Sabah erkenden kalkıp Manastır’a gitmek için gara doğru yola
çıkıyoruz. Taksi bu kez 100 MD diyor. Siz siz olun meblağ az dahi olsa
taksimetre açtırın.
Gara gelince şok yaşıyoruz. Saat 8. Ama Manastır otobüsü
saat 7 ‘de kalkmış. Bir sonraki 10:15 ‘te. Yapacak bir şey olmadığından turizm
ofisinin açılmasını bekliyor ve açılınca da Arnavutluk ‘a gidiş saat ve
fiyatlarını öğreniyoruz. O da şok. Struga 'dan ya saat 5:30 ‘da ya 12:30 ‘da yola çıkmamız gerekli.
Ama bunun için önce Struga ‘ya gitmek, bunun içinde Struga 'ya giden minibüslerin
nereden geçtiğini bulmam gerekli.
Bunun için garın arkasında olduğu söylenen minibüs durağını
uzunca bir arayışın ardından buluyorum. Kimi merkezde diyordu kimiyse başka
yerleri tarif ediyordu. Neyse, gerçekten gara yakın bir noktada minibüsleri
gördüm ve koşup aracı durdurdum. İlk seferin saatini sordum İngilizce. Ama
İngilizce bilen yok ki cevap olsun. Yılgınlıkla önde oturan esmer insanlara
seslenip “Türkçe bilen yok mu?” diye haykırdım. Minibüsteki zayıf,esmer
insanlar hareketlenip bana yardımcı olmaya çalışıyorlar. İlk sefer 5:15 ‘te
imiş ve yolculuk yaklaşık yarım saat sürüyormuş.
Eşimin yanına dönüp biletleri alıyorum. (200 MD) Otobüsün
saati 10:00 . Şunu anlıyorum. Burada bir yerden bir yere gitmek için saat
sorarsanız sorduğunuz yerden kalkan seferlerin saatlerini veriyorlar. Başka bir
yerden kalkıpta bulunduğunuz yere
uğrayan bir sefer varsa bunu söylemiyorlar yada tahminimce söylemek akıllarına
gelmiyor. En garantisi bilet alırken tekrar tekrar sormak.
Nihayet Bitola yada bizim deyişimizle Manastır
yollarındayız. Virajlı, yemyeşil vadilerden geçerek önce Resne ‘ye ulaşıyoruz.
Ama burada inmiyoruz. Çünkü ulaşımın durumu nedeni ile sonraki otobüsleri
beklerken ağaç olma ihtimalimiz epeyce yüksek. Görülecek sadece Resneli Niyazi
Bey ‘in malikanesi.
Resneli Niyazi biz yeni nesillerde genelde “ne şehittir ne
gazi .ok yoluna gitti Niyazi” deyimiyle bilinir de bu Niyazi kimdir pek
bilinmez.
Türk müdür,
Arnavut mu bu konuda net bir kaynak bulamamışsam da başlangıçta İstanbul'a,
saraya bağlı bir askerdir. Yunan savaşında birliğinin dört, beş katı daha
kalabalık bir Yunan birliğini esir eder ve İstanbul'a getirir. Sadece görevini
yapmıştır. Fakat esir aldığı askerlerin şehir sokaklarında başlarında gençten
bir Arap olduğu halde dolaştırıldığını görünce bir de Arap ‘ın aldığı rütbeleri
görünce zıvanadan çıkar. Bilmez ki bu çocuklar Arap aşiretlerinin başlarındaki
adamların çocuklarıdır, bir nevi rehindir ve gönülleri olsun diye payeler
verilir.
Kendisine de sağlam bir maaş bağlanır ve padişahın
danışmanlarından olması istenirse de kabul etmez Resne ‘ye döner. Yönetimden
soğumuştur. İttihatçıların özgürlük gibi taleplerini destekler. Kendine inanan,
güvenen insanlarla dağa çıkar. Abdülhamit ‘e küfürlü maktuplar gönderir.
Fakat İstanbul'dakilerin işi başından aşkındır. Rusyası,
İngilteresi, Fransası hatta Yunanistan'ı ile yedi düvel pastadan pay kapmanın
derdindedir ve Abdülhamit bunlarla uğraşmaktan Niyazi Bey ve tayfasını kale
almaz. Gene de bir iki birlik sevkedilir. Kimisi İttihatçilerin etkisi ile
Niyazi Bey ‘in tarafına geçer, kimisi karşısına çıkmaz kimisi ise savaşırken
ölür. İti kopuğu, türlü milletten insanı Niyazi Bey ‘in çevresinde toplanır.
