Takip Et

8/recent/ticker-posts

Saraybosna, Zagreb Gezisi Gün 2 - Mostar ve Potiçel

Sabah kalkıyoruz erkenden. Toparlanıyoruz ve Tarık'la sözleştiğimiz gibi kapıyı çekip çıkıyoruz. Başçarşı'daki börekçilerden birine kapağı atıyoruz. Tek sıra kıymalı kalmış. Ben patatesli, kardeşimse ıspanaklı yiyor. Bizde kıymalı börekler maliyetler nedeniyle genelde soğan ağırlıklıdır bildiğiniz gibi. Burada bu sorun yok. Doya doya yiyebiliyorsunuz.

Tek handikap Türk olduğumuz anladıkları anda hayatta dinlemediğim Ebru Gündeş, İbrahim Tatlıses şarkıları çalmaları oldu. Burada çayda var ama tahmin edeceğiniz üzere sallama.

Tramvaya atlıyoruz. Saraybosna'nın epeyce mütevazı otobüs terminaline girip Mostar için iki bilet aldık. (9 KM) Hava sanki dün hiç yaşanmamış gibi günlük güneşlik. Dün sulu kar sanki biz bir rüyadayken yağmış sanki.

Saraybosna'nın fakir semtlerinden geçip kırsala ulaşıyoruz. Tarlalar, sert yamaçlar… İnsan duygulanmaktan kendini alıkoyamıyor. Düşünsenize Anadolu'nun bağrından on binler, yüz binler buraya akıyorlar. Savaşmak, fethetmek için. Ülküleri yolunda yürüyorlar. Muhtemelen bu yolların sonunda savaşın, pusunun ve ölümün kendilerini beklediğini bilerek. Benim otobüste giderken bile yıprandığım bu yollarda yürüyordu adamlar.

İlk vardığımız büyük şehir Konjiç. Fi tarihinde Ragusalıların kayıtlarında geçiyormuş ismi. 1382 ‘de bizimkiler almışlar. Neretva Irmağı üzerinde yolun solunda kalan harika bir köprüyü, küçük şirin cami ve evleri bırakmışlar geride. Çok sayıda da Konya ve Karaman'dan getirilen aile ile birlikte.

Yolculuk sürüyor. Neretva epeyce karşı çıkılan ama engel olunamayan bir baraj projesi ile dizginlenmiş buralarda. Manzara harika elbette. Çok ilerilerde karlı dağlar. Masmavi tertemiz bir gök ve zümrüt yeşili nehir. Pasaportum düşmüş yere ben aval aval bakınırken. Neyseki bulup veriyor insanlar.

Nihayet Mostar'a ulaşıyoruz. İner inmez ilk iş gece yarısı bizi Zagreb ‘e götürecek otobüste yer ayırtmak oluyor. (28,5 euro). Gişedeki kadına Pocitelj‘e nasıl gideceğimizi soruyoruz. “Bekleyin” diyor.  Bekliyoruz. Neyi bekliyoruz, bu kısım belirsiz. İç güdüsel bir şekilde bekliyoruz. Dubrovnik ‘e giden otobüse koşuyorum görür görmez.

Bize görmekten pekte hoşnut olmayan görevli bizden iki kişi 8 euro istiyor. 13 euro veriyorum. Amaç cebimde ağırlık yapan ve şıngırdayan bozuklardan kurtulmak. Standart surat ifadesi, kafa kaşıma. Adam neden fazla para verdiğimi anlayabilmiş değil. Muhtemelen fazla para verdiğimiz için abi kardeş bizleri ya deli sanıyor yada kamera şakasında hissediyor kendini. Çözümü verdiğim bozuklukları bana geri vererek başlamakta buluyor. Kafasını iyice karıştırmış olmalıyım ki geri kalan 2 euro da zorladı adamı.


Tetikteyim. Derdim Pocitelj ‘i kaçırmak değil. Orayı görür görmez yakalarım zaten dert değil. Önemli olan yol üzerindeki Buna ‘yı kaçırmamak. Buna… Dünya üzerindeki cennet tasvirimdi benim. Eşim ve ben burayı görür görmez vurulmuştuk. Nasıl anlatayım ki. Nehrin içine kurulmuş gibi bir köy düşünün. Suların arasında evler, suda yüzen ördekler… En kanlı savaşlardan birinin yaşandığı bu topraklarda bir kurtarılmış bölge adeta.

Görüyorum. Gün ışığının altında muhteşem görünüyor gözüme.

Yarım saati az biraz geçiyor ki Pocitelj ‘in kulesi görünüyor. Bizi haçın önünde indiriyorlar. Az biraz yürüyor ve kasabaya giriyoruz.

Hava çok sıcak ve epeyce de güneşli. Geldiğimiz saati de eklersek fotoğraf çekmek için ideal bir saat olmadığı ortada. Ama buralara gelme sebebimiz salt fotoğrafçılığın çok çok ötesinde. Burası en batıdaki Türk köyü.

