir kenarındaki
mekanları ile açığı kapatıyor. Bilinen en eski adı yılanbalığı anlamına gelen
Enchalon imiş. Struga ismi ise ilk defa Anna Komnena ‘nın buralara yaptığı bir
gezi için yazdığı yazıda görülmüş. Kim bilir neler yazdı Anna. İstanbullu
prensesin daha Alexiad ‘ı çevrilmedi ki Türkçeye. Yazık. (edit: Çevrildi, güzel de oldu)
Gözlemlerimize gelince… Struga çok küçük bir yerleşim.
Etrafında güzel sayılabilecek binaların bulunduğu sokak irisi bir iki caddesi
var. Bunlardan birinden giderek nehre ulaşıyoruz.
Drim Nehri insanlarca kontrol altına alınmış. Etrafı
kafeteryalar ve yürüyüş yolları ile sarılı. Nehri takip edip göle kavuştuğu
yere gittik gibi klişe bir cümle kurmak isterdim ama burada o işler farklı J
Burada göle giden sadece yollar. Nehir güneyden Sv. Naum'dan Ohrid Gölü ‘ne giriş yapıp buradan çıkıyor ve Adriyatik ‘e
dökülmek üzere yoluna devam ediyor. Bunu gölün nehirle birleştiği yerde gayet
net görebiliyorsunuz. Su köprünün altından adeta çağlayarak giriş yapıyor.
Struga. Ya da bana
göre yeryüzündeki cennet. Nehrin başladığı yerin biraz ötesinde sazlıklar doğal
bir set oluşturmuş. Tertemiz kumsallarda, suyun içerisinde boy boy balıklar
yüzüyor. Rengarenk tekneler sazlıkları kendilerine siper etmiş duruyor.
Sahillerdeki mutlu kalabalığı, birbirinden güzel genç kızlar ve etraflarında
onların dikkatlerini çekmek için türlü soytarılıkları yapan erkek çocuklar. Pek
çok yer gezdik Tanrıya şükür. Fakat hiç bir yerde buradaki huzuru hissetmedik.
Pisa belki biraz yaklaşabilir. Belki de biraz Birgi. Ama hiçbir yerde buradaki
enerjiyi hissetmemiştim. Eşimle göz göze geliyoruz. Aynı düşüncedeyiz. Gelecek sene tatil için oğlumuzu da alıp
buraya geleceğiz.
Sahili turluyor sonrasında nehir kıyısında oturup birer
kahve içiyoruz. Caddeye dalıyor pazarını bulup onu da turluyoruz. Türkçe
konuştuğumuzda insanların başlarını kaldırıp bize kimi zaman şaşırarak kimi
zaman gülümseyerek baktıklarını gözlemliyoruz. Hala bu coğrafyada tüm ağırlığımız
ile varız.
Serbest taksilerden birine atlıyoruz. Bunlar taksimetresiz,
pazarlık ile çalışan taksiler. Yol biraz daha uzunca sürüyor ve 70 MD ödüyoruz.
Önemseyeceğim bir meblağ değil bu.
Daha 12 olmadan yeniden gardayız. Türk firmalarından birinin
otobüsünü görünce afallıyorum. Yardan ‘ın her gün Struga – İstanbul arası
çalışan otobüsleri olduğunu öğreniyorum. Struga ‘dan kalkış 12 ‘de. Bunu aklıma
yazıp şoförle de epeyce sohbet ettikten sonra vedalaşıyoruz. Türk otobüsü tam
vaktinde gardan ayrılıyor.
Bizimkilerin aracı vaktinde kalkıyor ama saati geçtiği halde
bineceğimiz araç ortalıkta yok. 1 ‘ e doğru belediye otobüsünden bozma bir araç
geliyor. Koltuk numarası kavramı yok. Kaptığınız yere oturuyorsunuz. Bazen bu
da bir çözüm olmuyor. Yer için insanlar epeyce bir bağırış çağırış yapıyorlar. Bizse
en arkadaki dörtlü koltuğun önündeki sırayı kapıyoruz.
