Gece pek uyuyamadım doğrusu. Şaşırtıcı bir şey değil aslında. Sanırım otobüs Berlin'e dek gittiğinden olsa gerek bindiğimiz en iyi araç ile seyahat ettik. Dokunmatik ekranlı, gps ‘li, internetli çılgın ekranında biraz vakit geçirdim.
Vilnius'tan sonra bir saat kadar ilerleyerek ışıklar içindeki
Kaunas ‘a ulaştık. Basketin başkenti, aslında gezilebilir bir yerleşimdi burası
da. Olmadı, başka sefere olur mu, göreceğiz.
Polonya'ya girdik. Girdik ama sınırda bir kontrol yok. Sınırı
aştıktan bir saat kadar sonra polis tarafından durdurulduk. Görevli,
pasaportumun üzerinde artık neredeyse görünmez olmuş ay yıldızı görmek için
epeyce bakındı. Sonra pasaportumun kapağını bile açmadan “Türk?” diye sordu ve
gülümseyerek pasaportumu iade etti. "Bakılmayacaksa neden uyandırıyorlar?" diye
hayıflanan eşim ve uyku sersemi oğlum vızıldanadururlarken tekrar yola
koyulduk. Gecenin karanlığında pek çok şehri geçtik. Katedrallerin tıpkı bizdeki
camiler gibi aydınlatıldığı dikkatimi çekti. Tur planımda gözümü en çok
korkutan ülke olan Polonya hakkındaki fikirlerim değişmeye başlamıştı.
Varşova'ya girdik 5 sularında. Sabahın kör saati ama
otobüsler tıka basa dolu. Bakımlı erkekler, makyajlı hatunlar araçları
doldurmuşlar ama günün bu erken saatinde dahi tek bir tanesi bile uyku sersemi
değil. Sokaklarda işe gitmek için koşturan, köpeğini vb gezdiren insanlar… Hepsi
bakımlı ve dinç görünüyorlar. Geçip geldiğimiz diğer ülkelere göre erkek nüfusu
biraz daha fazla. Baskın değil sadece biraz daha fazla. (Not: http://en.wikipedia.org/wiki/Tourist_attractions_in_Warsaw
Bu link epey faydalı olacaktır kanımca)
Otobüsün ineceği yer için google map iki tane yer
gösteriyordu. İkisi arasında 2 km kadar bir mesafe var. Ama gerçek nokta ana
otobüs ve tren istasyonunun hemen yanı imiş. Haybeye korkmuşum. Sol tarafta
Stalin ‘in şehre hediyesi devasa heyula Kültür ve Bilim Merkezi Binası'nı istemesem
bile görüyorum. Ama yeni yeni yükselen güneş yuvarlak bir portakal gibi ufku
kaplıyor. Ömrü hayatımda ikinci kez görüyorum bu manzarayı.
İndik araçtan. Saat 5:30 aşağı yukarı. Bu saatte açık hostel
var mıdır? Para bozduracağım ama bende “kalantor” ile çağrışım yapan “kantor”
henüz açılmamış doğal olarak. Sıralarda uyaklayan, sere serpe uzanan kadın
erkek, genç yaşlı insanlara bakınıyoruz. Kantor açılır açılmaz 20 euro bozdurup
73,40 zloti alıyorum. Kantor kadın sanırım 20 euro verdiğim için bense oldukça
az para verdiği için birbirimize kızgınız. İlk açılan büfeden kahvaltı için
atıştırmalık bir şeyler tedarik edip yemeğe koyuluyoruz. (30,40 zloti)
Az sonra gişelerde açılıyor. Hazır açılmışken Krakow –
Varşova trenini de halledeyim diyorum. Gişelerde rehberlere göre sağır ve
dilsizlere bile hizmet eden çalışanlar vardı. İngilizce bilen birisini bile
bulamadım. Sıradan bir bey yardımcı olmaya çalıştı ama gişedeki kadınlarla
bağrışmayı başlayınca “Allah yardım etsin” dercesine bir ifadeyle yanımdan ayrıldı.
