Takip Et

8/recent/ticker-posts

Kütahya

Konaklayacağımız otel Söğüt'te. Yıllar önce bir gezi planımda yer verdiğim ama bir türlü yolumun düşmediği küçük ama manevi açıdan önemli bir kasaba idi burası. Bir saati aşan, kimi zaman dolambaçlı yolları aştığımız bir yolculuk yaptık. Sağda solda buzlaşmış kar katmanları ve onlardan eriyen kar sularından oluşan küçük dereleri geçtik. Nisan ortası Mayıs gibi nasıl bir manzara olur bu yolda hayal edemiyorum.

Söğütten bahsedeyim. Birkaç çadırdan bir cihan imparatorluğuna gidilen yolun başlangıç menzili burası. Türklerin bir kolunun güvenle nefes alıp da tamam sıra bizde deyip yola koyulduğu yer. Yüzlerce yıl harta gelmeyen  ta ki 2. Abdülhamit başa geçip kurtuluş yolları ararken özünü aradığı ve burayı bulduğu kasaba. Öyle ki sultan sadece Türklerden oluşan koruma birliklerinden birini Söğüt Alayı adını bile vermiştir.

Sabah kaçtı hatırlamıyorum ama rüzgarın duvarları döverken çıkardığı ses uykumu böldü ve sonrasında da bir türlü uyku tutmadı. İçimden bizim dedeler huzurlu bir uyku bulabilmek için  muhtemelen buradan ayrılmış önüne geleni kese kese Viyana ‘ya kadar ulaşmışlar.

Burada Ertuğrul Gazi ‘nin bir türbesi var. Kuruluş döneminin tüm savaşçı kişiliklerine ait mezarlar var. Muhtemelen bunlar temsili taşlar. Ardılları Osman ve Orhan Gazi'nin mezarları Bursa'da, bizim dede efendi Akçakoca Bey ‘in türbesi ise Kerpe yolunda idi. Gene de bir nevi imparatorluk mezarlığı diyebileceğimiz bir yer.

Yunan işgali sırasında Yunan askerleri türbeye ateş etmiş. Pencere pervazlarında halen kurşun izleri görünmektedir. Türbenin içinde ise imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilmiş toprak keseleri de var. Anlayana, hatırlayana ibret elbet…

Neyse ki geçmişini unutmayan birileri her sene kuruluş şenlikleri düzenliyor da halk özünü, geçmişini, kökünü hatırlıyor.

Yola koyulduk. Değişik ve vahşi manzaraları aşıp Kütahya'ya doğru ilerlemekteyiz ama yol üzerinde çeşitli oklar var. Bilene, hatırlayana çok şey anlatan, çağrıştıran önemli yerlere giden yollara işaret eden yollar. İnönü Savaşları'nın, Büyük Taarruz ‘un çeşitli aşamalarının geçtiği bölgeler bunlar. Düşünüyorum, gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum. Araçla geçtiğimiz ve nispeten cephe gerisi diyebileceğim bu bölgedeki koşuşturmacayı, umut ve çaresizliği düşünmeye çalıştım. Umutsuzca geri çekilişi, bir adamın inancına sarılan yüzbinlerin umudunu gerçeğe dönüştürmek için sessizce ilerleyemeye çalışan süvarileri ve piyadeleri düşledim. Seri atışlı silahlara karşı mızraklı süvarilerin son zaferine ilerleyen Türk atlılarını, dünyanın en iyi atlarını Anadolu'ya taşıyan ve başarı yakalayamayan karşı tarafı da… Bugün buralarda aylak aylak gezebilmemi sağlayan, dahası yaşıyor olmamızı sağlayan kader mücadelelerinin yapıldığı yerlerin kıyısında ilerledik. Bu mücadeleyi küçümseyip, yok sayan güruhun ülkemde yaşamasının gereksizliğine bir kez daha emin oldum. Söğüt'te yaşayan ve konuştuğum insanların davranış ve sözlerinden bazı şeylerin daha ölmediğini, geçmişe dönük düşüncelerimde romantik davranmadığımı anladım. Görülüyor ki her türlü propogandaya ve halkın özgüveninin kırılmış olmasına rağmen halen Türk ülkesi emperyalist zihniyetin temsilcileri için kolay bir lokma değil.  

