Sabah güçlü bir şekilde kalkıyoruz. Dünden aldıklarımızla hostelin mutfağında atıştırıyoruz. Geldiğimizde kimse yoktu ama zamanla insanlar birer ikişer damlamaya başlıyorlar. Zararlı kimseye denk gelmedik şükürler olsun.
Çıkıyoruz. Henüz hava tam anlamıyla ısınmamış, dün akşamın
belki de yağışın da etkisiyle serinliği halen var. Her ne kadar iki durak
gideceksekte zorlamadan otobüse atlıyoruz. Ana baba günü dedikleri bu olsa
gerek.
Neden günün bu erken saatinde otobüsteyiz açıklayayım.
Krakow ‘a giden araçlar Wilanow durağından hareket etmekte. Buraya gelebilmek
için önce metroya ulaşmak ve yedi, sekiz durak gitmek gerekiyor. Elimizde birer
kullanımı kalan biletlerimiz var. Metroya girerken kullanmaya çalışıyorum bana
mısın demiyor? Bilet satan yaşlı bir adama soruyorum anlaşılan bir cevap yok. Eşimi turnikelerin orada bırakıp çözüm aramak
için koşturuyorum. İki metre civarı boyunda iki Litvanyalı genç bana yardım
etmeye çalışıyorlar. Zil zurna sarhoşlar. Demin gittiğim biletçiyle umutsuz bir
kavgaya tutuşuyorlar benim adıma. Benle aynı tepkiyi vererek dükkandan
çıkıyorlar. Şansımızı kiosklardan deniyoruz. İngilizce dil seçeneği var ama
çalışmıyor. Rusça üzerinden çocuklar yardım ediyorlar ama makine bana bilet
vermiyor. Bizim sarhoşlar kiosku biraz dövüyorlar ama değişen bir şey yok.
Neyse ki eşim gelip, acele etmemi, kapıyı açtırdığını söylüyor. Nasıl yaptığını
soruyorum.
“Açın kapıyı” dedim diyor sadece gülerek.
Metronun içi güzel ve temiz. Bindiğimiz araç bir mermi gibi
yol alıyor. Gözlemlediğim kadarıyla insanlar gayet medeni. Güzel ve açık
bayanların etrafında bir gruplaşma söz konusu değil. Herkes sanki dünyasında
sadece kendisi yaşıyormuşcasına sakin bir şekilde oturuyor. Çarptığım
insanlardan usulca özür dilediğimde ise içten bir gülümseme ile anlayamadığım
bir şeyler mırıldanıyorlar.
Varıyoruz. Korktuğum paniklediğim hiçbir şey karşımıza
çıkmadı. Polskibus ‘un durağı metronun hemen çıkışında neredeyse. Polonya'nın
hemen hemen her yerine ve komşu ülkelere ulaşım bu noktadan Polskibus ‘un
hesaplı fiyatlarıyla çözümlenebilmekte. Epeyce
bir bekliyoruz. Otobüslerde gidecekleri yerler yazıyor olmasına rağmen nedense
bir kakafoni hakim ortalıkta. Bizim gibi sağa sola tedirgince bakınan Amerikalı
bir hatunu gözüme kestiriyorum. Kadında önüne gelen yetkili benzeri tipe
umutsuzca sorular soruyor biz bir ağacın gölgesinde kahvaltı niyetine bir
şeyler atıştırırken.
Tahmin ettiğim gibi Amerikalı sonunda otobüsü buluyor. Çift
katlı aracın arkasındaki sıra boş sadece. Biletlerdeki numaralar bir ehemmiyete
sahip değil bu ülkede. İnsanlar eğer bulabildilerse beğendikleri yere oturuyor
arkadakiler ise bizim gibi bulabildikleri yerlere.
Otobüs dıştan görünüşünü tamamen yalanlarcasına, yoldaki her
tümsekte inanılmaz şekilde zıplamayı başarıyor. Öyleki eşimin ve oğlumun
rahatsızlanmasından korkuyorum. Oğlum dünyayı umursamaksızın koyup kafayı
yatıyor.
Şu an adını unuttuğum büyükçe sayılabilecek bir kentte
yolculardan yarından fazlası iniyor. Genelde kapalı ve basık bir gökyüzünün
altında 17 derecede yolculuk ediyoruz eğer otobüsün göstergesi doğruysa. Polonya
doğasında dikkati çeken, ormanlık alanların hoyratça modern dünyaya katıldığı
yada katılmak için hazırlanmış olması. Kırsal bölgelerin hemen yanından
başlayan yapılaşmalar sonradan ortaya çıkan “hızlı” yükselişlere hizmet etmeye
yarıyor olmalı.