Konuşarak anlaşamayınca şekiller ve piktograflar ile derdimi anlatarak bileti
alabildim. (3 kişi 127,56 zloti)
Deli olmuştum. Bağıra bağıra küfür edince eşim tarafından
güçlükle sakinleştirildim.
Çıktık dışarı. Bu saatte hostele alınmayacağımızı bildiğimizden
en azından çantayı bırakır gezeriz diyoruz. Kalacağımız yer olan Moon Hostel
bulunduğumuz yerden iki, üç durak ötede. Hemen bir bilet alıyoruz. Varşova'da toplu
taşımada zone kavramı var. Buna göre iki tip bilet var. Biri sadece merkezi
yerlerde kullanılabiliyorken diğeri ile taşra sayılabilecek kısımlara da
gidilebiliyor. Tabi, fiyatları da farklı. Adam başı 3,60 zlotiden iç hat
biletleri alıyoruz. Okuttuğunuz andan itibaren iki kez kullanabiliyorsunuz.
Unutmadan ekleyeyim, Varşova'da, otobüs duraklarında, binilen araçların uğradığı
tüm durakların yazılı olduğu listeler mevcut. Zaten otobüs içinde de bunlardan
var ve sesli uyarı da yapılmakta.
Kısa sürede inip Novy Swiat Caddesi'ne dalıyor ve ilk
sokaktan sağa sapıp Foksal ‘a dalıyoruz. Burası henüz in cin top oynayan ama
günün canlanmasıyla beraber çok sayıda kafenin, kabare, galeri ve tiyatronun yer aldığı, genelde entel dantel
taifesine hizmet veren renkli bir cadde. Burada onarılmış yada onarılmayı
bekleyen art neuveau yapılar genelde otel olarak hizmet vermekte.
Moon Hostel de bunlardan biri. Üçüncü katta, oldukça loş bir
mekan. Genelde orta yaşlı İtalyanlarca işgal edilmiş gibi bir havası var.
Parayı ödeyip (197 zloti) bavullarımızı bırakıyor ve şehrin en havalı caddesi
olan Nowy Swiat üzerinde ilerlemeye başlıyoruz.
Polonya artık bizden bir ülke. Büyük acılar çekmiş, kısa
süreli de olsa parlak günler yaşamış bir ulusa ev sahipliği yapıyor bu
topraklar. Avrupa'yı Türk ilerleyişinden kurtarmış, Moskova'yı ele geçirmiş
Polonyalılar ama fakirlik ve yenilgiler o kadar çok yer kaplıyor ki bu
insanların tarihinde bunları hatırlayan sayısı azdır sanırım. Halkı yardımsever
ve fedakar olarak anılıyor. Polonyalı bir arkadaşım “Dünyanın en aptal
insanları Polonyalılardır. Her zaman herkes Polonyalıları vaatlerle kandırıp
büyük düşmanların önüne sürer ve ancak Polonyalılar tükenince ortaya çıkarlar.
Ve bu hep böyledir ve hep Polonyalılar bunu yapar” demişti. Ki bunu söyleyen
bayan Kırım Hanlığı'nın tarihini neredeyse benim kadar iyi biliyordu ve Türk –
Polonya ilişkileri hakkında bilgi açısından beni defalarca katlayacak bir
bilgiye sahipti.
Polonyalılar yada bizim deyimimizle Lehler Slav ırkından bir
millet. Ama 966 yılında Katolikliği seçip bunu en tutucu şekliyle yaşamayı
tercih etmişler. Bu seçim kendilerini Macarlarla yakınlaştırıp Ruslar gibi
diğer Ortodoks Slavlar ile sorunlar yaşamalarına neden olmuş. Legnica Savaşında
Moğollarca düm düz edilmelerine rağmen sonrasında Jagiellon döneminde
toprakları genişlemiş ve Osmanlılar ve Kırım Tatarları ile sınır komşusu
olmuşlar. Bizim taraf bu komşuluğu çok ciddiye almış olacak ki Polonya
kayıtlarına göre 1474 – 1579 arasında 75 kez ayrı ayrı işgal etmişiz
şehirlerini. Bu arada serpilen Ruslarla da savaşlar başlamış. Bu savaşlar
sırasında ittifak yaptıkları Litvanyalılarla birleşmişler bir süre sonra.