Sonunda meşrutiyet ilan edilir Enver Paşa ile beraber
hürriyetin iki mimarından biri olarak anılır. Öyle ki o günlerden kalan
kartpostallarda “hürriyet” kavramını simgeleyen güzelin bağlı olduğu zincirleri
kıranlardan biri Enver diğeri Niyazi Beyler'dir.
Fakat siyasetin çarkları bir başka döner. İttihatçiler bu
adamı pek de İstanbul'da istemez o da İstanbul'da kalmaya artık gönüllü değildir. Bir
gün eline geçen bir kartpostalda Fransız sarayının resmini görünce onun bir
benzerini yaptırır. Burada ormanda bulduğu bir geyikle ahbaplık etmeye başlar
ki “geyik muhabbeti” deyimi de buradan dilimize gelmiştir.
İstanbul'a gelmek için vapur beklerken yaveri tarafından
ensesine sıkılan tek kurşun ile öldürülür. Ta başta zikrettiğim meşhur deyim de
buradan gelmektedir.
Bakırköy'den İncirli'ye giderken yolun solunda viran bir konak
vardır ya bilenler bilir. İşte o da Resneli Niyazi Bey ‘e aittir.
Buradan az ötede, uzaklardan Resne'nin beyaz evlerinin
küçücük göründüğü bir bayırın başında asfalt bitiyor ve yol Arnavut kaldırımı
olarak devam ediyor. Hoplaya zıplaya yol alıyoruz.
Yoldan istifade Manastır ‘dan bahsedeyim. Bizans buraya önem
verir ve pek çok manastır kurdurur. Bu yöredeki hemen hemen her yerleşim gibi
Bulgarlar ve Bizanslılar arasında defalarca el değiştirir ve her değişim büyük
bir yıkımı da beraberinde getirir. Ama ticaret yollarının üzerinde olması
sayesinde her seferinde çabuk toparlar. Bizimkiler gelir. Şehir yine ticari
önemini daima korur. Fakat Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır görünüm olarak. Evliya
Çelebi yetmiş camiden, medreselerden, çarşılardan bahseder uzun uzun. 19. yy da
Osmanlı'nın Rumeli'deki ikinci büyük kentidir ve kentte on iki elçilik binası
vardır. Balkan Savaşına dek bizim olan Manastır ‘ın adı Bitola olur sahibi ise
önce Sırplar sonrasında başkaları…
Manastır. Araç Manastır ‘ın garına dek gidiyor. Garın hemen
yanında da tren istasyonu var. Araç gara gelmeden Manastır içerisinde yolcu
indiriyor. Bunu şoföre hatırlatmazsanız gar ile Hamidiye Caddesi olarak da
bilinen Şirok Caddesi arasını tekrar on beş, yirmi dakika yürümek zorunda
kalırsınız.
Neyse, dönüş otobüsünün saatlerini de öğreniyoruz. Gardan
çıkınca hangi yöne gideceğimizi bulmak için insanlardan yardım alıyoruz. Çat
pat Türkçe bilen birisi başka birini getiriyor. Adam “yalnız Arnavutça bilirim
biraz Almanca” diyor İngilizce. Almanca soruyorum. Kem küm edip eliyle işaret
ediyor yolu ve Türkçe “üç kilometre” diyor. Allah'ım ne coğrafya.
Kısacası gardan ana yola çıkınca sola giderseniz Heraklia Antik Kenti'ne gidersiniz ki mozaikleri ünlüdür. Sağa doğru gidip parkı solunuza
alıp ilerlerseniz önce sola sonra atamızın, Enver Paşa ve pek çok askerimizin
yetiştiği Manastır Askeri İdadisi'nin sağından (idadi solunuzda kalacak)
giderseniz meşhur Şirok Caddesi'nin başına gelmiş olursunuz.
İdadi tipik bir son dönem Osmanlı binası. Günümüzde
arkeoloji müzesi olarakta kullanılmakta.
Caddeye yöneliyoruz. Uzunca bir cadde. Sağlı sollu iki üç
katlı şirin yapılar görülmeye değer. İlkin solda Osmanlı coğrafyasında ilk
sinema filmini çeken Maneki biraderlerin evini görebilirsiniz. Haritadaki gibi
cadde üzerinde değil, soldaki sokağın azıcık içinde kalıyor evleri.