Poçitelj kuruluş itibariyle küçük bir köydür. Ama öyle bir yerdedir ki… Dubrovnik'ten gelen mallar iç kesimlere ulaştırılmak istendiğinde mutlaka tek köprünün olduğu Mostar'dan geçmek zorundadır. Mostar 'a giden tek yol ise buradan geçer. Uzunca bir süre bir yanda nehir bir yanda da sarp kayalıklar eşlik eder bu yola. İşte köyün olduğu mevkide iki yüksek kayalık vardır ve her ikisinde de birer kalecik oluşturulmuştur. Bunlardan en güzel ve heybetli olanı Mostar tarafına bakan kuledir.

Bu kısım Macar kralı Mathias Corvinius tarafından yaptırılmıştır. Corviniuslar dönem itibariyle başımıza en fazla sorun açan hanedandır. Simgeleri kuzgundur. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” deyimi onlara atfedilir.

Fatih döneminde zorluklada olsa köy ve dolayısıyla kale ele geçirilir. Hemen Anadolu'dan insan takviyesi yapılır. Artık burası bir Türk köyüdür. Küçük ölçekli bir Safranbolu, bir Beypazarı'dır.

Hemen küçük kaleye yöneldik. Girişteki hamamı sola alıp küçük meydana dek ilerledik ve saat kulesinin orada soluklandık. Manzara harika. Biraz daha ilerledik ama artık bir yol kalmayınca zorlamayıp kulenin olduğu kaleye yöneldik.

Yorucu oldu. İn cin top oynuyor. Bir ara kardeşim bu ıssızlıktan epeyce huzursuz olmuş olacak ki yanımda bir şey olup olmadığını soruyor. Yanımda bir şey yok, bu kez getirmedim ama “var, aybetin” diyerek geçiştiriyorum.

Kalenin ana gövdesi sağlam. Kuleye giriyoruz. Her yerde de olduğu gibi katlar çökmüş. Sarmal bir şekilde üst katlara çıkılabilmekte. Bir katı çıkıyoruz ama sonrasını zorlasakta  bir şey çıkarmayacak bize. Kuleyi ve onu saran duvarları aşarak yamaçta soluklanıp aşağılara, köye, yola ve nehre bakınıp çene çalıyoruz abi kardeş. Turlar insanları aşağıda yarı yolun bile biraz aşağısında kalan camiye dek çıkartıyorlar. Bizim olduğumuz kaleye varmak için zaman ve enerji gerekli.

Paralel yollardan fotoğraf çekerek öteki kaleye doğru bir yürüyüşe geçtik. Kimsecikler yok sokaklarda. Abi kardeş insansız bir yerleşimi keşfedermiş gibiyiz. En üst noktada, surların açık kapısından dışarı çıktığımızda şaşırıyorum. Burada bir yerleşim varmış. Öteki kaleye ilerliyoruz. Pek birşeyi kalmamış, yeni onarılmış bir yapı burası. İlerilerde karlı dağlar var Mostar yönünde.

İniyoruz aşağılara. Gelmesi muhtemel olan ve bizi Mostar'a geri götürecek araçları bekleyerek, kimi zaman otostop çekerek yaklaşık iki saat bekliyoruz. Gün yakında bitecek ve kenti dolaşacak pek bir zaman kalmayacak. En sonunda köyün girişindeki birahane, restoran bozması mekanda birisi ile anlaşıyoruz. Bizi Mostar'a taşıyacak 15 euroya.

Mostar… Bir zamanlar ip askılı bir köprü ile bile pazarlar arasında olmanın avantajı ile var olan bir kentmiş. Muhtemelen Most (köprü) ve stari (eski) kelimelerinden Türk işi bir düşünce ile Mostar ismi türemiş gibi geliyor bana. Çok bir şey anlatmayacağım. Önceki yazılarda şehirden, köprüden ve efsanelerden bahsetmiştim.

Bizi taksicimiz başçarşıya paralel bir noktada bırakıyor.  Sokaklar tenha. Bugün Hırvatintan – Sırbistan maçının yanı sıra Boşnakların Yunanistan ile maçı var. İkinci önemli değil pek. Ama ilk maç Mostar'da çılgınca beklenmekte.

Başçarşı'yı, "Leyla" isimli şarkıyı mırıldanıp turlarken dün Saraybosna'da sabah Poçitelj ‘de karşılaştığımız Türk gruba denk geliyoruz. Yabancı ve yadırgar bakışlarla süzüyorlar bizleri. Ne bir selam ne bir kelam. Fas'ta da bunlara benzer bir gruba denk gelmiştik ve tepki aynıydı. Bu adamlarla aramızda Türklük bir ortak payda değil, din ise onların gözünde muhtemelen dinsiz sayıldığımız için gene bir ortak nokta olmaktan uzak.

