Sabah kalkıyoruz erkenden. Toparlanıyoruz ve Tarık'la sözleştiğimiz gibi kapıyı çekip çıkıyoruz. Başçarşı'daki börekçilerden birine kapağı atıyoruz. Tek sıra kıymalı kalmış. Ben patatesli, kardeşimse ıspanaklı yiyor. Bizde kıymalı börekler maliyetler nedeniyle genelde soğan ağırlıklıdır bildiğiniz gibi. Burada bu sorun yok. Doya doya yiyebiliyorsunuz.
Tramvaya atlıyoruz. Saraybosna'nın epeyce mütevazı otobüs
terminaline girip Mostar için iki bilet aldık. (9 KM) Hava sanki dün hiç
yaşanmamış gibi günlük güneşlik. Dün sulu kar sanki biz bir rüyadayken yağmış
sanki.
Saraybosna'nın fakir semtlerinden geçip kırsala ulaşıyoruz.
Tarlalar, sert yamaçlar… İnsan duygulanmaktan kendini alıkoyamıyor. Düşünsenize
Anadolu'nun bağrından on binler, yüz binler buraya akıyorlar. Savaşmak, fethetmek
için. Ülküleri yolunda yürüyorlar. Muhtemelen bu yolların sonunda savaşın,
pusunun ve ölümün kendilerini beklediğini bilerek. Benim otobüste giderken bile
yıprandığım bu yollarda yürüyordu adamlar.
İlk vardığımız büyük şehir Konjiç. Fi tarihinde Ragusalıların kayıtlarında geçiyormuş ismi. 1382 ‘de bizimkiler almışlar. Neretva Irmağı üzerinde yolun solunda kalan harika bir köprüyü, küçük şirin cami ve evleri bırakmışlar geride. Çok sayıda da Konya ve Karaman'dan getirilen aile ile birlikte.
Nihayet Mostar'a ulaşıyoruz. İner inmez ilk iş gece yarısı bizi Zagreb ‘e götürecek otobüste yer ayırtmak oluyor. (28,5 euro). Gişedeki kadına Pocitelj‘e nasıl gideceğimizi soruyoruz. “Bekleyin” diyor. Bekliyoruz. Neyi bekliyoruz, bu kısım belirsiz. İç güdüsel bir şekilde bekliyoruz. Dubrovnik ‘e giden otobüse koşuyorum görür görmez.
Bize görmekten pekte hoşnut olmayan görevli bizden iki kişi
8 euro istiyor. 13 euro veriyorum. Amaç cebimde ağırlık yapan ve şıngırdayan
bozuklardan kurtulmak. Standart surat ifadesi, kafa kaşıma. Adam neden fazla
para verdiğimi anlayabilmiş değil. Muhtemelen fazla para verdiğimiz için abi
kardeş bizleri ya deli sanıyor yada kamera şakasında hissediyor kendini. Çözümü
verdiğim bozuklukları bana geri vererek başlamakta buluyor. Kafasını iyice
karıştırmış olmalıyım ki geri kalan 2 euro da zorladı adamı.
Tetikteyim. Derdim Pocitelj ‘i kaçırmak değil. Orayı görür görmez yakalarım zaten dert değil. Önemli olan yol üzerindeki Buna ‘yı kaçırmamak. Buna… Dünya üzerindeki cennet tasvirimdi benim. Eşim ve ben burayı görür görmez vurulmuştuk. Nasıl anlatayım ki. Nehrin içine kurulmuş gibi bir köy düşünün. Suların arasında evler, suda yüzen ördekler… En kanlı savaşlardan birinin yaşandığı bu topraklarda bir kurtarılmış bölge adeta.
Görüyorum. Gün ışığının altında muhteşem görünüyor gözüme.
Yarım saati az biraz geçiyor ki Pocitelj ‘in kulesi
görünüyor. Bizi haçın önünde indiriyorlar. Az biraz yürüyor ve kasabaya
giriyoruz.
Poçitelj kuruluş itibariyle küçük bir köydür. Ama öyle bir
yerdedir ki… Dubrovnik'ten gelen mallar iç kesimlere ulaştırılmak istendiğinde
mutlaka tek köprünün olduğu Mostar'dan geçmek zorundadır. Mostar 'a giden tek yol
ise buradan geçer. Uzunca bir süre bir yanda nehir bir yanda da sarp kayalıklar
eşlik eder bu yola. İşte köyün olduğu mevkide iki yüksek kayalık vardır ve her
ikisinde de birer kalecik oluşturulmuştur. Bunlardan en güzel ve heybetli olanı
Mostar tarafına bakan kuledir.
Bu kısım Macar kralı Mathias Corvinius tarafından yaptırılmıştır. Corviniuslar dönem itibariyle başımıza en fazla sorun açan hanedandır. Simgeleri kuzgundur. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” deyimi onlara atfedilir.
Fatih döneminde zorluklada olsa köy ve dolayısıyla kale ele
geçirilir. Hemen Anadolu'dan insan takviyesi yapılır. Artık burası bir Türk
köyüdür. Küçük ölçekli bir Safranbolu, bir Beypazarı'dır.