Biraz daha ilerlediğinizde sağda, köşede Atatürk ‘e aşık
olan Eleni ‘nin evi çıkacak karşınıza. Zarif bir ev. Hikayesi çok. Kimi yerde
kızın Atatürk ‘ü çarşıda dolaşırken bir kez görüp aşık olduğunu ve aşkını dile
getiren bir mektup yazdığından bahsederken kimisi bir müddet flört ettiklerinden
bahsetmekte.
Yolda yürüyoruz. Pek çok kafeterya ve restoran var. 100 MD
ödeyerek karnınızı doyurabilir, 40 MD ödeyerek güzel bir kahve içip
dinlenebilirsiniz bunlarda. Su ve tuvalet ise ücretsiz J
Biraz daha
ilerleyip Şirok ‘u kesen Golçev Caddesi'ni de aşınca daha canlı bir kısma
ulaşıyorsunuz. Golçev Caddesi'nde pek bir şey yok. Bir iki can canlı mağaza vb.
Solda daha güzel görünümlü (ve pahalı) restoranlar var. Pek çok elçilik binası
da bu tarafta. Bunların arasında bizim elçilikte bulunmakta. Yolun karşısında
ise Katolik kilisesi var. Fakat iki kez girmeyi denememize rağmen kapısını açık
yakalayamadık.
Caddenin bittiği yerdeki büyük meydana ulaşıyoruz. Ortada
içinde su olmayan ve etrafında tıpkı Selaniktekiler gibi Makedon falankslarının
yerleştirilmiş olduğu büyük bir havuz var. Arkasında kapısı kapalı olan,
kubbeli, tek minareli Yeni Cami 1558 ‘den beri burada. Solda ise üzerine zoraki
bir haç kondurulup iğrenç renklere boyanmış Osmanlı yapısı saat kulesi
bulunmakta. Kule ilk kez 1664 ‘te dikilmiş.
Bu meydanda doğu
ile batı gene bir akarsu ile birbirinden ayrılıyor. Yolun ötesinde camileri,
çarşıları ile Turska Mahala yani Türk mahallesi. Suyu aşıp bedesteni şöyle bir
geziyoruz. Meğer 1950 ‘lere dek tüm bu alanların hepsi çarşılarla kaplı imiş.
Ama meydan çalışması adı altında hepsi yıkılmış. Su da çeşitli boylarda
alabalıklar yüzmekte daha doğrusu akıntıya karşı koyup durmaya çalışmakta.
Setler yapılmış suyun içerisinde. Eşimin “bu balıklar geri gitmiyor mu bu
setlerden” sorusuna verebilecek bir cevabım olmadığından duymamazlıktan
geliyorum.
Çarşılara varıyoruz. Bir iki katlı basit dükkanları
geçiyoruz. Aslında alınacak, bakılacak pek bir şey yok. Artık gözlerimiz sadece
bir Türk dükkanını, herhangi bir dükkanda satılan her hangi bir Türk malı ürünü
arıyor.
Buranın bitpazarı
görünümlü kısmına giriyoruz. İlk bölümde incik, boncuk, takı vb satan tezgahlar
var. Tezgahların birinin başındaki kadın bizimle Türkçe konuşmaya başlıyor.
Artık çok az Türk kaldığını söylüyor şehirde. Makedonlar Bitola dese de
Arnavutlar ve Türkler için burası hala Manastır. Manastır'ın nesi meşhurdur,
nesi alınır diye soruyoruz kadıncağıza. Gülüyor. “Biz buradaki her şeyi
Bursa'dan, Türkiye'den getirip satıyoruz. Türkiye olmasa açlıktan ölürüz” diyor.
Artık iyice emin oluyorum. Türkiye'yi ayakta tutan bunca insanın duası olmalı,
başka mantıklı gelebilecek tek bir açıklaması yok bence.
Meyve sebze satan kısma geçiyoruz. Fiyatlar çok ucuz. Muz
40, kara üzüm 30, şeftali 45, kavun ise kilosu 7 MD ‘ye satılmakta. Dolanıyoruz.
Herkes ya bize malını satmaya çalışıyor ya da kapkaççılara dikkat etmemiz için
uyarıyor. Tanrıya şükür bir problem yok.