13:30 gibi araç hareket ediyor. Kısa bir süre sonra Makedon
gümrüğüne ulaşıyoruz. Herkes çantalarını alıyor. Pasaportlarını damgalatmak
için koşturuyorlar. Jeton karşıdan hıncahınç dolu bir otobüsün geldiğini
gördüğümde düşüyor ancak. Otobüs değiştirilecek. Kısa sürede gümrük işlemleri
bitiyor. Herkesin işi bitince yeni otobüse binileceği söyleniyor. O sırada
gençten biri “İşte Arnavutluk böyle bir yer” diyor çok düzgün bir Türkçe ile.
Hazır Türkçe bilen birini bulmanın mutluluğu ile Arnavutluk hakkındaki
sorularımı soruyorum. Hırsızlar hakkında uyarıyor özellikle. Cepten mi
çalıyorlar yoksa silahla mı soyuyorlar, diye soruyorum. Cepçiliğe lafım yok. Bu
konuya yaklaşımım İtalyanlarla aynı. Bu tip bir soyulma ya hırsızın çok usta
olmasını ya da benim kendimi, dikkatimi, kontrolümü kaybedecek derecede ahmak
yada dalgın olmama bağlı. Gasp ise namus meselesi. Kabullenebilinecek bir şey
değil. Cevaba göre çakı gene ulaşılabilir bir yerde açık bekleyecek.
Neyse ki, cepten çalarlar. Bir iki kişi oyalar, kalabalık
yapar dikkati dağıtır öyle soyarlar, diyor. Çantasını açıp göz yaşartıcı
spreyini gösterip “yasak ama hep bunu taşıyorum” diyor. Hazırlıklı olmak
elbette ki faydalı ve gerekli.
Arnavut sınırına
varıyoruz. Vodafon kampanya yapmış. İki genç kız milletin pasaportlarını kapıp
telefon kartı dağıtıyor. Biri 100 lekelik konuşma hakkı sağlıyor ama bu miktar
1 eurodan daha az. Diğer kart ise artıdan 500 sms hakkı veriyor. Biz de
kapıyoruz birer tane. Araçtakiler bu kampanyanın aşkına kaybettikleri inanılmaz
zamanı zerrece düşünmüyor. Tekrar yola koyuluyoruz. Şimdiye dek virajlı dediğim
tüm yollara rahmet okutan yollardayız. Manzaraysa büyüleyici. Doğa burada daha
çeşitli. Uçurumlar, vadiler, nehirler, tek tük yerleşimler, çok sayıda korugan…
Neredeyse her Arnavut için bir korugan yapılmış. Rivayete göre her bir korugan
için ortalama bir apartmana harcanan beton ve çelik kullanılmış. Günümüzde ise
bu beton ve çelik otoban yapımlarına kullanılmaya başlanmış görünüyor. Gostivar
ile Durres arasında bir otoban yapılıyor. İhaleyi yabancı bir ortak ile beraber
bir Türk firması almış. Arnavutlar bu otoban ile hem yolları kısaltacaklar
hemde Makedonya'daki Arnavut bölgelerindeki nüfuzlarını güçlendirecekler bu
şekilde.
Elbasan ‘a ulaşıyoruz. Tanıştığımız aile ile burada
ayrılıyoruz. Telefonlar alınıp veriliyor. Seneye gelin Durres ‘te evimiz var,
orada kalın diyorlar. Kısmet…
Elbasan eski bir kent. Çok sayıda kahverengi levha bir
yerleri gösteriyor. Haritaya bakıyorum Tiran ‘a direkt bir yol var. Tiran 61 km
diyor yol kenarındaki pano. On dakika sonra başka bir pano ise 92 km yazıyor.
