Takip Et

8/recent/ticker-posts

Saraybosna, Zagreb Gezisi Gün 3 - Zagreb

Mostar'dan ayrılıp kıvrıla kıvrıla bir dağa tırmanıyoruz. O kadar çok döndük ki rahatsız olmadım değil. Kardeşim takmaz böyle şeyleri. Lunaparklardaki en çılgın şeylere defalarca biner çocukluğundan beri. Mostar ışıl ışıl görünmekte. Yukarıdan aslında çok büyük bir kent olduğunu anlıyorum. Belki de göz yanılgısı.

Araçta fazlaca insan yok ama uyku tutmuyor beni bir türlü. Sınıra varıyoruz. Bosna'dan çıkış problemsiz. Babacan görünümlü bir memur gelip kerhen bir göz atıyor. Çıkıyoruz. Hırvatistan'da ise tüm pasaportlar alınıyor. Bekle babam bekle. Neyse ki epeyce bir zaman geçince muavin bana sesleniyor. Aşağıya iniyorum. Orta yaşlı, topluca bir polis beni sorgulamaya başlıyor. İlk soru çok anlamlı ve kendi cevaplıyor.

“Neden geldin? Turistik olmalı. Değil mi?”

İyi İngilizcem varmış. “Önceden Dubrovnik ‘e gitmiştik. Zaten bunu pasaportu incelerken damgalardan görmüş olmalısınız. Zagreb ‘e giden arkadaşlarım kuzey taraflarının çok güzel olduğunu söylemişlerdi. Kardeşimle beraber gezmeye geldik.”

Sırf kıllık olsun diye komplike cümleler kurdum adama. Kardeşimi de indirdiler. Benim için neşeli olsa da kardeşim için gergin saatler bunlar. Şimdiye dek bir kez olsun kara sınırı geçmemiş birisi kardeşim, böyle sorular hiç sorulmamış.

“Zagreb is capital, expensive” diyor, “you have more than 100 euro daily”

Acaba rüşvet mi isteyecek geçebilmemiz için diye düşünüp tüm miktarı söylemeyeyim diyorum cevaplarken. “ It’s not a problem, i have more maybe nearly four”

Adam tamam diyor ama bizim çantalara bakmak için arkaya çekiyor. Benim tablet, fotoğraf makinası, çoraplar ve donlar ikna edici olmuş olacak ki kardeşimin çantayla pek oyalanmıyor. İnsanların bakışları ise görmeye değer. Sanki dünyanın en korkulu suçluları bizmişiz ama bir şekilde enselenmemeyi yine başarmışız gibi çekingen bakışlarla süzüyorlar bizi araca dönerken.

Kardeşim bana sesleniyor. “Abi aşağılandık farkında mısın?” Sesinden ne denli sinirli olduğunu anlıyorum.

“Hayır adam görevini yaptı. İtin kopuğun ülkesine girmemesi için standart bir prosedür. En kolay geçişlerimden birisi oldu bu. ”

İkna olmadı kardeşim, zaten kolay ikna edilemez. “Nasıl olur da utanmadan üstümdeki para miktarını sorabilir. İngilizcen de iyiymiş bu arada.”

Olayı dalgaya vuruyorum. “Çulsuzları almıyorlar kızım işte. Zaten adam bende çok para olduğunu duyunca korktu. Bu zenginleri ülkeye almazsam ekonomi sarsılır”

Pek ikna olmasa da uzatmıyor. Sınırı geçtikten sonra bir yerde duruluyor ve otobüs değiştiriliyor. Neyse millet bizden daha uyku sersemi olmalı ki kolaylıkla yer bulabiliyoruz.

Uyku tutmuyor. Zagrebe girdiğimizde büyükçe ve organize bir kente geldiğimizi anlıyorum. Garda bu durum kendini iyice belli ediyor. Hemen gece için Saraybosna biletini hallediyoruz. (27 euro)

Zagreb çok eski bir kent değil. İlk defa 1094 yılında adı geçmekte. 1851 ‘e dek Kaptol ve Gradec adlı birbirini çekemeyen, kimi zaman savaşan iki şehir varmış. Bu iki şehir birleştirilerek bir tane Zagreb elde edilmiş.