Peynircilerin olduğu tek katlı kısma geçiyoruz. Esnafın
arasında Türkçe bilen tek kişi dahi yok. Buna karşın hepsi bizle yakından ilgileniyor
ve mallarını tattırıyorlar. Öyle küçük bir parça değil verdikleri parçanın
büyüklüğü, gayet bonkörce, koca bir parçayı kesip veriyorlar. Almamanız önemli
değil, gülümseyin, teşekkür edin. Suratlarında mal almadığınız için kızgınlık
yada hayal kırıklığı yok, malı satmak için riyakar hareketler yok. Sadece
peynirlerini beğenip beğenmediğinizin derdinde gibiler. Gerçekten de burada
kötü peynir yok. Çok leziz hepsi. 200 gr kadar, sert, koltuk süngerine
benzer bir kaşar peynirine 100 MD
ödeyerek alıyoruz. Enfes bir peynir. Çarşıyı, sokakları peyniri kağıt helva
yermiş gibi dişleyerek dolanıyoruz. Yürüyerek İsa Bey Camii'nin önündeki banka
oturup yoldaki sebilde yıkadığımız üzümleri yiyoruz. Cemaat çıkarken izin alıp
içeri giriyorum ve dolanıyorum.
1506 ‘da Manastır kadısı İshak Çelebi yaptırmış yapıyı. Çok
büyük bir kubbesi var. Ama dendiği gibi yirmi altı metrelik bir çapın
olabileceğini pek sanmıyorum. İçerisi kalem işi ağırlıklı. Fakat son cemaat
yeri belki de caminin hariminden daha ferah. Burada sütunlar porfir. Ben
çıkınca görevli kapıyı kilitleyerek gidiyor.
Dönüş yoluna geçeceğiz. Sv. Dimitri Kilisesi'ne gitmeden
tekrar suyu aşıyoruz. (Nehir desem değil, dere desem aslında o da değil ama
haksızlık etmeyelim diye su diyorum) Kilisenin giriş kapısı arka sokaktaymış.
Üşenmiyor, gidiyor ve içine giriyoruz. İlginç, farklı ve temiz bir kilise.
Özellikle kapı kenarlarındaki ahşap işçiliği anmadan geçmek haksızlık olur.
Ayrıca yandaki kapının giriş kısmındaki fresklerde çok hoş. Burada da fotoğraf
çekmek yasaksa da görevli gelene dek boş durmadım. Gene de randıman epey düşük
çıkmış.
Burası şehrin
katedrali. Bizimkiler yeni kilise yapılmasına izin vermediği için adamlar var
olan kiliselere eklemeler yaparak çözüm üretmiş. Burada abartmış olacaklar ki
beş şapel, üç apsisli bir kilise haline gelmiş yapı. Tabii burada
imparatorluğun zayıflaması, başta Rusya olmak üzere dış baskılar nedeniyle
kaynayan halkın davranışlarına göz yummakta yatmakta.
Dönüş yolundayız. 14:30otobüsüne yetişiyoruz. (200 MD) Gerçi
15:30 ‘da da Ohrid ‘e otobüs var ama yapacak bir şey kalmadı.
Gardan binen pek yolcusu olmasa da otobüsümüz Manastırdan
çıkana kadar epeyce müşteri topluyor. Ağırlıklı olarak Türk olan bu yolcuların
neredeyse tamamı Resnede iniyor. Yemyeşil yolları kat edip Ohrid garına
varıyoruz.
Hemen bir taksi tutup merkeze gidiyoruz. Adam İngilizce
müziğin en iyisi olduğunu söylüyor. Ben Balkan müziği de iyidir diye
cevaplıyorum. Ufak tefek bir adam olan taksicimiz Makedon ve Arnavut
müziklerine sağlam saydırıyor. Çabuk uyanıyorum taksicimiz Sırp olmalı. “Goran
Bregoviç” diyorum. Sırpların şahane müzik yaptığını ekliyorum ardından. Gözleri
parlıyor. Türk olduğumu öğrenince bizim bu adamlara medeniyeti getirmeye
çalıştığımızı ama düzelemeyecek kadar kalın kafalı olduklarını söylüyor. Gazı
alınca coştu. “Güzel müzik, güzel yemek ve güzel kadın için yukarı git, Belgrat
‘a” diyor.
Neyse ki yol kısa. Bu kez taksi 47 MD tutuyor. Adama bir
yüzlük uzatıyorum. Bozamıyor. Cebimdeki bozukluklar ise ancak 43 MD. Olsun
diyor alıyor parayı. Balkanların silme deli ile olduğunu düşünüyorum.
Ohrid de son akşam. Biraz turluyor erkenden yatıyoruz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız