Kardeşimle buluşup havalimanına giden servise kapağı atıyoruz. Şehrin her iki havalimanına da oldukça iyi ve ucuz ulaşım imkanı söz konusu ama halen bu halka yaranılamıyor.
Fazla bir tantana olmaksızın, kolaylıkla geçip uçuşu
beklemeye başlıyoruz. Havalimanında ücretsiz wifi bağlantısı olmamasına
saydırmakla meşgulüm. Arkadaşlarımın siparişlerine göz gezdiriyorum. İstenilen
her şey var. İyi.
Uçuş için boarding başlamadan az biraz önce görevliler pasaportları inceliyorlar. İlk kez böyle bir uygulamaya denk geliyorum.
Havalimanında ilk iş turizm bürosuna uğruyoruz ve kardeşimle
ilk çatışma başlıyor. Bunun kaçınılmaz olduğunu biliyordum ama bu kadar da
çabuk gerçekleşeceğini sanmıyordum. Kardeşime göre, bu insanlar belirli
sorulara cevap verebilecek şekilde eğitilmişler ve çok konuştuğum için beni
anlamıyorlar. Ayrıca onların anlattıklarını da dinlemiyormuşum. Uzatmıyorum.
Kadın bana cevap olarak; havalimanı ile başçarşı arasında
işleyen otobüslerin artık mevcut olmadığını, Mostar haritası olmadığını çünkü
burasının Saraybosna olduğunu ve mutlaka para bozdurmamız gerektiğini söylüyor.
10 euro bozduruyorum. Normal olan 1 Euro = 2 KM oranı burada 1,9x haline dönüşmüş. Görevli kızın her bir tırnağı desenli ve farklı renkte boyanmış. Kadının yüzü kalın bir makyaj tabakası ile kaplı. İran'ı anımsayıp gülümsüyorum.
Havalimanından
çıkıyoruz. Hafiften bir yağmur atıştırmakta. Ama soğuk ısırıyor adeta. Havalimanı
servislerinin olmaması durumunu hesaba katmış alternatifleri aramıştım. Gayet
kolay bir yöntem var. Taksilerin çıktığı kapıdan çıkın sola doğru ilerleyin.
Yolun karşısında, sağda bir yol uzanmakta. Ona girin ve yolun ilerilerde sağa
doğru bel verdiği kısma kadar ilerleyin. Bir yere sapmayın. Merkatör diye küçük
bir alışveriş merkezi göreceksiniz. Onun önündeki duraktan geçen 107 yada 103
‘ten herhangi birine binin sizi merkeze götürecektir.
Bizim sorunumuz sulu kar altında, arkamızda sevimli, zararsız köpekler eşliğinde çamurlara bata çıka bu mesafeyi kat ediyor olmaktı. Bir kere geri döndük ve adamın tekine yolu sordum. Burada Almanca daha geçerli. Neyse çatpat Almancam ile hallettik bunu.
Tramvaylarda içeride bilet alabiliyorsunuz. Bilet ücreti
1,80 KM.
Havalimanından ilerliyoruz. Kardeşim için anlaşılamayacak
görüntüler var. Duvarlardaki mermi izleri halen canlı. Ben, Balkanlar'a defalarca
gelip gitmenin avantajı ile artık bazı şeyleri anladım ya da anlayamadıysam da
kanıksamaya başladım. Beni şaşırtan ise bu kırsal kesimlerde arap mimarisinde
yapılan yeni camiler oldu.
Kadın bize yolu göstermeye başladı ve şemsiyesinin altına
bizi aldı. Ben hakkımı kardeşime bıraktım. Kadın muhtemelen yağmuru
umursamaksızın tüm gününü bize harcayacak gibiydi. Kıyamadık, teşekkür ettik.
Belki kalbi kırılmıştır bile.
İlk önce Gazi Hüsrev Bey Bedesteni'ne daldık. Zaten başçarşı her haliyle “Türk” olduğunu haykırmakta. Bizim burada “Türk” kelimesini yok etmekle uğraşan arkadaşlar bu konuda dünya genelinde çalışıyor olmalılar; çünkü nereye gidersek gidelim bizler o düşüncenin aksine dolup dolup dönüyoruz. Nasıl boşalacağımız da bilinmez…
Başçarşı içindeki Gazi Hüsrev Bey Bedesteni'nde akla gelen
her türlü hediyelikleri bulabileceğiniz gibi altın ve gümüş alabilme şansınız
var. Bosna'daysanız hediyelik alabileceğiniz en ideal mekan burası. Hediyelik
fiyatları –magnetten bahsediyorum- 1,2 euro arasında gidip geliyor. Ama
bakırlar, gümüşler, ahşap nesneler de fiyatlarda logaritmik bir artış
görülüyor.