Beş saati aşan yolculuk, Krakow terminaline varmamızla sona
eriyor. Güneş tepede. Pırıl pırıl 24 derecede bir sıcaklık ve is kaplı terminal
binası. Fazla oyalanmadan hemen karşıma çıkan ilk turizm standına en büyük
korkum olan Polonya demiryollarının gecikmesi konusunu soruyorum.
-Polonya'da trenler ne sıklıkta gecikme yaşarlar?
- Değişir (depends diyor ama herhalde bunu kastetmiş olmalı)
- Anlıyorum ama sıklıkla mı gecikmeler yaşanır. Beş dakika
mı, on dakika mı, bir saat mi?
-Değişir. (aynı cevap ama) Bazan da vaktinde gelir. Bir kere
Varşova'ya gitmiştim tam zamanında indik.
- Anlıyorum ama bu işin bir ortalaması olmalı. Yaklaşık
olarak bir şey diyebiliyor musunuz? Yarın ki trenimi ona göre güncelleyeceğim.
Cevap çok pragmatik.
“Yarın daha yaşanmadı. Ne kadar gecikme olabilir bilemeyiz bugünden”
Bu diyaloğu eşimle paylaşıyorum. Bunca benzeri diyalogtan
sonra halen ısrar edişime şaşırmış görünüyor. Durmadan Burger King ‘e girip bir
şeyler atıştırıyoruz. İlk defa bir Burger King'te domuz eti ürünlerin
satıldığını görüyorum. Korkarak, tezgahın arkasındaki çocuğun söylediklerimi
kıçından anlamayacağını umarak verdik siparişimizi.
Galeria Krakowska'da dolanmaya başlıyoruz. Burası ana tren
istasyonu ve ana otobüs terminalinin hemen dibinde yer alan epeyce büyük bir
alışveriş merkezi. İçinde yok yok. Fiyatlar bizimle kafa kafaya.
Çıkıyoruz dışarı. Küçük meydanın etrafında ve ilerilerde
tarihi binalar görülüyor. İlerliyoruz kalabalığı izleyerek. Bir alt geçidi
aşıyoruz. Büyük futbol turnuvası nedeniyle ülkenin tüm ulaşım hattı ve binaları
yenilenmiş. Hiçbir yere sapmaksızın yola devam ediyoruz. Barbakan denen savunma
burcunun arkasındaki kapıdan girip Florianska Caddesi boyunca yürüyoruz.
Yüzyıllar önce atalarımdan birinin meşhur oku savurduğu nokta burası.
Gerçekten çok hoş bir cadde burası. Turist kaynıyor adeta.
Hiç oyalanmadan Sn. Mary Katedrali'ni gerimizde bırakıp ana meydanı
çaprazlamasına kat edip hostelimize geliyoruz. Ana meydana yakın, sevimli basit
bir yer. Soluklanıp sokağa çıkıyoruz.
Efsaneye göre Krak isimli bir kral tarafından kurulmuş
Krakow. Eski slav dillerinde “krak” kutsal bir ağaç olan meşeye denk
geliyormuş. (Tıpkı Dubrovnik ‘in isim kökeni gibi). Buradan türemiş başka bir
rivayete göre.
1038 ‘de Polonyalılara başkent olmak üzere Vavel Tepesi'nin
orada kurulmuş. 1241 ‘de bizimkiler geçerken bu şehre de uğramışlar. Pek de iyi
hatırlanmıyor. 1259 bunun tekrarlandığı yıl olarak karşımıza çıksa da 1287 ‘de
şehir surları bu son akını kırar.
3. Kazimerz döneminden itibaren tekrar parlamaya başlar.
Arada gene şehir çeşitli milletlerce yoklanmaya devam etmektedir. Tatarlar,
İsveçliler arada gelip giderler. En son veba da şehre misafir olup yanında
aldığı canlarla gidince 1596 ‘da başkent Varşova'ya nakledilir.
Artık Polonya etkin değil edilgen bir devlettir. Avusturyalılar,
Prusyalılar ve Ruslar tarafından defalarca işgal edilir. Gene de tarihi ve
önemli bir kenttir. Öyle ki ikinci dünya savaşı dümdüz etse de tekrar
toparlanır.