Başta umursamıyorum. Yunanistan'da da buna benzer hatalı panolara denk gelmiştim
Selanik yakınlarında. Ama sonra tekrar haritaya gidince başka bir yoldan
gittiğimizi anlıyorum. Epey bir zaman sonra Durres ‘e ulaşıyoruz. Aylar sonra
tekrar Adriyatik ‘i görüyoruz.
Durres dağınık görünümlü bir tatil beldesi izlenimi
bırakıyor bende. Bana daha çok Silivri'den Tekirdağ ‘a dek uzanan sahil şeridini
hatırlatıyor manzara. Otobüsteki tüm Kıpti kılıklı tiplemeler burada dökülüyor.
Vücutlarının her deliğinden sesler çıkarabilen dörtlü grup, biraz önlerinde
alenen yiyişen çift. Hepsi iniyor.
Fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Cengiz Küçükayvaz ‘a tıpatıp
benzeyen yaşlıca bir kadıncağız biri kız biri oğlan iki torunu ile yollara
düşmüş. Kadın torunlarını camın önünden çekiyor fotoğraf çekeyim diye.
Pencerenin kenarındaki perdeyi de açıp üşenmeden tutuyor benim için. Yüzünde
birine yardımcı olmanın verdiği mutluluğu görüyorum. Gerek yok diyorum sanki
Türkçe anlıyormuş gibi. Çocukları yerlerine oturtuyorum. Hepsinin birer
fotoğrafını çekip makinayı da yaşlı kadına veriyorum resimlerine bakması için.
Kutsal bir emaneti vermişim gibi kavrıyor makinayı. Bu kez yüzünde tarif
edilmez bir minnet duygusunu okuyorum. Deminden beri bana bakınan küçük kıza
makinayı veriyorum. Yaşlı kadın kıza makinaya dikkat etmesi için çıkışıyor.
Boşver anlamında bir hareket yapıyorum. Muhtemelen (inşallah yanılırım) bu
hayatta kullanacağı en kaliteli ve pahalı kamera bu.
Saat 6 ‘yı biraz geçe nihayet Tiran ‘a varıyoruz. Otobüs,
yolcuları şehrin en önemli caddesi olan 1. Zogu bulvarında indiriyor. Oteller,
kafeteryalar, otobüs ve turizm firmaları ya bu Galatasaray Lisesi mezunu eski
Arnavut kralının adını taşıyan bulvarın üzerinde yada yolun sonundaki
İskenderbey meydanının çevresinde.
Tiran bir Türk
kenti. Burada mecaz ya da ima yapmıyorum. Gerçekten Osmanlılar tarafından 1614
‘te kurulmuş bir yerleşim. Şehri kuran Süleyman Paşa ‘nın şehirde bir heykeli
var. Arnavut ahte vefa yapmış. Belki bir gün bizde İstanbul'da Büyük Konstantin
için bir heykel yaparız. Tipik bir Roma kent gibi kurulmuş. Birbirini kesen iki
ana cadde. Birleşim noktasında ise merkez camii. Tıpkı İznik gibi bir şehir
planı üzerinden kurulmuş olmalı.
Bulvar boyunca ilerleyip gördüğümüz her turizm acentasına
girip Prizren ‘e otobüs olup olmadığını soruyoruz. Son araç 18 ‘de gitmiş. İlk
sefer yarın sabah 5:30 ‘da. Gördüğümüz kadarıyla Atina – Tiran arasında yoğun
bir insan trafiği var. 25 euroya kadar fiyatlar yoğun rekabet sonucunda düşmüş.
Herkes bize Drita Travel diyor. Bizde onların yerini bulmak için çırpınıyoruz.
Ulusal Tarih Müzesinin çaprazında güzel bir kafeteryanın yanında yerleri. İçeri
giriyoruz. Güzelce, cömert bir şekilde açtığı iri göğüsleri güneş lekeleri ile
kaplı kadından adam başı 10 euro ödeyerek biletlerimizi alıyoruz. Sabah 5:30
arabası ile yola çıkacağız. Bir sonraki araç ta 16 ‘da.