Her gelişmenin ardından büyüyen sınırlar yeni belalı
komşular olarak karşılarına çıkmış. Rusya, İsveç, Kırım ve Osmanlı ve genelde
Kazak isyanları ülkeyi sarsıp hırpalasa da bir şekilde ayakta kalmış Polonya.
1683 yılında imparatorunun bile kaçıp gittiği Viyana ‘yı Jan Sobieski gelip
kurtarmış. Bizim için bir devir kapanmış bildiğiniz gibi. Ama ne gariptir,
Sobieski ‘nin büyük zaferi büyük yıkımın başlangıcı olmuş. Süre gelen savaşlar,
kıtlık, salgınlar ve bozulan ekonomi nedeniyle 11 milyonluk Polonyalı nüfusu 7
milyona kadar gerilemiş. Macarların iki yüzyıl önce yaşadığı süreç Polonyalılar
içinde başlamış artık.
Aradan geçen süre içinde eski dost Avusturya ve daimi düşman
Rusya vurup durmuşlar bu ülkeye ama toprakları Ruslar almış. Tüm Avrupa bakmış
ama görmezden gelmiş bu köklü ulusu. Sadece tek bir millet, savaşmayı, yaşamayı
ve ölmeyi bilen bir millet yani biz, Türkler kaçan Polonyalılara kapılarımız
açmışız. Rusun, Nemçelinin ve türlü sütü bozuğun tehditini kaale almadan,
açtıkları savaşları kazanıp yada kaybedip sığınmacıları korumuşuz. İstanbulda
elçiler kabul edilirken Sultan “Lehistan sefiri nerededir?” diye sorar görevli
ise “Yoldadır sultanım, gelmek üzeredir” diye cevap verirmiş her seferinde. Bu
diplomatik lisanda “Polonya'nın işgalini tanımıyoruz ve Polonya'nın
bağımsızlığını destekliyoruz” anlamına geliyormuş.
Polonyalılar da her namuslu insan gibi sığındığı topraklarda
ellerinden geleni yapmışlar. Osmanlının gelişimi için gerekli bilgiyi paylaşmış
ve olabildiğince hizmet etmişler. Günümüzde İstanbulun dışındaki Polonezköy
işte o günlerde Osmanlıya sığınan Polonyalılara tahsis edilen bir yerleşim ve
halen az da olsa Polonyalı aileler yaşamakta.
Dünya Savaşları da Polonya'ya yaramaz. Gerek ilki gerekse
ikincisi, her ikisi de ülke için yıkım ve ölüm olmuş. Savaş sonrası komunizm
baskısıyla ezildi ülke. Çocukken Lech Walesa ismi ile anılırdı bu ülke.
Baskılara karşı, Gdansktaki tersane işçilerinin başında direniş yaptı, türlü
acılar çekti. Ama komünizm def edildikten sonra ülkenin ilk başkanı oldu ve
Avrupa Birliğine giden yola taşıyıp köşesine çekildi.
Neyse, günümüzde ülke AB üyesi. Bu daha çok dışarıdan
yatırımın gelmesini ve Polonyalıların diğer ülkelere gidip kolaylıkla iş
bulabilmesine vesile olmuş.
Nowy Swiat “Yeni Dünya” demek. Kral Yolu denilen ve
güneydeki saraylar ile kuzeydeki sitadel arasında kalan ana caddelerden biri. Büyük
heybetli binalar yolun her iki tarafını da kaplamış. Alt katları mağazalar,
kafeteryalar yada marketlerle dolmuş. Yolun ortasından sıklıkla otobüsler
geçiyor. Öyle ki otobüs sayısı otomobilden daha çok gibi geliyor bir ara.
Bizde kenardaki bir mekanda bir şeyler içmek için duruyoruz.
Güneşli bir Varşova sabahında eşim kahve, bizse baba oğul meyve suyu içiyoruz.