Efsaneye göre Hırvat krallarından birisi susuz askerleri ile buradan geçmektedir. Kılıcı ile yere vurur ve vurduğu yer yarılır ve su sızmaya başlar. Kral askerlerine toprağı kazmalarını emreder. “Zagrabiti” diye haykırır yani “kaz” der toprağı.

Tarihi olarak 1242 yılında Tatarların şehri yakıp yıkması dışında bizle ilgili net bir bilgiye ulaşamadım. Bizle ilgili olarak tıpkı Ljubljana'daki  gibi bir rivayetler yumağında kayboldum. Akıncıların şehri bir kere ele geçirip daha sonra Avusturyalılara satmışlar. Kesin olan 1469 yılının Eylül sonunda Osmanlı Ordusu'nun Sava Irmağı'nın güneyine dek ilerledikleri ama şehri saldırmadıkları şeklinde.

Yugoslav iç savaşında iki, üç kere Sırplar havadan şehri bombalamış ama gerisini getirmemişler.

Geçen Dubrovnik gezisinden kalan kunalar tramvayda gidiyor. Ulaşım gerçekten pahalı bu şehirde. Tramvay sürücüsünden aldığım biletlerin her birine 15 kn verdim ki bu para neredeyse 2 euro.

Kolaylıkla şehrin ana meydanı olan Josipa Jelacica Meydanı'na ulaşıyoruz. Tramvaydan hiç inmemek belki de en iyisiydi. Saat daha yedi olmadı. Elektronik tabela 0 dereceyi gösteriyor ama sert rüzgar bunu daha az hissettiriyor. Hatta arka taraftaki bir duvarda yer alan derin dekolteli Irına Sheik fotoğrafı bile içimi ısıtmaya yetmiyor.

Titriyoruz. Meydanın adı Ban Jelaçiç’ten gelmekte. Ban vali düzeyinde bir yönetici. Julaçiç Hırvatların daha fazla hakka sahip olması için Macarlara karşı savaşa yeltenmiş ama başarısız olmuş. Zaten eskiden bu heykelin yüzü Budapeşte'ye bakarmış ama Yugoslavya'daki iç savaştan sonra öteki düşman listelerde zirve yapınca bir numaraya yükselmiş. Evet, Hırvatların düşmanları Macarlar, Sırplar ve elbetteki bizler. Macarlar bu halkı epeyce ezmişler. Bakmayın günümüz naif Hırvat halkına. Ortaçağ ve ötesinde tıpkı İsviçreliler gibi Avrupa ordularında paralı asker olarak yer almışlar. Öyleki askerler karışmamak için boyunlarına kırmızı beyaz ekoseli bir mendil takarmış. Zamanla Hırvatların taktığı bu bezler biraz şekil değiştirerek günümüzdeki kravatlara dönüşmüş.

Macarlara dönelim kısaca. Macarlar kendi kimliklerini bulur bulmaz çevrelerine akınlara başlarlar. Hırvatlar kolaylıkla alt edilir. Hatta Hırvatların “Macarın okunun düştüğü yerde ot bitmez” şeklinde bir sözleri var.

Burada fazla oyalanmaksızın elimizdeki haritanın yardımıyla yukarı mahalle denilen Kaptol bölgesine yürüyoruz. Kaptol sanırım kapitol kelimesinden yürümüş olmalı. Burada Kutsanmış Bakire Meryem Kilisesi'ne girmeye çalışıyoruz ama henüz açılmamış. Etrafındaki kuleli duvarlar kiliseyi Osmanlılardan korumak için inşa edilmiş. Çok güzel, gotik görünümlü bir giriş kapısı var. Çift çan kuleli, Fransız Kiliselerini andırıyor. Kapıya abanıyorum ama nafile. Yaşlı teyzeler geliyor peşi sıra. Herhalde beni ve kardeşimi sabahın köründe kapıyı ittirirken görünce mutlu oluyorlar. Bir de “dober den” diye selamlıyorum. Muhtemelen bizim için, “ne dindarlar yazık ki ufak tefekler” demiş olmalılar.