İlk durak Aizonai Antik Kenti. Epeydir buraya gelmeyi düşünmekteydim. Günümüzde Çavdarhisar kasabasına bağlı. Çavdar Tatarları denen bir grup burada yaşadığı için en azından adları günümüze bu şekilde gelmiş. Biz Aizonai ‘ye geldiğimizde antik kent şaşırtıcı bir şekilde Unesco Kültür Mirası ‘nın geçici listesine girebilmişti. http://www.aizanoi.com/ şeklinde güzel bir sitesi var. Gelmeden bakmakta fayda var. En azından haritayı kağıda döküp yanınızda taşıyın.

Oldukça sert bir havada ören yerine vardık. Dağınık ama büyük bir yer olduğu anlaşılıyorsa da görünen eğer kazılırsa gerçek değerinin anlaşılacağı şeklinde. Yeni yeni adı geniş kitlelerce duyulmaya başlandıysa da pek çok büyük artısı var.

Bunlardan biri dünyanın en büyük Zeus Tapınağı. Yapı heybetli, güzel. Zaten Aizonai denildiği zaman akla gelen resim arka planında bu tapınağın olduğu, önde üzeri kısmen turuncu likenlerle kaplanmış heykelin olduğu bu görüntüdür.

Tapınağın karşısına ise bulunan mezar ştelleri dizilmiş, sıralanmış. Bir müzeye taşınıp bahçesinde mi sıralanır kerhen yoksa burada yağmurun, karın, fırtınanın insafına mı bırakılacak Tanrı bilir…

Bizimkilerden uzaklaşıyorum. Tapınağa bakınıyorum. Sonra uzaklara takılıyor gözüm; mermer yığınların ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Kimler geldi, kimler geçti kim bilir… Mezarları bile kalmamış gelip geçenlerin… Kızılderililerin dediği gibi toprak kalmış geriye. O nedenle toprak korunmalı. Toprak erozyona karşıda korunmalı, onda gözü olan ite kopuğa karşıda korunmalı. Hem de her ne pahasına olursa olsun…

Tapınağa çıkıyoruz. Ben gelene dek hiçbir yerde Zeus Tapınağı'nın altında bir bölme olduğu yazmıyordu. Varmış. İğreti, her adımda sallanan metal bir merdivenden aşağıya giriliyor. Neden yapıldığı, ne amaca hizmet ettiği bilinmiyor. Tepedeki deliklerden giren gün ışığı kelimelerle anlatılamayacak bir görselliğe sahip ama zeminde biriken sular çoktan buz olmuş. İlginçtir, zeminde de üstü buz kaplı küçük delikler var. Nereden mi biliyorum, yürürken üstüne basıp bileğime kadar buz gibi suya daldım oradan…

Buradan önce odeon ‘u ardından halen sağlam, iş görür Roma Köprüsü'nü geçip tarihin ilk borsa binasına ulaşıyoruz. MS 150 ‘li yıllarda borsa olarak işlem görmeye başlanmış burada, Diocletian döneminde yaklaşık 300 ‘lü yıllarda enflasyon nedeniyle fiyatlar sabitlenmiş. Günümüzde bir zamanlar cami minaresi olarak duran duvara bunun çevirisi asılmış.

Günümüzde borsa olarak gördüğünüz alanda bir zamanlar cami varmış. 1970 yılında olan Gediz Depremi her yer gibi Gedizi de yerle bir eder. Enkaz kaldırılırken orijinal yapıda bulunur. Bu da Aizonai ‘nin bu kısmı için kurtuluş olur.

Günümüze gelirse kasaba tam olarak bir hayalet kasaba görünümünde. İki bin yıllık kalıntılar dahi günümüz köyünden daha sağlam, daha ruh sahibi olarak görünmekte.