Şehrin kalbi olan ana meydan ki buraya Rynek Glowny de
denmekte 1257 yılında kurulmuş.
Elbetteki o zaman ki işlevi bir Pazar meydanı olmakmış. Nazi işgali sırasında
adı “Adolf Hitler Meydanı” olarak değiştirilmiş. Meydanın altında da galeriler
ve tüneller varmış. Meydanın ortasında bir pazar binası var. 14. yy da yapılan
ilk bina yanınca 16. Yy da İtalyan bir mimara tekrar yaptırılır. Harika bir
yapı.
Köşedeki çan kulesi ise ilginç. Üçüncü katına kadar çıkış
mümkün. Dahasına izin verilmediği için girmedim. Pazar binası dediğim yapının
öteki tarafında Adam Mickliewitz ‘in bir heykeli var. Çok sayıda fotoğraf
çektim ama heyhat. Olmayınca olmuyor işte.
Meydandaki en önemli yapı Sn. Mary Katedrali. Bina mimarisi
kadar tarihi ile de ve yaşattığı geleneği ile de ilginç. Çok eski tarihlerde
var olan yapı Tatar akınları sırasında yakılmış. Günümüzde “Haynav” denilen ve
1392 ‘den beri sürdürülen bir gelenek var. Her saat başı, Krakow itfaiyesinden
görevliler katedralin sol kulesine çıkıp trompet çalmaktalar. Oldukça prestijli
bir işmiş. 1241 işgalinde, kuledeki nöbetçi Tatarların geldiğini fark ederek
alarm borusunu öttürmeye başlar ve baskını önler. Barbakan ‘ın hemen önünden
süvari okunu savurur ve bir rivayete göre nöbetçiyi dizinden vurup yaralar, bir
başkasına göre ise gırtlağından vurarak öldürür. Melodi günümüzde bile
nöbetçinin vurulduğu ana dek sürüp aniden kesilmekte. Harika bir gelenek. Gerçi
bunu araştırıp sonradan uydurulduğuna dair çok sağlam deliller bulanlar var ama
işin içinde Tatarlar olunca ben ilk versiyonu gerçek kabul etmeyi tercih
ediyorum. Gerçi şehirdeki tüm efsaneler Tatar işgali dönemlerine ait neredeyse.
Kiliseye giriş paralı ama biz dalıp girdik. Fotoğraf
çekmekte yasak ama bir Tatar olarak bu şehirde pek bir izin almam gerektiğini
sanmıyorum :) . Şaka bir yana, kilisenin içi şimdiye dek gördüğümüz en harika kilise idi.
Dışarı çıktık. Yarın ya tuz madenlerine gideceğiz yada
Auschwitz Toplama Kampı'na. Aslında ikisine de bir gün içinde gitmek için bir
kontak kurmuştum ama geçen günler içinde bir türlü kontak kuramadığım için
herhalde adam küfür ederek konuyu kapatmıştır. Akıl almak için yolda tur
satmaya çalışan çocuklardan birine sordum. Üşenmeden uzun uzun anlattı ve daha
fazla bilgi için ofise gitmemi önerdi. Florianska Caddesi'nin Barbakan'a doğru
giderken soldaki son binasının giriş katındaki ofis. Gerçekten en ucuz, en hesaplı
ve güvenilir firma oldu. Uzun bir konuşma oldu.
-“Bayım, bir günde ikisini birden yapamazsınız. Yanınızda
eşiniz ve bu kadar küçük bir çocuk varken toplama kampını önermem. Uzun ve
güzel bir gezi yapmışsınız, sonunda can sıkıcı hatıralar olmamalı”
İkna oldum. Adam üşenmeden tüm seçeneklerini anlattı,
varyasyonları döktü. Daha pahalı olan toplama kampı turu yerine Tuz Madenini
önerdi. Şehri gezerken neredeyse tüm firmaları
dolandım ama en ucuz tur bu. İki büyük ve bir çocuk için 265 zloti
ödedim.
Yarın tamam. Artık gönül rahatlığı ile gezebiliriz. Öyle de
yapıyoruz. Önce Pijarska Sokağı üzerinde bir market bulup yükleniyor ve
muhteşem, harikulade, fevkalade tiyatrosuna ulaşıyoruz. Biraz ileride, yolun
solunda başka bir kilise daha var. Yüksek bir kulesi var. O kadar çok kilise
var ki isimleri artık hatırlayamaz oldum.