Camide bakım olduğu için gene minareye çıkamıyoruz ve ancak avlusundan fotoğraflıyoruz köprüyü. Köprü bu kez gözüme hoş görünüyor güneşin altında. Geçen sefer geldiğimizde ulaşamadığımız kuzey bölgelerine gidiyoruz. Bir zamanlar güzel olan yapılar urşun ve bombalar ile delik deşik edilmiş. Spor salonuna benzer, duvarları rölyeflerle süslü yapı etrafı sarılı bir şekilde kapalı tutuluyor. Birbirinden güzel kızlar sanki bu olaylar hiç olmamış, etraflarında bu binalar yokmuşcasına ilerliyorlar.

Parklardaki mezarlıklar, şehitlikler halen bakımlı. Geçen sefer denk geldiğim Turkoviç ‘in mezarına gidip bir fatiha okuyorum. Ölüm yılları 92 gibi genelde. Şuç müslüman olmanız ve Türk kabul edilmeniz. Sonuç ise öldürülmek. Buraya Sırp pek bulaşmadı. Burada işlenen cinayetlerin sorumlusu Hırvatlar. Ama bizim taraf tüm suçları ve bunların kaynaklarını salt Sırp tarafına yıkmakla meşgul. Bu mu hakkaniyet, bu mu Türk olmak. Eğer Türklerin adaleti diye bir kavram halen bu topraklarda saygıyla anılıyorsa bu kendi askerini bile kurallara uymadığı, halka zulmettiği için idam edebilen bir otoriteden kaynaklanıyor. Ama Hırvatistan her daim Avrupa Birliğine göz kırpan katolik bir ülkeydi. Almanya ve İtalya gibi güçler arkasındaydı.


Sokaklarda dolandıktan sonra  kısa sürede köprüye ulaşıyor ve köprüyü aşağıdan fotoğraflamak için sahile iniyoruz.

Buradan köprü daha heybetli görünüyor. Nehir ise sanki durgunmuşcasına görünsede çok hızlı akıyor ve çokta derin. Anlaşılan su da yükselmiş. Elimi sokuyorum suya. Buz gibi. Muhtemelen dağlardan gelen kar suları bir iki hafta boyunca daha da soğutacak Neretva'yı. Yüzen ördekler, sessizlik, dinginlik. Yıllar öncesinde insanların birbirlerini gırtlaklayıp bir kıyıdan diğerine kurşun ve bomba yağdırdığına hükmetmek çok güç.

Hava kararmaya başlayınca çıkıp Hırvat tarafındaki katedrale girip ayini izliyoruz. Ana baba günü. İnsanlar en iyi kıyafetleri ile çoluk çocuk dolaşmışlar. Tamamen propoganda amaçlı inşa edilen yapının içi –bence- dışından daha iyi. Bosnada geçerli olan Fatih ‘in fermanına göre kiliselerin çan kuleleri cami minarelerinden uzun olamazdı. Tıpkı tepedeki haç gibi burası da bu fikre meydan okuma amaçlı inşa edilmiş.

Çıkıyoruz. Yola devam. Sırplar 1-0 mağlup. Sırpları desteklediğim için Hırvatlarla biraz gerginlik yaşıyorum ama kardeşimin de uyardığı gibi uzatmıyorum. Kalabalık, bir kafe dolusu ve en kısasının ancak omzuna dek geldiğim bir gruba dalmak akıl karı değil. 

Bir restoran buluyoruz postanenin karşısında. Ben siparişimi veriyorum. O sırada arkadaşıma kart atmak için postaneye giriyorum. Gerçekten kart atarken epey eğlenceli anlar yaşıyorum. Neşeliyken çok harika insanlar bunlar ama… Ama insanları etkilemek, saçma da vahşice de olsa bir amaca yönlendirmek bu kadar da kolay olmamalı bence.

Yemekten sonra bir kafe buluyoruz. Hava çoktan karardı. Gayet güzel bir kafa ama bedavaya yakın fiyatlar. Boşnaklar Yunanlılara karşı ilk golü atıyor. Bir masa biraz sevinçli. Penaltı pozisyonunda biraz bağırıp masaya vuruyorum. Benden güç alan bir başka masa daha tepki veriyor. Gol oluyor bağırıyorum ama benden başka bağırıp çağıran yok. Futbol mu önemsiz, yoksa ulusal bir başarının üç cumhurbaşkanı, yüzlerce milletvekili olan bir ülkede özgürce söze ve tepkiye dönüştürülememesi mi? Bilmiyorum ve Balkan problemleri içerisinde kaybolmak ve taraf olmak istemiyorum. Atalarımın yüzlerce yıl önce yaptığı gibi taraflardan biri olmak yerine kendisinin başlı başına bir taraf olmasının en mantıklı hareket olduğunu anlıyorum sadece.

Otobüse doğru yürürken yolda birşeyler arıyoruz. Bosna bayrağı ile yoldan geçen tek arabaya el sallıyoruz. Bir o başkası yok. Otobüse atlıyoruz. Zagreb bakalım bizi nasıl karşılayacak.

Yorum Gönder

0 Yorumlar