Mekanın bir artısı da satıcıların kendi aralarında konuşmakla
meşgul olmalarından dolayı size yapışan kimsenin olmaması.
Buradan çıkıp sola dönüyor ve şehrin tarihi açıdan en meşhur
caddesi olan Ferhadije ‘ye doğru yöneliyoruz.
Saraybosna bizden bir şehir. Çoğu gezgin Bursa'ya benzetiyor.
Bizim şehirler Osmanlı özelliklerini yitireli çok zaman olduğu için benzetmesi
güç. Ben Tokat'a daha çok benzettim.
Eski zamanlarda burada bir yerleşim yokmuş. Yakınlarda Ilıca
denilen yerde ya da bir iki bölgede yerleşimler, pazarlar varmış ama günümüzde
adımladığımız şehir bizler tarafından kurulmuş. Topraklar Fatih zamanında
İshakoğlu İsa Bey tarafından feth edilince (bu isim bu coğrafyada çok bilinen
ve anılan bir isimdir. Novi Pazar ‘ın da kurucusudur.) burada hemen bir
yerleşim tesis edilir. Sultan adına bir cami, bir han ve diğer yerleşimlerden
müteşekkil bir sistem hemen kurulur 1461 ‘de.
Fakat şehir Gazi Hüsrev bey döneminde tekrar kalkınır.
İstanbul'dan sonra en kalabalık şehirdir artık. 80,000 kişilik nüfusu ile
gerçekten devasa bir Balkan şehridir. (1800 ‘lerde bile Belgrad ve Zagreb
15,000 kişiden az nüfusa sahipken) Tüm
gerekli idari binalar mevcuttur. Tüm dinlerden ve milletlerden insanlar
aynı mahallelerde yaşamaktadır. İyidir yani hayat. Bir nevi islamlaşma
merkezidir Balkanların. İnsanlar gerçekten kitleler halinde islama geçer. Türk
tipi yaşam en ideal yaşamdır o dönemlerde.
Ama topraklar kaybedilmektedir ve artık savaşlar
Saraybosna'ya yakın yerlerde yapılmaktadır. Gene de Saraybosna çok kalabalık bir
kent olmaya devam etmekte ve her yıkımdan sonra kendini onarabilmektedir. Zaten
günümüzde bile şehrin gayrı resmi mottosu “Bosna'yı ısıran herkes ölür ama
Saraybosna yaşamaya devam eder”
1878 ‘de Berlin Anlaşması ile şehir Avusturya gözetimine
bırakılır. Avusturyalılar başa bela almamak için insanları sıkmamak gerektiğini
geçen zamanlarda öğrenmiştir. İnsanların din işlerine direkt karışmazlar.
Yapıları yıkmazlar. Aksine yaptıkları yatırımlar ile tıpkı Türklerin çok ama
çok zaman önce kullandığı yöntemlerle;
bir şehri ele geçirmenin önce insanların
ruh ve benliklerini ele geçirmekle başarılı olacağını anlamışlardır ve bunu
kullanırlar. Avrupa'nın ilk gece aydınlatması, ilk tramvay sistemi bu şehre
yapılır. Başkent Viyana'da bile yoktur bunlar. Her yenilik Saraybosna'da denenir
ve sonrasında Viyana'da uygulanır.
Fakat Avusturyalılar bu yöntemi kısa sürede değiştirirler.
1885 ‘te Başçarşı civarında büyük bir yangın çıkar. Türk özelliklerin önemli
bir kısmı ateşin etkisi ile temizlenmiştir. Sonrasında art neuveau binalar her
Avusturya kentinde olduğu gibi inşa edilmeye başlar. Hatta günümüzdeki
kütüphane binası gibi ilginç yapılarda kendini göstermeye başlamıştır.
1908 ‘de Avusturyalılar şehri ilhak ederler. Fakat Sırplar
delirir buna. 1914 ‘te şehri ziyarete gelen Franz Ferdinand için çeşitli
suikast denemeleri yapılır. Biri bomba atar patlamaz. Biri tüfekle ateş etmeye
çalışır ama nafile.