Yorucu oldu. İn cin top oynuyor. Bir ara kardeşim bu ıssızlıktan epeyce huzursuz olmuş olacak ki yanımda bir şey olup olmadığını soruyor. Yanımda bir şey yok, bu kez getirmedim ama “var, aybetin” diyerek geçiştiriyorum.
Kalenin ana gövdesi sağlam. Kuleye giriyoruz. Her yerde de
olduğu gibi katlar çökmüş. Sarmal bir şekilde üst katlara çıkılabilmekte. Bir
katı çıkıyoruz ama sonrasını zorlasakta bir şey çıkarmayacak bize. Kuleyi ve onu saran
duvarları aşarak yamaçta soluklanıp aşağılara, köye, yola ve nehre bakınıp çene
çalıyoruz abi kardeş. Turlar insanları aşağıda yarı yolun bile biraz aşağısında
kalan camiye dek çıkartıyorlar. Bizim olduğumuz kaleye varmak için zaman ve
enerji gerekli.
İniyoruz aşağılara. Gelmesi muhtemel olan ve bizi Mostar'a
geri götürecek araçları bekleyerek, kimi zaman otostop çekerek yaklaşık iki
saat bekliyoruz. Gün yakında bitecek ve kenti dolaşacak pek bir zaman
kalmayacak. En sonunda köyün girişindeki birahane, restoran bozması mekanda
birisi ile anlaşıyoruz. Bizi Mostar'a taşıyacak 15 euroya.
Mostar… Bir zamanlar ip askılı bir köprü ile bile pazarlar
arasında olmanın avantajı ile var olan bir kentmiş. Muhtemelen Most (köprü) ve
stari (eski) kelimelerinden Türk işi bir düşünce ile Mostar ismi türemiş gibi
geliyor bana. Çok bir şey anlatmayacağım. Önceki yazılarda şehirden, köprüden
ve efsanelerden bahsetmiştim.
Bizi taksicimiz başçarşıya paralel bir noktada bırakıyor. Sokaklar tenha. Bugün Hırvatintan – Sırbistan maçının yanı sıra Boşnakların Yunanistan ile maçı var. İkinci önemli değil pek. Ama ilk maç Mostar'da çılgınca beklenmekte.
Başçarşı'yı, "Leyla" isimli şarkıyı mırıldanıp turlarken dün
Saraybosna'da sabah Poçitelj ‘de karşılaştığımız Türk gruba denk geliyoruz.
Yabancı ve yadırgar bakışlarla süzüyorlar bizleri. Ne bir selam ne bir kelam.
Fas'ta da bunlara benzer bir gruba denk gelmiştik ve tepki aynıydı. Bu adamlarla
aramızda Türklük bir ortak payda değil, din ise onların gözünde muhtemelen
dinsiz sayıldığımız için gene bir ortak nokta olmaktan uzak.
Sokaklarda dolandıktan sonra kısa sürede köprüye ulaşıyor ve köprüyü aşağıdan fotoğraflamak için sahile iniyoruz.
Buradan köprü daha heybetli görünüyor. Nehir ise sanki durgunmuşcasına görünsede çok hızlı akıyor ve çokta derin. Anlaşılan su da yükselmiş. Elimi sokuyorum suya. Buz gibi. Muhtemelen dağlardan gelen kar suları bir iki hafta boyunca daha da soğutacak Neretva'yı. Yüzen ördekler, sessizlik, dinginlik. Yıllar öncesinde insanların birbirlerini gırtlaklayıp bir kıyıdan diğerine kurşun ve bomba yağdırdığına hükmetmek çok güç.
Hava kararmaya başlayınca çıkıp Hırvat tarafındaki katedrale
girip ayini izliyoruz. Ana baba günü. İnsanlar en iyi kıyafetleri ile çoluk
çocuk dolaşmışlar. Tamamen propoganda amaçlı inşa edilen yapının içi –bence-
dışından daha iyi. Bosnada geçerli olan Fatih ‘in fermanına göre kiliselerin
çan kuleleri cami minarelerinden uzun olamazdı. Tıpkı tepedeki haç gibi burası
da bu fikre meydan okuma amaçlı inşa edilmiş.
Bir restoran buluyoruz postanenin karşısında. Ben siparişimi
veriyorum. O sırada arkadaşıma kart atmak için postaneye giriyorum. Gerçekten
kart atarken epey eğlenceli anlar yaşıyorum. Neşeliyken çok harika insanlar
bunlar ama… Ama insanları etkilemek, saçma da vahşice de olsa bir amaca
yönlendirmek bu kadar da kolay olmamalı bence.
Otobüse doğru yürürken yolda birşeyler arıyoruz. Bosna
bayrağı ile yoldan geçen tek arabaya el sallıyoruz. Bir o başkası yok. Otobüse
atlıyoruz. Zagreb bakalım bizi nasıl karşılayacak.
0 Yorumlar
Yorumlarınız