(16 zloti) Su bu mekanda inanılmaz derecede pahalı.
İnsanları izliyoruz. Kadınlar bakımlı ama anlatıldığı gibi
uzun boylu, su gibi hatunlar yok. Eşim gene ezici bir şekilde boy ortalamalarını alt üst
etti. Muhtemelen Polonyada, Türk kadınının inanılmaz derecede uzun boylu olduğunu
düşünen bir kitle oluşmuş olmalı.
Tekrar yola koyuluyoruz. 1620 ‘de küçük bir kilise olarak
inşa edilen, günümüzde Polonya Bilimler Akademisi olarak kullanılan Stasziç
Sarayı ve önündeki Kopernik Heykeli'ni görüyoruz. Hoş bir mekandayız. Hemen
çaprazdaki Kutsal Haç Kilisesine giriyoruz. İki çan kuleli, nefis bir barok
yapı bu. 1526 ‘da burada olan ahşap kilise ağır hasar görünce yenisi yapılır.
İçi hoş, beyaz, ne basit, ne harika bir yapı. Tam bir ibadethanenin olması
gerektiği düzeyde kanımca. Chopin ‘in kalbide bu kilisenin içinde gömülü.
İkinci Dünya Savaşının sonunda sadece iki kulesi sağlam kalmış ama sonra
neredeyse tamamen yıkılın tüm şehir gibi tamamen onarılmış.
İnsanlar buraya gelmeden bizi, Varsova'da görecek pek bir şey
yok diye uyarmışlardı. Anlamıyorum, bizim millet nasıl geziyor. Bir de görecek
bir şey olsa ne olurdu… Harika binalar burada. Üniversitelerin de burada olması kaliteyi
arttırıyor. İlerideki köşede portikolu bir bina, onun karşısında ise heybetli
Karmelit Kilisesi, biraz ileri de kulesiyle Bristol Oteli ve yanıbaşındaki
parkta az bir süre de olsa İstanbulda misafir ettiğimiz Adam Mickliewitz ‘in
bir heykeli.
Görsel şov bitmedi. Aslına bakarsanız başladı bile
diyemeyeceğim henüz.
Burada yol ikiye ayrılıyor. Nispeten daha hoş, ama geride
kalanları unutturmayacak sevimlilikte binalar sıralanmakta sol yakada. Sağ
tarafta ise heybetli Kazanovski Sarayı. İlerlediğimizde Kale Meydanı ve
girişindeki Sigismund Kolonu'na erişiyoruz. 3. Sigismund 1596 ‘da başkenti
Krakow'dan Varşova ‘ya taşımış. Onun anısına bu sütun 1644 ‘te dikilmiş.
Almanlar ikinci savaşta epeyce zarar vermişler ama 1949 ‘da tekrar dikilmiş.
Günümüzde başkanlık rezidansı olarak da kullanılan kaleyi
geçip St. John Kilisesi'ne ulaşıyoruz. Yanında başka bir kilise daha var. Buradaki
dükkanlarda biraz takıldıktan sonra az ilerideki Market Meydanı'na geliyoruz.
Şehrin bir nevi merkezlerinden birisi burası. Etrafında
güzel binalar var. Etrafındaki çok sayıdaki binanın arasında Varşova Tarih
Müzesi, Adam Mickliewitz Müzesi gibi güzel yapılar var. Binaların üzerlerindeki
süslemeler İtalya'daki meydanlarla benzerlik kurmama neden oluyor. Meydanın
ortasındaki havuzda ise üstsüz bir denizkızının yer aldığı bir çeşme var. Elindeki
kılıç ile oldukça itici bir izlenim uyandıran bu denizkızı şehrin simgesi. Yıldız
magnetçileri dolanırken bende fotoğraflarını çekmemi isteyen gençlerle
uğraşıyorum. Çıkardığım işten o denli memnunlar ki karşımıza çıktıkları her yerde
durup teşekkür ettiler. İroniye bakın, Polonya'da, belki de en iyi
fotoğraflarımı çektim ama heyhat birini bile görebilmek nasip olmadı.