Ama kader ağlarını örmüştür ve hep dediğim gibi “bir şey
olacaksa olur ve olmasına engel olunamaz”. Arşidükün aracı tam Latin
Köprüsü'nden geçerken stop eder.(Bu arabanın kendisi hatta her bir parçası zaten
başlı başına bir ilginçliktir. Lanetli kabul edilir ve kimseye mutuluk getirmemiştir.)
Burada Gavrilo Princip beklemektedir. Katil ile kurban karşı karşıyadır.
Gavrilo, tabancasını doğrultur ve tetiği çeker. Tabanca ateş almaz ilk
seferinde. Bir daha asılır. Bu kez mermi namludan fırlamış ve hedefini
bulmuştur. Milyonların öleceği, imparatorlukların tarihe karışacağı ilk büyük
savaşın ilk kurşunu ve ilk maktulü bu şekilde karşılaşmış olur.
1900 ‘lü yıllar görüleceği gibi güzel günlere gebe değildir
şehir için. 1941 ‘de Almanlar işgal eder. Biraz temizlik yaparlar tahmin
edeceğiniz etnik gruplara. 1943 ‘te İngilizler şehri bombalar havadan. Tahmin
edersiniz ki bombalar düştüğü yerlerde Alman olup olmadığını sorgulamaz. 1945 yılında Almanlar apar topar geri
çekilirde Yugoslavya Federasyonunun bir parçası olur şehir.
Günümüze gelince… Balkanlardayız. Burada an yaşanır, yarın
umuttur; erişilince yaşanacaktır.
Avrupa'daki herhangi bir caddeden farkı yok Ferhadiye‘nin. Şehrin
Türk kimliğinin olduğu kısmından başlar Avrupai bölümüne dek uzanır. Uzanır
uzanmasına ama herşey o denli birbirinin içine işlemiştir ki bu birbirine
tamamen zıt unsurlara ne zaman girip ne zaman çıktığınızı anlayamazsınız bile.
Dükkanlara giriyoruz; hatta bizden daha fazla ürün
çeşitliliği var markaların ve fiyatları biraz daha ucuz. Başçarşıya doğru
yöneliyoruz tekrar. Karnımızı doyurmak için köfteci arıyoruz. Çarşı içinde
seçenek sınırsız. Köfteler sığır etinden yapıldığı için de rahatız. (Gene de
soruyoruz elbette) G.saray ‘ın eski oyuncusu Tarık Hoçiç ‘in de bir köftecisi
var ama biz Zeljko ‘yu arıyoruz. Bir iki kişiye sorup buluyoruz.
Başka bir mekanda kahve içip tatlı yiyoruz. Bizde ne varsa
aynısı ama çok ucuza ve doğal bir halde satılmakta.
Başçarşı ve sebil taraflarında takılmaya devam ediyoruz. Üç
kıza denk geliyoruz. Onlarda İstanbul'dan gelmişler önceki günlerde. Onlardan
ayrılıp kalacağımız yeri arıyoruz. Miljacka civarında ilerliyoruz. Yukarılara
Koşevo taraflarına, yanımıza şehitliği alarak çıkıyoruz. Solda küçük bir dilimde
çok eski bir mezarlık var. Burada büyük mezar taşları var. Sollarında,
bellerinde kılıç taşıyan daha önce örneklerini hiç görmediğim tarzda taşlar
bunlar. Sağ taraf ise Sırp saldırılarında şehit düşen insanlar için oluşturulan
şehitlik. Aliya İzzetbegoviç'inde anıt mezarı burada. Zaten bayırın ucunda şehir
kapısını andıran tarihi bir binada onun adına bir müze var.
Neyse Tarık ‘ın mekanını güç bela, biraz da hatta epeyce
şansımızın yardımıyla bulduk. Sadece biz varız. Biraz toparlanıp, skype
üzerinden evdekilerle konuşup tekrar yola çıkıyoruz.
Başçarşı, Ferhadiye dolaşmaya devam ediyoruz. Ferhadiye ‘nin
sonundaki sürekli yanan ateş kokusuyla kafa yaparken sıcaklığı ile bu buz gibi
havada gönüllerimizi yapıyor.
Hostele dönüyoruz. Gece yapacak başkaca bir şey yok.
0 Yorumlar
Yorumlarınız