Ne yapalım diye kara kara düşünürken nihayetinde Trakya taraflarını
turlayalım diye karar almış fakat gezinin arifesinde geleceğiz diyen onca
kişiden geriye bir Sinan ve bir de ben kalmıştık.
Bostancı'dan gitmek zor diye Küçükçekmece'de ananemde kalmaya karar
vermiştim. Ananem ile çeşitli konuları konuşmuş, en son Mevlana ve Türkistan
erenlerinin Anadolu'ya yapılan Türkmen göçünde formal yapıya geçişi sağlaması
sonucunda Türklerin başka bir dine geçmesinin ve yerel halkın arasında
erimesinin önüne geçildiği konusunda fikir birliğine varmıştık. Tabi bu süreç
gece yarısı biri geçene dek sonuçlandığı için sabaha oldukça sersemlemiş bir
şekilde kalkabilmiştim.
Sinan ‘ın araba kullanışı için anlatılanların neredeyse tamamen safsata
olduğunu gördüm. Gayet sakin ve dikkatli kullanmakta. Son zamanlarda yaptığımız
turlar üzerinde konuşarak yol aldık. Şanssızlık eseri yanımızdaki haritada
sadece Trakya bölgesi yok. Neyse ki köprüler ve dini merkezleri içeren kitaplar
Sinan'ın arabasının arka koltuğundaki kitap yığınının öne çıkan isimlerinden.
Köprüler üzerinde konuşurken
eski bir köprüye denk geliyoruz. İnip görüntü almak için yanına gidip çekimlere
başlıyoruz. Yedi gözlü (+1 göz kıyıda vardı) düz ama zarif bir köprü. Hakkında
bir bilgi bulamadık. Yaklaşan bir köylüye selam verip nerede olduğumuzu sorduk.
“Büyükkarıştıran” dedi.
Büyükkarıştıran ilginçtir. Günümüzün bu çift şeritli yoluna bakıp da
aldanmamalı. Bu yol binlerce yıldır İstanbul'u, Anadolu'yu Orta Avrupa'ya bağlar.
Dünyanın malı bu yollardan geldiği gibi istilacılarda gelmiştir kara ölüm
vebada.
Köprüye gelince mimarı belli değil. Ama mimarı belli olmayan tüm yapılar
gibi Mimar Sinan ‘a addedilir. Belki de gerçekten öyledir.
Yolda önce bir tümülüs görüp duruyoruz. Bu bölgede o kadar çok tümülüs
var ki. Bizde bunlardan birinin görüntüsünü almak için aracımızı yol kenarına çekip duruyoruz.
İlk hedefimiz Lüleburgaz. Burgaz geçtiğine göre isminde mutlaka burçları
olan bir kasaba olmalıydı burası. Zaten Avrupa'daki burg yada benzeri eklerle
biten şehirlerde aynı kökten türemiş.
Şehir Kırklareli merkezinden de kalabalık. Bir nevi tatil kasabası
havası hakim. Polislerin de kutladıkları bir gün olduğu için hepsi gayet iyi
giyimli. Küçük yerlerde halen bazı şeyler derli toplu yaşanmakta.
Önce Sokullu Külliyesi'ni daha doğrusu ondan geriye ne kaldıysa onları
görmeye çalışıyoruz. Yapıldığında tam teşekküllü bir kompleks iken günümüzde
camisi, şadırvanı, kırık dökük arastası ve hamamından başka pek bir şey
kalmamış. Zihniyet hamam ile cami
arasından yolu geçirmeyi ihmal etmemiş. Kullanılan kalkerli taş zamanın
etkisiyle delik deşik olmaya başlamış. Aynı sorun Paris'teki Notre Dame Katedrali'nde de vardı. Orada hasarlı yüzeyin üzerine bir karışım püskürtülerek
problem giderildi. Bizde maliyetler öne sürülüp onca yapının yok olmasına göz
yumulur. Fakat milli takım oyuncularına prim, jip, bilmemneye gelince para
bulunur.
Aracımızı park etmek için
külliyenin güneyinden dolandık. Burada, günümüzde Kızılay ‘a ait bir yapı
olarak kullanılan zamanında ise tahminen külliyenin mektebini oluşturan kısım
var. Caminin avlusu ise epeyce geniş. Kalem işlerinin güzel olduğu şadırvan
tıpkı Kadırga'daki Sokollu Camii'ne benzer bir atmosfer sağlamakta ortama.