Bir adım ötede Barbican denilen içkaleye ulaşıyoruz. Kırmızı
kiremitten, savunmadan çok görsel amaçlı gibi inşa edilmiş. Mete burada koşup
duruyor, biz ise, efendice mallarını satmanın uğraşındaki esnaf ile
konuşuyoruz. Sakin insanlar bu Polonyalılar.
İlerideki Dominikan Kilisesi'ne giriyoruz. Hava iyice ısındı.
Kiliseler serinlikleri ile kurtarıcı oluyor. İkinci Dünya Savaşı'nda içinde
yüzlerce insan sığınmış dua ederken bir Alman bombası düşer buraya ve üçyüz
kişiyi öldürür. Kiliseyi de yok eder. Savaş sonrası aslının aynı şeklinde
onarılan başka bir yapı daha kısacası.
Yol üzerindeki bir markete giriyoruz. Marketlerde fiyatlar
oldukça hesaplı. Özellikle taş gibi şeftaliler ülkemin yarı fiyatına. “Nerede
yıkarız?” sorusuna cevap bulamadığımız için almadık. Zaten eşim bu ülkelerde
çeşme olmamasına takmış durumda. İlk köşeyi döner dönmez sağdaki küçük meydanda
ilk çeşmemize denk geldik. Hayat ne kadar da sürprizlerle dolu.
Burada St. Kazimierz Kilisesi var. 1688 ‘de Kotovski Sarayı
olarak yapıldıysa da Benediktenlere bağışlanmış. İçi, içine gireni pişman
edecek kadar sade. Aslında, eski fotoğraflara baktığımda harika bir rokoko yapı
imiş. Bombardıman sonrası tekrar inşa ancak bu kadar toparlayabilmiş yapıyı.
Hemen yanında ise St. Hyacinth Kilisesi var. Savaş
olmasaymış ne olurmuş dedirtiyor eski resimler. Ama en güzel görünüm ilginç
isimli, "Kutsanmış Bakire Meryem ‘in Görünümü Kilisesi". 1410 ‘da ana bina, 1518
‘de çan kulesi yapılmış. İçine giremiyoruz.
Yanından geçip Visla Nehri ‘ne bakan bir bayırın yamacında
uzanıyoruz. Ayakkabılarımı çıkarıyorum, oğlum hemen beni takip ediyor. Aşağıya
inen çok sayıda merdiveni deneyecek cesaretimiz ve enerjimiz yok.
İleride yaşlıca bir adam slip mayosu olduğu halde havuzun
içine girip biraz oturuyor ve çıkıp güneşlenmeye başlıyor kenarda. Rehber
kitabıma göre bu parkta yazın su ve ışık gösterileri yapılıyormuş. Biraz
soluklanıp aşağıya iniyorum. Oğlum gelmek istese de annesinin yanında olmasını
istiyorum. Çimenlerin üstü her yaştan çok sayıda güneşlenen hatun ile kaplı.
Erkek azınlık ise istisnasız yaşlılardan oluşmakta. Kadınlar ise sere serpe.
Kimsenin kimseye baktığı, aldırdığı yok. Tamam gençler neyse de yaşlılar
gerçekten dimağı zorluyor. Fazla oyalanmadan ailemin yanına çıkıyorum.
Karşımda Visla Nehri. Krakow ve Varşova'dan geçen ve ülkeye
hayat veren ana damar bu. Bizde Vistül olarak geçmekte. Polonyada “Türk atları
Vistül den su içmedikçe Polonya kurtulmaz” diye bir söz var. Aslında daha
doğrusu bir kehanet bu. Ukraynalı bir kahin bu sözü söyler. Osmanlı,
Polonyalılara destek verdiği için bir umut vardır ama ortada gerçeklerde.
Türkiyenin ve Türk ordusunun hali malumdur. Ama kahin de bilinen biridir. 1916
yılında Türk ordusu Galiçya cephesinde savaşmak için buralara gelir. Kehanetin
ilk ayağı tutar; Türk gelmiştir. İkinci ayağının gerçekleşmesi de pek beklemek
gerekmez; 1918 ‘de Polonya tekrar bağımsız olur.
Ha, sokaktaki gençler bu sözleri bilmiyor. Parktaki Sobieski
heykeli kimin, Adam Mickliewitz kim ondan da bi haber? O nedenle bu söz uydurma
demeden önce araştırmakta fayda var.
Gençlerin bildiği bir söz var. Çok geciken kişiler için “Rus
ordusundan mısın?” denirmiş. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanları kovalayan Rus
ordusu nehrin karşı kıyısında yer alan Praga semtinde konuşlanır. (Ki bu semt
şehrin günün her saati en sakat semti olarak anılmakta) Almanlar geri
çekilirken şehri yakıp yıkar ve en başarılı oldukları olan sivil katletme işine
var güçleriyle koyulurlar. İnsanlar öldürülürken Ruslar karşı kıyıdan sadece seyrederler.
Ne de olsa ölenler tarihi düşmanları Polonyalılardır. Zamanı gelince
Almanlardan kalanları kendileri haklayacaklardır.
İlerliyoruz gene. Sitadel denilen ana kale var ileride. Bir
şey var mı yok mu içerisinde bir fikrimiz yok. Zaten haritaya göre epeyce
yakında olmalı.
Ama yakında değil. Epeyce yürüyoruz. Yoldaki bisikletli
çifte soruyorum görmeye değer bir şey var mı diye. “Yok” diyor. Dönüyoruz. İki
üç dakika geçmeden aynı genç yolumuzu kesip özür diliyor ve içeri de bir iki
yapı olduğundan bahsediyor.
Gelmişken gidelim diyerek tekrar dönüyoruz. Arkadaki kapı
kapalı, aracının içinde yatan taksici girişe kadar 10 zlotiye götürebileceğini
söylese de umursamıyorum. Kırmızı tuğlalı yapının bu kısımları askeriye
tarafından kullanılıyor olmalı ki pek çok uyarı levhası var.
Devam ediyoruz yola. İleride kalenin kapısı nihayet
görünüyor. Ağaçların arasında bizimkileri bırakıp görecek bir şey yoksa
gelmemelerini gerekirse çağıracağımı söylüyorum. Onlar otururken ben giriyorum.
Bir numara yok. İleride bir binalar, girişin sağında düzenli bir şekilde
yerleştirilmiş ama her hallerinden varlıkları çoktan unutulmuş mezar taşları ve
hemen girişin solunda bir anıt benzeri yüzey var. İleriden gelen köpek
havlamaları girmemin, ötelere gitmemin anlamsızlığını da haykırdığından
dönüyorum. Kapıda bizimkilere gelmesinler diye el hareketleri yapıyorum onlar
ise ”gel” dedim sanıp koşuyorlar. İçeri girmiyorlar ama kapının hemen girişinde
çimenlere uzanıp yatıyoruz bir yarım saat. Yorulmuşuz.
Kuzeydeki en uç noktamız burasıydı. Artık dönüş yolundayız. Ana
caddeye gelene kadar yürüdüğümüzde ne kadarlık bir yolu gereksizce gediğimizi
anlıyoruz. Konviktorska Caddesinden gidip Walowa Caddesi'ne giriyoruz. Haritaya
göre üzerinde bana göre haçlar, eşime göre antenler olan bir bina var. Bulamadık.
Aradaki küçük bir parktaki yaşlı ninelere sordum ama İngilizce bilen yok.
Haritadan gösterdim anlayan yok. Ama iki kadına sormuştum; yem atılmış tavuklar
gibi sağa sola koşturup seslenip diğer yaşlı kadınları da çağırdılar ama sonuç
çıkmadı. Şunu anladım. Bize İran'da anlatılan ama görmediğimiz, inanılmaz
derecede yardımsever insan portresi Polonya'da bir gerçek. İnsanlar yardım
istediğinizde ellerinden geldiğince yırtınıyorlar. Genelde istediğiniz sonucu
alamıyorsunuz ama gerçekten yardıma ihtiyacınız olduğunda, mesela düşüp
bayılsanız insanların size koşup yardım etmeye çalışacağından bir şüpheniz
kalmıyor.