Kilisenin önündeki meydanda yüksek bir sütunun üzerine bir Meryem Ana ikonası koymuşlar  ve üç tane de dev boyutta Paskalya yumurtası yerleştirmişler. Katoliklerin Paskalyasına çok kalmadı. Bir iki fotoğraf çektirip katedralin açıldığını görür görmez içeri sızıverdik.

Katedralin içinde diğer benzeri Katolik kiliselerinden farklı olarak, girişin sağ duvarında kril olmayan başka bir alfabe ile dini bir şeylerin yazılı olması dikkatimi çekti. Ama gerek alfabe gerekse zaten bu Slavların dillerinin şahsına münhasır kelimelerle dolu olası nedeniyle bir şey anlayamadım.

Eskiden de burada benzeri bir kilise varmış. Tatarlar burayı ele geçirdiklerinde, 1242 ‘de kiliseyi de yıkmışlar.

Çıktık. Hava açık olacak ama sıcak olacağının garantisi yok. Yol boyunca ilerliyoruz. Yaşlı insanlar kiliselere giriyorlar. Soldaki bir kiliseye giren yaşlıca bir kadını takip ediyoruz. İçerideki küçük bölmelerin birinde içtenlikle dua ediyor. “Bu kadar yaşadığı için şükrediyor olmalı” diyorum, kardeşimse “en son ne zaman içtenlikle durumuna şükrettin” diye yanıtlıyor. Kalakalıyorum orada, haklı.

Sokaklarda dolanıp tekrar ana meydana iniyoruz. Bir alışveriş merkezine giriyoruz. Üst katında, küçük bir dükkan açılmış. Hemen kuruluyoruz. Bir bardak kahve ve bir kruvasan. Ama kruvasan gayet taze. Epeyce zaman geçiriyoruz. Henüz kimsenin gelmediği tuvalette kendimizi toparladık. Saçlarımızı, dişlerimizi temizlemek bizi kendimize getirdi.

Çıkıyoruz. Tramvay yolunu takip ediyoruz. Daha dükkanlar açılmadı. Bir heykelin olduğu noktadan sağa sapıp hafif bir bayırı çıkmaya başlıyoruz. Üst mahalleye gidiyoruz. Bir seyir terası var burada. Zaten tam altımızda bir funiküler da mevcut. Çok da harika olmasa da az biraz manzarası var.

Devam ediyoruz. Biz kalburüstü bir mahalle olduğunu gösteriyor. Sinan ‘ın dediği “Kırık Kalpler Müzesi'ne” ulaşıyoruz.

Çok ilginç bir fikirden yola çıkılmış. Dünyadan çeşitli yerlerden gelen kalbi kırık tiplerin doldurduğu bir defter var girişin solunda. Şöyle bir göz attım. Muhtemelen dünyanın en ağır kitabıdır, duygusal olarak elbette. Nasıl betimlemeli…. Sayfaların her bir yanı görünmeyen gözyaşları, aşk kırıntıları, kırılmış, parçalanmış kalpler ile bezeli adeta. Çeşitli dillerde umutsuz aşklardan kaynaklanan hüzün kendini hissettiriyor, insanı bunaltıyor. Kazandığım ve kaybettiğim aşklarımı düşünüyorum da… Bir şeyler yazsam mı diyorum, üşeniyorum. Kendim zaten başlı başına mobilize bir kırık kalpler müzesi değil miyim zaten? 

İçeri giriş pahalı. Zaten kasadaki kız sevgilisinden daha yeni şutlanmış gibi bir tepkiyle insanlara yaklaşıyor. Girişte satılan hatıralık eşyalar, tişörtler zekice tasarımların ürünü ama fiyatları ateş pahası. Sadece basit bir silgi bile 10 euro.

Bizim ülkeden de iki parça varmış içeride. İki hüzünlü aşkın bakiyesi olarak sadece iki parça. Katılımcı olmamayı çok iyi başardığımızı hissediyorum.