Kütahya'ya dönüyoruz. İlk iş olarak Germiyan Sokağı'ndaki bir konakta öğle yemeği yeniyor. Yemek güzel, ortam güzel. Pencereden dışarı bakıldığında, bir zamanlar heybetli bir görünüme sahip olduğu bugünkü yıkıntılarından bile anlaşılan Kütahya Kalesi'nin surları görülüyor.

Germiyan Sokağı, Osmanlı dönemi konaklarının sağlı sollu sıralandığı, yolları engebeli Arnavut kaldırımı halinde sevimli bir sokak. Kütahya'nın bir zamanlar şehzadelerin eğitildiği, önemli bir şehir olduğunun nişanesi bir yer. Bu sokağın başında durduğunuzda, şehrin, iyi zamanlar geçirmiş olduğunu anlıyorsunuz. Ama olurda benim gibi sokağı takip ederseniz işin rengi daha doğrusu binaların görünümü de dramatik bir şekilde değişiyor.

O bakımlı, güzelim yapılar adım be adım ilerlendikçe dökülen, sıvasız, boyasız yüzlü binalarla yer değiştiriyor. Kütahya ve Eskişehir ‘i bu şekilde gezenler genelde Eskişehir ‘i daha çok beğenmekte. Bana göre tarihi açıdan Kütahya, yönetim açısından ise berikisi, Eskişehir diğerinden fersah fersah ötede. Kütahya'da atacağınız her adımda yurt genelinde bizi saran umursamazlık ve aymazlık içinizi titretecek. Neden bu yapılar elden geçmiyor, gerçekten de bakımları bu denli zor mu? Madem zor, öyleyse Beypazarı ve Safranbolu nasıl başardı ve bu başarıyı sürdürebiliyor diye düşüneceksiniz.

Ben böyle düşünedurayım Kütahya Kalesi'ne çıktık. Şehir yöredeki tüm şehirler ile aynı süreci yaşamış.  Roma döneminde temeller atılan kalenin surları üç km den uzun bir boyuta sahip. Günümüzde tepede döner bir kafeterya var. İlginç olan ise kalenin karşısındaki tepe kireç kaplı, dolayısıyla kapalı havalarda tepe sanki kar yağmış gibi görünüyor. Şehrin en meşhur gezgini Evliya Çelebi ‘ye göre kale bir dönemler hapishane olarak kullanılmış.


Kale çok meşhur bir konuğu ağırlamış önceleri. Roma İmparatoru Diogenes Alp Arslan tarafından serbest bırakılınca şehrin yakınlarında yeni imparatorun askerlerince tutuklanır. Kaleye hapsedilir ve Bizans geleneklerine göre bu kalede gözlerine mil çekilerek kör edilir. Çünkü Bizans gelenekleri körlerin tacı takmasına olanak tanımaz. Kalenin meşhur olmayan misafirleri de olmuş. Roma paganistken ilk hristiyanlar buraya sığınmış. Romalılar kaybedecek bir şeyi olmayan bu kitleyle hele bu duvarların arkasında dururlarken savaşmak yerine şehrin istihkakını kesmiş. Fakat işler değişince, başlangıçta önemli bir hristiyan kenti olmuş ama zaman bu önemi insanların kafasından silinip gitmiş.

Kaleden aşağıya iniyoruz. Bu kez durak Macar evi. Macar direnişçilerinden Kossuth Layoj mücadelesi sırasında başarısız olur. Bir zamanların Avrupa'yı titreten Macar devleti Osmanlı'yı ilk karşılayan devlet olmanın etkisiyle zayıflar ve Avusturyalılar ve Ruslar arasında paylaşılacak bir pasta konumuna düşer. Fazla uzatmayayım, Layoş yenilince herkes gibi Osmanlı'ya sığınır. Güçlü düşmanlar zaten pamuk ipliğine bağlı barışı bozup güç durumdaki Osmanlıya savaş ilan edeceklerini haykıradursun Osmanlı burada Türklerin en yiğit özelliği olan kendine sığınanı satmama ilkesini sonuna dek uygular. Büyük devletleri birbirine düşürme, zaman kazanma yollarının hepsi denenir. Allah'tan Kossuth da kalıp başa bela olmak yerine kendisini önce Avrupa'ya oradan da Amerika'ya ulaştıracak yollara düştü.

Güzel, küçük bir Kütahya evi. Bir katındaki odalarda Kossuth ve yoldaşlarının kullandığı eşyalar sergilenirken diğer kısımlar küçük bir etnografya müzesi gibi. İnsanlar bu evin Macarlara mı ait olduğunu yoksa sadece sembolik mi olduğunu düşünürken çok garip bir olay oldu. Önde ellerinde Macar bayrağını betimleyen küçük bir çelenk ile biri erkek üç orta yaşlı Macar içeri girip Kossuth ‘un heykeline gittiler.

Ben, bu kadar yakın olmasına, gezmeyi bu kadar sevmeme rağmen Kütahya'yı rotama koymamışken adamlar özel olarak kim bilir nereden aktarmalı olarak geldiler bir çelenk bırakmaya. Acaba onlar bu aktiviteyi yaptıklarını ülkelerine döndüklerinde anlattıkları zaman “faşizm” yada “eski yaraları kaşımak” şeklinde yorumlayan insanlar olmuş mudur? Kim umursar, adamlar köklerini unutmuyor. Avrupalının her haltını kabullenen insanımız “kökenini unutmama ve köklerine sahip çıkma” olgusunu da alabilse keşke…

Sonrasında Ulu Cami'nin yanındaki Çini Müzesine girdik. Hızlıca Ulu Cami'den bahsedeyim. Tahmin edebileceğiniz gibi şehrin en büyük camisi. Yıldırım Bayezıd zamanında yapılmış ama şu an ki hali 2. Abdülhamit zamanındaki renovasyonun sonucu. Çini Müzesi'nden sonra kısa bir süreliğine içini gezdim. Küçük diyebileceğimiz boyutta iki kubbesi var. Kubbelerin birinin altında bir mahfel var. Temiz, aydınlık bir yapı. İnsana huzur veren bir ambiyans var.

Çini Müzesi'ne dönelim. Yapı 2. Yakup Bey ‘in yaptığı bir külliye orijinalinde. Yapını orta mekanında, kubbenin altında bir şadırvan bulunmakta. Sağdaki ve soldaki diğer iki oda ise şadırvan detayını saymazsak bu orta mekanın kopyaları diyebiliriz.

Yapı içinde çeşitli dönemlere ait (genelde son zamanlar) çini eserler sergileniyor. Ayrıca Yakup Bey ‘in sandukası da içeride yer almakta ama büyük bir farkla. Şehir çiniciliğin başkenti ve dolayısıyla da sandukanın üstü çini kaplı.

Buraya gelmişken bir uğramak fena olmaz. Zaten Ulu Cami ve arkeoloji müzesi de buraya yakın.

Arkeoloji Müzesi Vacidiye Medresesi denilen 1314 yapımı eski bir binada sergileniyor. Oldukça küçük bir yapı. Genelde hemen hemen her müzede görebileceğiniz şeyler sergilenmekte ama küçük bir fazlası var. Bu Amazon lahti. Üzerinde Grekler ve Amazonlar arasındaki savaşlar yontulmuş. Oldukça sağlam, Çavdarhisar taraflarında definecilerce bulunmuş ve şansa kısa sürede yetkililerce ele geçirilmiş. Dünya üzerindeki yaklaşık yirmi Amazon lahtinin en sağlam örneği buymuş. Özellikle lahtin alt kısa kenarındaki Hades ‘in Kapısı betimlemesi sağlam kalmış.

Dediğim gibi oldukça güzel bir mekan ama girip gezmek gerekir.

Sonrasında çarşıda takıldık uzun süre. Kalabalık, neşeli, düzgün ama gelişmemiş bir Anadolu kenti. Kimse yanı başındaki Eskişehir örneğine bakıpta ibret almak istemiyor gibi. Hoş, her ne kadar istemeseler de turizm bir aralıktan şehre sızmaya başlamış bile. Bir şeyler bunun sonucunda değişecek elbette.

Özetle, güzel bir tur idi. Gerçekten hayıflandığım tek şey bunu neden daha önce yapmamış olduğum oldu.

Yorum Gönder

0 Yorumlar