Kenarda devrik duran basit bir Bizans sütunu mevcut. Caminin son cemaat yerinde
porfir sütunlar varsa da tek kubbenin kapladığı iç mekanda devşirme malzemeye
denk gelmedim. Cami zaten Mimar Sinan ‘a ait bir yapı. Sadece cami değil
aslında tüm külliye. Minare yapının tümünden epeyce genç olmalı.
Caminin içi karanlık olduğundan fotoğraf çekerken epeyce zorlandık. Orta
büyüklükte bir kubbe camiyi örtmekte. Yeni zamanlı fakat iyi bir restorasyon
geçirmiş.
Cami yapısında hazire yok.
Hiçbir zamanda olmamış gibi görünüyor. Etrafını dönüp şu an Kızılay tarafından
kullanılan kısmı aşıyoruz. Bir zamanlar külliyenin arastası olan bugünse
pejmürde dükkanların çevrelediği alanda çok güzel bir detay var. Burada dört
tarafı da açık bir mekan bir kubbe ile örtülerek zarif bir kavşak oluşturulmuş.
Açıklıklardan biri caminin avlusuna diğeri arastalara, bir diğeri caddeye (ki
zamanında bu yol hamama uzanıyordu ) en nihayetinde sonuncusu da belediye binasının ve Zindan Baba Türbesi'nin
olduğu meydana açılıyor.
Şansımıza Polis Haftası için bir gösteri yapılmaktaydı. Ortalık
kalabalık. Öğrenciler şiirler okuyorlar. İstanbul'da artık çoktan unutulan
adetler. Şöyle bir baktık. Kimsenin yüzünde bitse de gitsek ifadesi yok. Biz
hemen kenardaki Zindan Baba Türbesi'ne yöneldik.
Burası epeyce farklı bir yapı. Yunanistan'da gördüğüm kimi şapellere
benziyor. Kule de olabilir. Dışarıdan bakınca üstteki pencerelerden ikinci bir
katı daha olduğu anlaşılmakta. Arkasındaki bölüm ise sanki zamanında sağa sola
uzanan kemerlerin başlangıcı gibi. Sırasıyla Bulgar ve Yunan işgallerinde
epeyce zarar verilmiş yapıya. İçerisindeki Zindan Baba ‘nın kim olduğu da tam
anlamıyla bir muamma. İçine girmedim. Kapısında bir kadıncağız beklemekte.
Gerçi kapısının önündeki panoda rivayetler belirtilmiş.
Biz yapının fotoğraflarını çekip köprüyü bulmak amacıyla hamam tarafına
yönelmişken kalabalıktan yaşlıca ama dinç bir kişi yanımıza yaklaştı. Alıştık
bu durumlara. Bazen işe yarar şeyler çıkar, bazen geriliriz. Şansımıza bu kez
yöre gazetesine de yazılan yazan birisine denk geliyoruz. İlerideki köşede bir
saat kulesi olduğunu söylüyor. Ama öteki köprüden haberi yok. Saat kulesi
dediği anıt bir bengitaş. Üzerindeki dört yüzlü parçanın karşılıklı iki yüzünde
Osmanlı arması diğer iki yüzünde ise ay yıldız var.
Küçük köprüyü bulmak için sokaklara dalıyoruz. Hamamdan bahsetmiyorum
bile çünkü özgün bir yanı kalmamış.
Yolda çok yüzlü bir çeşmenin önündeki ayakkabı boyacısı esmer adama
soruyoruz köprüyü. Bilmiyor. Adresini soruyoruz, emin değil. Yinede adamın
söylediği yönde ilerliyoruz. Herhangi bir şeye denk gelmeyince tekrar soruyor
ve yanlış yolda olduğumuzu öğreniyoruz. Tekrar geldiğimiz yoldan geri dönerken
bizi yanlış yönlendiren adama denk geliyoruz. Adamcağız gayet üzgün bir
ifadeyle özür diliyor. İçtenliği aşikar. Yolun biraz ötesinde yaşlıca üç adama
soruyoruz. Gayet neşeli bir sohbet yapıyor ve artık o köprünün kalmadığını
öğreniyoruz. İhtiyarlar nehrin yanında surların kısmen ayakta olduğunu
söylüyor. Lüleburgaz'ın adından da varlığını çıkardığımız surları görebileceğiz.