Tekrar meydandayız. Sn .Mary Katedrali'nin kulesinin önündeki
kalabalık, havada otururcasına duran bir kızı seyrediyor. Kız nasıl havada
duruyor anlamak mümkün değil. Oğlumla kuleye yarın çıkmaya karar veriyoruz.
Meydanda bir kuklacı var. Normalde kuklacıları pek sevmem
ama bu adam bambaşka. Elton John kuklası arka palanda çalan şarkıya ağzı ile
bile inanılmaz bir şekilde eşlik ediyor.
Elviste öyle. İnanılmaz bir meydan. İleriden uzun bacakları üzerinde birileri
bize gülümseyerek geçiyor.
Yola devam. Wavel Kalesi ‘ne doğru ilerlerken Sn. Peter ve
Pol Kilisesi'ne giriyoruz sadece. Çok güzel, İtalyan tipi bir kilise. 1600 ‘lü
yılların başında bir Cizvit Kilisesi olarak yapılmış.
Wavel Kalesi ‘ne varıyoruz ama gezecek çok bir vaktimiz
kalmadığı için girmiyoruz. Aslında çokta istekli değilim gezme konusunda. Ne de
olsa 1683 bozgununda bizden alınan ganimetler arasındaki otağlar burada
sergileniyor. Yenilginin anılarını görmek istemiyorum, yüzleşemiyorum.
Wavel Kalesi uzunca bir süre Polonya'nın kalbi olarak Orta
Avrupa'nın yönetildiği yer olmuş. 1333-1370 arasında 3. Kazimerz tarafından
yaptırılmış. 3.Kazimerz hemen hemen her yerde karşımızda çıkmakta. Zaten “Büyük
Kazimerz” olarak anılıyor. Polonya Kralları'nın yaşadığı yer olduğu gibi
ölülerinin de istirahat ettiği mezarlarının da bulunduğu yer. Gelmeden
izlediğim belgesellerden gözlemlediğim kadarıyla içerisinde yoğun bir İtalyan
etkisi var.
Ama gene de kalenin etrafını dönerek nehre ulaşıyoruz. Burada
bir ejderha heykeli var. Kimi zamanlar ateş püskürüyor. Heykelin yanından
dönerken gürültülü bir şekilde ateş püskürdüğünde oğlum epey ürktü. Bu anıtın
arkasında Canavarın Mağarası denilen yerel adı “Smocza Jama” isimli bir mağara
var. Efsaneye göre, şehrin efsanevi kurucusu Kral Krak zamanında bir canavar
insanları yer, evleri yıkar, tarlalara ve ürünlere zarar verirmiş. Kral buna
artık bir son vermek istese de canavara giden tüm askerleri, şövalyeleri
canavarın zehirli nefesinin kurbanı olurlar. Halk canavarın dehşetini
dindirebilmek için bakire kızları kurban verirler. Kralın Wanda adında bir kızı
vardır. Kral canavarı alt edene kızını vereceğini söyler. Nice kahramanlar
gelir ama nafile. Sonunda Skuba adında bir ayakkabıcı gelir. İçi sülfür dolu bir
koyunu yedirir yaratığa. Canavar susar ve Vistül Nehri'ne koşar. İçer, içer.
Nehrin yarısını içmiştir ki patlar. Kral ise sözünü tutar ve kızını verir.
İşte bizler ve aylak aylak takılan yerli halk bu kahraman
Skuba sayesinde burada takılıyor ve gün batımını seyrediyoruz.
Buradan Kazimerz taraflarına biraz gittik. Dönüşte, önceden
aklımıza takılan dondurmacılardan birinden dondurma aldık. Harika. Polonyalılar
esnaflıkta iyiler ve bonkörler. Yolu Krakow'a düşenler dondurmacılara
uğramalılar.
Karanlık şehri kapladığında son bir kez daha meydana gittik.
Şaşırtıcı derece bir kalabalık var hala. O sırada kuleden bir borazan sesi
geliyor. O curcunayı bir ara yırtıyor ama sonra sessizce kayboluyor. Türk bir
baba ve onun oğlu da borazan ile beraber zafer naraları atıyor.
0 Yorumlar
Yorumlarınız