Hazır kızı yakalamışken meydana yakın bir otel bulmasını
istiyorum. Kartvizitliğinden bir kart çıkarıp epeyce kısa bir telefon görüşmesi
yapıyor ve bize adam başı 20 euro fiyat veriyor. Pahalı diyorum. Burası Tiran
diyor sanki dünyanın gözde turizm merkezlerinden biriymiş gibi. Rehber
kitapların 10 -15 euro arasında değiştiğini yazdıklarını söylüyorum. Kadın öyle
küçümseyerek bakıyor ki yerin dibine geçtiğimi hissediyorum.
Eşimle çıkıp meydanın öte yanındaki otele giriyoruz. Oda
varmış 50 euro diyor. Bense boş kalacağına 30 euro olsun diyorum. Bu tek kişi
fiyatı diyor kadın. Anlaşamayıp çıkıyoruz.
Otobüsten indiğimizde meydana ilk vardığımız zaman yaşlı bir
adam bize oda kiralamak için yaklaşmıştı. Onu yakalıyoruz. Kalacağımız odanın
meydana yakın ve kendi banyosu olduğunu söylüyor. Adam başı 15 euro deyince
bakalım diyoruz.
Yakın denilen odaya bakmak için Skenderbeg Meydanı'ndan
1. Zogu bulvarı boyunca geri gidiyoruz. Yakın denen odaya bir türlü
ulaşamıyoruz. Cadde bitiyor ve sola sapan sokağa giriyor ve oradan sağa girip
bir apartmana geliyoruz. Dışı dökülen apartmanı eşim görür görmez veto ediyor.
Laf ola beri gele girip bakalım diyorum. Oda da apartmandan farklı değil.
Kapısı üflesen yıkılacak. “Kusura bakma, hoşumuza gitmedi”, diyorum adama.
Üstelemiyor hiç.
Eşim kıza gidelim diyor. Kesseler gitmem. Aklımda Zogu
üzerinde bir otel olduğu var. Elimdeki notlara bakıyorum. Republik Otel.
Önümüzden geçtiğimizi hatırlıyorum.
Otele girip sormamla 50 euro yanıtını almam bir oluyor. Notlarda
30 euro diyordu burası için. Adam kaç para verirsin deyince 30 yapıyorum
parmaklarımla. Adam Arnavutça konuşuyor bense İngilizce cevap alamayınca bir
umut Türkçeye dönüyorum. Adam otuza yanaşmıyor, eşim gidelim diyor. Cinler
tepeme çıkıyor. O sırada yaşlı bir kadın yıldırım gibi gelip ihtiyarları haşlıyor.
Arnavutça bir şeyler diyor bana ama anlamadığımı görünce elime kağıt, kalem
tutuşturuyor. Vallahi sevdim bu kadını. Otuz yazıyorum, kağıdı elimden alıp
yirmi ve otuz yazıyor alt alta. Göster diyorum odaları. Önümüzde yukarı
çıkarken kedi gibi mırıldanan adamları bir kez daha azarlıyor hışımla.
Yirmilik odada lavabo ve tuvalet dışarıda yani ortak.
Otuzluğa çıkıyoruz. Basık mı basık, loş, izbe bir oda. Bir TV ve buzdolabı var
ama tek priz olduğu için ikisi birden çalışmıyor.
Barınak sorunu çözülünce yemek olayını çözmek için dışarı
çıkıyoruz. Caddede küçük bir dükkana giriyoruz. Domuz etinden korktuğumuz için
tavuklu döner alıyoruz. İçecek olarakta exotic yazan, daha önce hiç tatmadığım
bir Fanta. Fakat tavuk kokuyor bana ama eşim bunu pek umursamıyor.Daha yolumuz
olduğu için etleri çıkarıyorum sandviçten. Patatesler bile yenecek gibi değil.
Birde 6 euro gibi bir para ödüyorum bunlara.
Tekrar kim bilir kaçıncı kez Skenderbeg Meydanı'na iniyoruz.