Aracımıza atlayıp köprüye doğru yol alıyoruz. Buralarda park sorunu yok.
Kadı Ali Camii önünde park ediyoruz. 1300 ‘lü yılların sonlarına doğru inşa
edilmiş, tek kubbeli, tek minareli küçük bir yapı. Kapalı olduğu için içine
giremiyoruz. Hedefimiz Mimar Sinan eseri Taşköprü. Ama önce Lüleburgaz
surlarından kalanları keşfetmemiz lazım. Kalıntılar köprü girişinin sağından
başlayıp evlerin arasında kayboluyor. Biz de çokta kastırmıyoruz.
Köprü dört gözlü ve 1564 ten
beri hala tonlarca yükü taşıyor. Üzerinden geçen kamyonun haddi hesabı yok.
Bisikletli bir genç bize yaklaşıp “Haber yapıyorsanız nehrin kirliliğini yapın”
diyor. Haksız sayılmaz. Tüm akarsu yataklarında olduğu gibi çer çöp buraya
gelişigüzel bir şekilde atılmış. Tahminen Trakya'nın tüm derelerine olduğu gibi
fabrikaların sanayi atıkları da dökülmekte. Su da yaşama dair en ufak bir iz
yok.
Köprünün doğu yakasında, yolun sağ tarafındaki duvarlardan kalanlar
görülebilir. Kalanlara bakılınca zeminden itibaren bir metre kadar olan kısım
Roma, onun üstünde kalan kısım ise Bizans olarak nitelendirilebilir. Mahalle
aralarında da kısım kısım devam ettiği söylense de biz takip ettik ve bir şey
bulamadık.
Lüleburgaz yapacak başka bir şey kalmayınca Babaeski'ye doğru yola
düşüyoruz. Önce Alpullu ‘ya gidip Sinanlı Köprüsü'ne uzanmaya karar veriyoruz.
Alpullu cumhuriyet tarihinde önemli bir yere sahip fakat bu pek bilinmez.
Cumhuriyetin ilk şeker fabrikası Uşak'ta kurulmuştur ama ilk üretim daha sonra
kurulan Alpullu şeker fabrikasında yapılmıştır.
Yolun sağında eski bir cami
görüp içine giriyoruz. İstanbul ‘un barok camilerini anımsatan tek kubbeli bir
yapı. İçi ufak ama sımsıcak, çinili şirin bir cami. Burada var olan samimiyetin
onda biri Vatikan'daki katedralde yok. Ama asıl sürpriz tarihi bir cami olduğunu
sandığımız yapı 1950 yapımı imiş. Bunu görünce makaraları koyuveriyoruz. Kötü
gol yedik. İlk defa bu kadar özgün, bu kadar orijinal yeni dönem camisi gördük.
Sinanlı Köprüsü'ne dönelim. Köprü tren yolunun ötesinde kalıyor. Yazık ki
kasabanın çöplüğü haline gelmiş burası. Üstelik bu köprü Mimar Sinan‘ın
yaptığı en büyük köprü. Artık köprünün altından
akan bir su da yok. Sadece küçük bir birikinti kalmış. Köprünün
etrafında bir iki su birikintisi var ama bataktan farklı değil. Köprünün üstü
likenler ile kaplanmış. Ortasında oturulup dinlenilecek bir kısmı bile var.
Köprüyü geride bırakıp Alpullu Pazarı'nı da aşıp Babaeski ‘ye ulaştık. Taşköprü kasabanın hemen girişinde. Onun
ardında yolun sağında ise Cedit Ali Paşa Camii görünüyor. Her zaman ki gibi
önce köprü deyip aracı park ediyoruz.
Köprü 4. Murat zamanında 1633 ‘te inşa edilmiş. Mimarı Davut Ağa.
Rivayete göre köprüyü yaptıran Kasım Ağa bu yörede çobanlık yaban hristiyan bir
zattır. Müslüman olur, yeniçeri ocağında yükselir sonunda da sultanın gazabına
mazhar olup hapse atılır. Hapiste “Ahtım
olsun, bu girdaptan kurtulursam koyun güttüğüm yerde bir köprü yaptıracağım”
diye yemin eder. Hapisten çıkar ama sözünü unutmaz. Birde üstüne cebinden 400
kese altın harcar.
Sinan ‘ın ardından ırmak yatağına inerken bir düşmüşüm ki anlatılmaz.
Buradan camiye yöneliyoruz. Kesme
taştan, tek kubbeli, tek minareli bir yapı. Minare Bulgar işgali sırasında
yıkıldığından tekrar inşa edilmiş. Yeni restorasyondan geçmiş, havadar,
aydınlık bir cami. Şimdiye dek gördüğüm en yüksek camilerden birisi. Cami
kapısının sağında ve solunda caminin ve Babaeskinin eski günlerini gösteren
fotoğraflar var. Bakılması gereken yerlerden.
Buradan 1467 ‘de Fatih Sultan Mehmet ‘in emri ile inşa edilen Fatih
Camii ‘ne ulaşıyoruz. Tek minareli, düz çatılı, kare planlı bir cami. Özgünlüğü
kalmamış. Tam karşısında Fatih Hamamı, çaprazında ise küp şeklinde, çok yüzlü
çeşmesi yer almakta.
Arada bir iki eski ev var. Bunlara da bir bakılabilir.
Artık Kırklareli'ne vardık. Son zamanlarda eski ismi Kırkkilise idi yok
bilmem ne idi diye bir şeyler tekrar canlandırılmaya çalışılıyor. Kırkkilise
olduğunu biliyoruz, hala Yunanlıların kırk kilise karşılığındaki “saranta
eklessia” kullandığından da haberdarız. Fakat şehirde kırk tane kilise yok.
Zaten İstanbul ile Edirne arasında Vize (Byzas), Silivri (Selimbria) hatta Büyükkarıştıran
bile dini merkezlerken Kırklareli'nin adı geçmemekte. Sadece şehirde yer alan
“Kırk Azizler Kilisesi”‘nden ismi geldiği tahmin edilmekte. Bizimkilerde
şehrin fethi sırasında şehit olan kırk akıncıya bağlamışlar ismi. Ama her
sonuçta “kırklar” kültü söz konusu.
Önce zil çalan midelerimizin isyanını dindirmek için meşhur Kırklareli
Köftesi'ni yiyebileceğimiz en iyi yer olduğu söylenen “Birtat” ‘a gittik. Burası
sadece köfte servisi yapıyor. Kırklareli köftesi Boşnak köftesi gibi servis
edilmekte. Köftenin yanında kuşbaşı yapılmış soğan verilmekte. Çok da
beğendiğimi iddia edemeyeceğim ama gezginler için oldukça hesaplı ve doyurucu.
İki ayran, bir porsiyon köfteye 8 TL ödedim.
Burayı nasıl mı bulacaksınız ? Basit. Müzenin tam karşısında yer alıyor.
Şimdi de müzeden bahsedelim. Müze binası 1894 ‘te yapılmış. Tüm Anadolu'da da
görülebilecek tarzdaki döneminin tüm özelliklerini taşıyan resmi binalardan
biri burası. 1962 ‘ye dek şehrin belediye binası olarak kullanılmış. 1930
yılında Atatürk buraya uğramış ki bununla ilgili fotoğraf vb. müzenin girişinde
görülebilmekte. Giriş 3 TL. Ama sanırım müzeler haftası olduğundan (belki de pek
uğrayanı olmadığından) içeri buyur edildik. Görevli önce yukarı gezmemizi
önerdi.
Üst katta hemen merdivenlerin
bitiminde etnografik öğelerin yer aldığı parçalar var. Sağa dönünce bu küçük
müzedeki arkeolojik eserlerin yanı sıra fosil kalıntılarda görülebilmekte. Dev
gibi bir deniz kabuklusu, basit ama zarif bir kolye, bir mamutun dişi
camekanların arkasındaki yerlerinde görülmeyi beklemekte. Küçük vazolar, silah
parçaları ve türlü arkeolojik nesnede sergilenmekte. Burada bir camekanda
sergilenen devasa bir kadın iskeleti en ilginç parça kanımca. İki metre
civarında bir boya ve oldukça büyük bir kafatasına sahip kadın şehrin
civarındaki höyüklerden birinde bulunmuş. Kafası kadın vücut bir erkeğe aitmiş.
Bir prensese ait olduğu sanılmakta. Fazla da bir bilgi yok. Öteki kısımda ise
şehir yaşamına ait eşyalar görülebilir. Buradaki en güzel olay, parçaları
bağışlayanların isimlerinin teşhir ediliyor olması.
Görevli arkadaş bir iki ay önce bir Amerikalı araştırmacının gelip
sadece dört fotoğraf çektiğini söyledi. Fotoğraflardan birisi Girit'teki Miken
uygarlığının vazolarını andıran bir vazo imiş.
Alt katta ise küçük bir oda da Kırklareli ve civarında yakalanarak
doldurulan hayvanlar sergilenmekte. Bahçede ise bir iki lahit, mezartaşları vb
var.
Müzeden sonra caddeye atıldık.
Tam köşede Kapan Camii var. Karaca İbrahim Camii de denilmekteymiş. Kesme taş
bir yapı. 1640 yapımı. Kubbesiz, kiremit kaplı bir çatıya sahip. Tek minareli. Yürüyoruz.
Az biraz sonra meydanımsı bir alana denk geliyoruz. Burası Cumhuriyet
Meydanı; Hızır Bey Külliyesi'nin parçalarını içermekte. İlk kısım hamam.
Mihaloğulları'ndan Hızır Bey 1383 ‘te yaptırmış burayı. Akıncıların ele
geçirdikleri şehirleri hemen sosyal yapılarla donatmaları inanılmaz bir
anlayış.
Yine aynı yıllarda inşa
edilmiş olan şehrin ulu camisi olarak hizmet veren Hızır Bey Camii yolun
karşısında. Biz girdiğimizde bir cenaze vardı. Pek kalmak istemedim. Yapının
içine girdik. Caminin müezzini, üç çocuğa Kur ‘an eğitimi veriyordu.
Selamlaştık. Takdire şayan bir şekilde yöresini, görev yaptığı camiyi oldukça
iyi tanıyan bir kişi. Yapının Kabe ölçülerinde inşa edildiği (11 m*12 m *13 m) ve
bu özelliğin başka hiçbir camide olmadığı, Doğu Trakya'daki ilk Osmanlı camii
olduğu gibi bilgileri kendisinden aldık. Cami oldukça yeni bir zamanda epeyce iyi
bir restorasyon görmüş. Tek kubbeli olan
caminin iç duvarlarında zarif kalem işleri görülmekte. Son cemaat yeri ile
bahçedeki şadırvan sonradan eklenmiş. Bulgarlar şehirden geri çekilirken camiye
büyük zarar vermişler.
Şehrin sokaklarında keşfe devam ediyoruz. Arka sokaklarda dikkat
edilirse güzel rum evleri görülebilmekte. Meydana çıkan sokaklardan birindeki
Türk Hava Kurumu binası bunlardan biri. Onun çaprazında yer alan ve üzerinde
mimarının adının Yunanca harflerle kazılı olduğu, sarı boyalı bir diğeri de
görmeğe değer. Aynı yoldan ilerlerseniz epeyce fakirleştiğini rahatlıkla fark
edebileceğiniz sokağın solunda sadece duvarları kalan bir Ortodoks kilisesi
dikkatinizi çekecek. Güzel binalar var. Çok azı onarılmış ama onarılabilse
güzel olacak çok sayıda bina var. Yol ağzındaki sarı bir binaya göz koydum
bile.
Artık Vize ‘ye gidelim diyoruz. Yollarda artık Bulgaristan ‘ı gösteren
levhalar var. Neyse herhangi bir yanlış yola sapmadan Vize yollarına
düşüyoruz. O da ne? Orta Anadolu'daki
Selçuklu kümbetlerini andırır bir yapı yolun sağında bizi karşılıyor. Hemen
duruyoruz. Kesme taştan, sekizgen bir yapı. Bin bir Oklu Ahmet Bey Türbesi
burası. Muhtemelen Trakya'yı fetheden bir avuç akıncıdan biri olmalı.
Yolda kısa bir süre için yağmura yakalanıyoruz. Yemyeşil de olsa
tarlalar zamanla yeknesak bir görünüme bürünüyor. Bir an için Dupnisa
Mağarası'na yönelelim diyoruz. Kırklareli'ni iyi bilen bir dostumuzu arıyoruz.
Yolun pekte iyi olmadığını, bunu umursamayıp gitsek bile bu saatte mağaranın
bekçisini bulamayıp kös kös geri dönebileceğimizi söyleyince kaderimize küsüp
yolumuza devam ediyoruz. Yapacak bir şey yok.
Neyse ki az sonra Vize ‘ye varıyoruz. Burası Bizans döneminin çok çok
önemli yerleşimlerinden biri. Öyle ki günümüzde sakin, kendi halinde olan bu kasabanın
bir Aya Sofya'sı var. Tarihi inanılmaz derecede renkli. Bizans ‘ın elinden
Haçlılarca alınmış. Sonra Bizans tekrar ele geçirmiş. Hatta bir ara Aydınoğlu
Halil Bey burayı ele geçirmişse de bu 1309 ‘a dek sürmüş ancak. 1368 ‘de Lala
Şahin Paşa fethedene dek defalarca kuşatılmışsa da kale düşmemiş. 1878 Rus
Savaşında yöre Bulgarlara bırakıldıysa da Berlin Anlaşması ile geri alınmış. Ta
ki Balkan Savaşlarına dek. Bulgarlardan sonra Kurtuluş Savaşı döneminde Yunan
işgali yaşanmış. Mudanya Mütarekesi'nden sonra ise Türk Ordusu gelip bizim olanı
geri alıncaya kadar geçen yirmi günlük sürede ise yönetim İtalyanlarda olmuş.
Güzel bir yerleşim. En iyi yanı görülecek yerleri işaret eden levhaların
çokluğu ve bu levhalarda mesafenin dahi yazıyor olması. Biz önce levhaları
takip ederek Hasan Bey Camii'ne ulaşıyoruz. Kapı kapalı. Tek kubbeli, yakın
zamanda restorasyon görmüş, moloz taştan inşa edilmiş bir cami.15. yy yapısı
ama restorasyon nedeni ile anlamak güç. İçine giremediğimiz için fazla bir şey
ekleyemiyoruz. Banisi Şerbettar Hasan Paşa. Şerbettar zamanla Şaraptar mı oldu
yoksa bir dokundurma mı var bilinmez ama cami Şaraptar Camii olarak da
anılmakta.
Yolu takip ettiğinizde Aya
Sofya Camii'ne varacaksınız. Kilise olarak inşası 6. yy da Justinianus zamanında
yapılmış. Tipik Yunan haçı şeklinde. Öncesinde burada Dionysos için yapılan bir tapınak olduğu sanılmakta. Camiye çevirenin hangi Süleyman
Paşa olduğu bilinememekteyse de Süleyman Paşaların çokluğu olasılıkları da
arttırmakta. Ağırlıklı olarak Mihaloğlu Süleyman Paşa, Sultan 1. Murat‘ın
kardeşi olan ve Trakya'nın önemli bir kısmını fetheden Süleyman Paşa ve Hadım
Süleyman Paşa‘nın adları daha olası görülmekte.
Her Aya Sofya'da olduğu gibi buranında kendine has efsaneleri var.
Buradaki ise Azize Maria. Maria'nın kocası Nicephoros Vize Kalesi'nin komutanıdır.
Maria ise kendisi savaşta iken kesin olmamakla birlikte karısının,
hizmetçisi ile kendisini aldattığını öğrenir. Söylenceler bunun sadece hizmetçi
ile de sınırlı kalmadığı yönündedir. Ancak uşağı ile kendisini aldattığını
öğrenen Nicephoros Maria’yı her gün sürekli olarak dövmeye başlar. Sonunda
kocasının dayaklarına dayanamayan Maria, aile içi şiddet sonucunda iç kanamadan
ölür. Maria‘nın cesedi de Piskoposluk Kilisesine gömülür.
Ancak ölümünden dört ay sonra mezarı ziyaretçi akımına
uğramaya başlamış. İnsanlar şifa bulmak için mezarına gelmeye başlar. Mezara
gelenler cesedin hiç bozulmadığını ve halen yaralarından kan geldiğini belirtir.
Mucizelerden biri de mezardan ışıklar geldiği yönündedir. İşte bu mucizevi
olayın hemen ardından Nicephoros rüyasında Maria’yı görür. Ona küçük bir kilise
yaptırmasını ve reliklerini oraya taşıtmasını söyler. Kocası da böylece onun
azizelik mertebesine ulaştığını kabul ederek ona bir şapel yaptırır. Bir grup
insanla cesedi taşınırken cesedin hala bozulmadığı görülür.
Sonrasında ise sıklıkla yaşanan kuşatmalar, işgaller ve
yağmalar kilisenin çok şey kaybetmesine neden olur. Günümüzde oldukça iyi
restore edilmiş yapının uzun bir süre kendi haline bırakıldığı caminin duvarına
asılı fotoğraflarda görülebilmekte. Bu cami de kapalı olduğundan giremedik.
Biraz daha yokuş çıktık. Önce Vize Kalesi'nden kalan son
burcu gördük. Taşların örülme tarzı ne Roma ne Bizans. Kala kala kalenin giriş
kapılarından biri sağlam kalabilmiş. Antik surlar Justinianus zamanında ciddi
şekilde onarılıp genişletilmiş. Paleologoslar zamanında da ciddi onarımlar
yapılmış. Güzel bir manzarası olması gençlerin buraya rağbetini de arttırmış. Ne
aradığımızı merak edip bizi gözleriyle takip eden kalabalıktan ve kırık bira
şişelerinden sevilen bir yer olduğu anlaşılabilmekte.
Artık iniş vakti. Son bir umut, Aya
Sofya‘nın kapısını yokluyoruz. Kapalı. Son olarak Trakya'daki tek antik
tiyatroya giriyoruz. Tel örgü ile kapatılmış. Ufakça bir yapı. Bulunan heykeller
ve diğer parçalar Kırklareli müzesinde görülebilir. Tahminimize göre tiyatronun
sağlı sollu yanlarında yer alan haneler istimlak edilip arazi kazısı yapılsa
epey bir buluntuya ulaşılabilir. Tıpkı İznik'teki tiyatro gibi MS 2 yy ‘a
tarihlendirilmekte.
Kırklareli'nden çıkıp Tekirdağ‘ın Saray ilçesine giriyoruz. Buranın en
önemli yapısı Ayas Paşa Camii. Haziresinde çok sayıda Kırım Hanı gömülü. Ben
Kırım kökenli olmama rağmen bunu ancak Saray'da neler varmış diye araştırırken
geziden sonra öğrenebildim. Bunlar 2. Devlet Giray Han, 2. Fetih
Giray Han, İslam Giray Sultan, 3. Selim Giray Han, 4. Devlet
Giray ve Şahbaz Giray Han.
Ayas Paşa Camii 1539 ‘da Sadrazam Ayas
Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Tek kubbeli caminin içinde pek bir şey yok.
Buna karşın göze hoş gelen tek şerefeli bir minaresi var. Ama önümüzdeki yıl
restore edileceği, şu an duvarı kaplayan yağlı boyanın altındaki orijinal boya
ve kalem işlerine ulaşılacağı görevli tarafından söyleniyor. İnşallah deyip
Ayas Paşa Hamamı'nı bulmaya çalışıyoruz ama nafile. Pek bir modern, pek bir yeni
bir hamam karşımıza çıkıyor. Belki de bulduğumuz hamam aradığımız hamam değildi.
Kim bilir.
Özetlemek gerekirse güzel bir gezi idi.
Aracınız olmasa bile İstanbul'dan Saray ‘a oradan da minibüslerle Kıyıköy'e
gidebilirsiniz. Kanımca bölgenin en önemli bağlantı noktası olan Babaeski'nin
otogarından da istediğiniz her yere ulaşabilirsiniz. Bizim yaptığımız gibi kültürel
bir geziyi yapabileceğiniz gibi sahilden ve ormanlardan geçerek hatta trekking
yaparak bir doğa gezisi haline de dönüştürebilirsiniz.
0 Yorumlar
Yorumlarınız