Yürüyerek Ogrod Parkı'na varıyoruz. Eşim yorgun görünüyor.
Mete de adım atamayacağını söylüyor. Onu taşırım, problem değil. Ama haritaya
göre otel ile aramızda epeyce ama epeyce mesafe var. Bir otobüs yaklaşıyor.
Allahtan Varşova Belediyesi otobüs duraklarının duvarlarına hangi hat hangi
duraktan geçer diye yazmış ve Allah'tan bu tip detayları unutmayan bir kadın ile
evliyim. Apar topar, tam da kapıları kapanırken içine atladığımız araç küçük
bir şehir turu yaptırıp bizi Foscal'da indiriyor. Ama, hep dediğim gibi soru
sorduğumuz herkes gerçekten içtenlikle, ellerinden geldiğince yardımcı
oluyorlar.
Ortalık canlanmış. Kapısında kısa etekli kızların broşür
dağıttığı lokantaya giriyoruz. Burada “dumpling” denilen mantıyı andıran ama
elbette ki bizim mantının eline su dökemeyecek, yavan bir yemek yiyoruz.
Karnımız doydu ve sadece 70 zloti ile atlattık bu vartayı. Ardından, yarım
saatten biraz fazla bir süre önce yorgunluktan sefilleri oynayan biz değilmişiz
gibi dükkanları gezmeye başlıyoruz. Türkiye ile kıyasladığımızda ise her zaman
ki gibi ürün skalası daha geniş ama fiyatlar daha düşük.
Otele dönüyoruz. Harika bir odamız var. Yok böyle bir şey.
Bir hostelde böyle bir lüksü beklemiyordum. Hemen yıkanıp biraz uzanalım
diyoruz.
Bizimkiler halen biraz daha uzanıyorlarken balkondan gelen
tıkırtılarla uyandım. Hafiften yağmur atıştırıyor. Bulunduğum yükseklikten
kalacak yer arayan turistleri, yağmuru pekte takmaksızın oturdukları yerde
etrafı kesen insanları seyrediyorum. Karşımdaki heybetli bina da sanırım yakın
gelecekte bizim hostel gibi pek çok mekanı bünyesinde bulunduracak şekilde
elden geçirileceğini gösteren emarelere sahip. Bizdeki benzerleri yıkılmayı
beklerken buradakiler olabilecek en iyi şekilde değerlendirilmekte.
Herkes uyanınca akşam yemeği için dışarı çıkıp marketleri
dolanmaya başlıyoruz Foskal ‘ın arka sokaklarında. İnsanların ortak özelliği;
İngilizce bilmemek ve yardım etmek için yırtınmak bu şehirde.
Alışveriş sonrasında odamıza çıkıp yemeğimizi yiyor ve
standartlarımızın dışına çıkarak bu kez Nowy Swiat ‘ı turlamaya başlıyoruz.
Artık ortalık ana baba günü ve hafiften bir defile moduna girmiş. İlerideki bir
markette Türk malı çikolata ve şekerlemeleri görüyoruz. Süt ürünlerinin yanında
ise ayran. Ayran kutusunun üzerinde Lehçe Türk Ayranı yazıyor ve kapağında,
kalpağı yana kaykılmış, çapkın bakışlı, kaytan bıyıklı bir surat var. Demek ki
Polonyalı halen bizi bu şekilde hatırlıyor. Yorulana kadar dolaşıp odamıza
çıkıyoruz.
Tablette, gelen maillere bakarken daha önceden bakmadığım
bir mail dikkatimi çekiyor. Varşova-Vilnius otobüsü yarım saat öne çekilmiş.
Varşova'ya Krakow'dan gelişimiz ile araca binişimiz arasında sadece 50 dakika
vardı ve şimdi 20 dakika kalmış oldu. Beni bir telaş alıyor. Hosteldeki görevli
çocuk Polonya'da trenler gecikme yapmaz dese de gece bana haram oluyor.
0 Yorumlar
Yorumlarınız