İskender Bey ‘in heykeli bakımda olduğu için etrafı kapatılmış, göremiyoruz. Bu
nedenle Ethem Bey Camii'ne yöneliyoruz. Son cemaat yeri olsun, harim kısmı olsun
türlü kalem işi tasvirler ile bezenmiş. İç aydınlatması oldukça iyi. Tek
kubbesinin içi tekdüze ve oldukça göz yoran bir şekilde süslenmiş.
1798 ‘de yapımına başlanan cami 1821 ‘de bitirilmiş.
Komünist dönemde tüm ibadethaneler gibi burası da kapatılmış. 1991 ‘de on bin
kadar Müslüman herhangi bir izin almaksızın toplu halde yürümüş ve camiye girip
ibadet etmişler. Bu olay ülke genelinde de bir devrim olmuş.
Dışarı çıkıyorum. Eşimin yüzünden düşenin biri bin parça. Caminin
girişindeki taşlığa otururken yaşlıca bir adam mezar diyerek azarlamış ama
adamın gözünün önünde bir başkası bir naylon torbayı oraya fırlatınca ses
çıkarmamış. Muhtemelen Arnavut fanatiklerden. Eşimin tarifine göre camiye adamı
bulup dövmek için giriyorum ama tarife uyan kimse yok. (Öte yanda bir kapı daha
varmış)
Soldaki saat
kulesine gidiyoruz. Burası da iyi aydınlatılmış. 1822 ‘de yapılmış. 1928 ‘e dek
şehrin en yüksek yapısı imiş. Gündüz olsa içine girip tepesine çıkma şansınız
var 100 leke karşılığında.
Daha solda belki de şehrin en yüksek binası var. Nedir
öğrenemedim ama bizim Boğaz Köprüsü gibi rengarenk aydınlatıyorlar.
Tiran bana göre birebir Şam ‘a benziyor. Gezilecek, keşfedilecek
yerleri olan, tıpkı Şam gibi sadece gün ışığı ve dükkanların lambaları ile
aydınlanan bir kent.
Tıpkı Şamda da olduğu gibi karanlıkta, arabaların arasından
slalomlar yaparak karşıdan karşıya geçiyoruz. Lüks arabalar, furgon denilen
döküntü minibüsler, belki de dünyanın en güzel kadınları bu şehirde. Bizim dini
görüşümüzü, yaşantımızı utanmazca eleştiren Katarlıların, Kuveytlilerin
Arnavutluk ‘a epeyce para akıttıklarını öğreniyorum panolardan. Kadınlar
abartısız yarı çıplak neredeyse. Yanımda eşim olmasına rağmen çekinmeden, aleni
bakacak kadar da fütursüzler.
Yapacak bir şey
yok. Zaten gündüz gelmiş olsaydık bile göreceğimiz başka bir yer olmayacaktı.
Aslında burada kalıp Berat, Korçe gibi yerleşimlere de gitmek istiyorduk ama
vazgeçtik.
Yolda bir dükkana girdik su almak için. Arnavutlar
Yunanlıları sevmeseler de yer gök Yunan malı. Hatta su bile. Adam bize fiyatını
söylüyor. “Euro ödeyebilecek miyiz?” diye soruyorum. Adam herhangi bir cevap
vermeksizin elimdeki su şişesini alıp dolaba koyuyor ve sanki yokmuşuz gibi
davranıyor. Eşim ”uzatma, boş ver” diyor. Biz de olsa esnaf ya euro ‘yu alırdı
(tasvip etmediğim bir davranış olsa da) yada hiç para almaz ama suyu verirdi.
Otelde, 1 euro ‘ya su alıyoruz. Eşim hemen uyuyor. Ben önce
televizyonu açıyorum. Arnavutların Özbeklerle maçı var ve 1-0 öndeler. Öteki
kanallarda ise sadece klip yayını var.
Ama uyuyamıyorum…
0 Yorumlar
Yorumlarınız