Yıllar önce yazdığım bir şiiri mırıldanırken buluyorum kendi kendimi belli belirsiz.

O kadar çok aşk var ki hayatımda, kimi an kadar canlı kimi zaman kadar eski,

O kadar çok sima var ki gözümün önünde, 

kimi yanağına dokunacağım kadar canlı kimi ise sisler ardında belli belirsiz,

O kadar çok ad var ki dilimin ucunda; 

bir zamanlar duaymışcasına mırıldanıpta sonrasında küfürlerle yad ettiğim

Ah, yaşıyorum, belki iyi belki kötü; belki doğru belki yanlış.

Çıkıyoruz. Markov Meydanı'na doğru ilerliyoruz. Buradaki Aziz Mark Kilisesi, tarihi 13. Yy a dek inen bir yapı. En ilginç özelliği rengarenk çatısında Dalmaçya, Slovenya ve sağda da Zagreb ‘in armalarının işlenmiş olması. Kapalı olan giriş kapısının kendisi ve çevresindeki işlemeler görülmeye değer.

Meydanın etrafı başkanlık sarayı gibi resmi binalara ev sahipliği yapıyor ama ekstradan değil normal bir güvenlik bile söz konusu değil.

İlerliyoruz. Taş kapı denilen yerde ilginç bir mezar var. Bizimkileri andıran bir mezar. Yok, bizimle ilgisi yok. Kimindir, nedir yazılmamış, işlenmemiş. Biraz dinlenip yokuş aşağı Kaptol bölgesine doğru yürümeye devam ederken soğuğu hissetmeksizin dolanan Japon turist kafilesine denk geliyoruz. Güneş çıktı ama dekor niyetine. Halen hava buz gibi. Fotoğraf makinasının pilleri de pes etti olağandışı olarak. Sağolsun, kardeşim kendi makinasını bana vererek moralimi düzeltti.

Dolaç Pazarı'na dönüyoruz yeniden. Tüm pazar canlanmış, herkes geziniyor. Bizim için soğuk olsa da güneş psikolojik olarak yerlileri canlandırmış olmalı. Muzun 1 euro olduğunu raflarda ısrarla aramama rağmen bizim ülken bir şey bulamadım. İspanya ve İtalya hatta tüm kuzey Afrika ülkeleri ürünlerini yığmışlar pazara. İncir alıyoruz, değişik bir incir bu. Bir kiloda muz, ama ne muz J

Pazarın sonundaki merdivenlerden iniyoruz. Burada çiçekçiler var. Önemli bir gün olmalı bugün. Evet bu şehri ilk kez şereflendiriyorum. Şaka bir yana her yaştan dişi varlığın elinde sarı çiçekler yada gri, yeşil bir dal var. Nedir diye soracak İngilizce bilen birine denk gelmiyorum bir türlü.

Tekrar Josipa Jelecica Meydanı'ndayız. Ana baba günü. Gazetelere bakılırsa dün gece Sırpları yendikleri maçın kutlamalarında halk dağıtmış. Bugün ise sıradan bir tatil gününün buluşmaları için heyecanlı bir bekleyiş var insanlarda. Yaşam devam ediyor anlayacağınız.

Lonely Planet ‘in gezi haritası doğrultusunda şehri arşınlamaya devam ediyoruz. Bir ara kardeşime “Samovor” denen yere gitmeyi teklif ediyorum ama Poçitelj bekleyişinden sonra aslında ben de pek istekli değilim. Zagreb yeter deyip yürüyoruz. Soğuk yıpratıcı ama Allah'tan Kırım'dan gelen genlerimiz arasında inatçılık halen kendini en belirgin haliyle gösteriyor.

Nehre kadar gidelim diyoruz. Zagreb heykellerin ve zarif binaların kenti. Sevdim ki ne sevdim. Tüm eski Yugoslavya ülkelerindeki gibi binalarda yaşamış kişilerin büstleri duvarlara yerleştirilmiş, şairlerin, bilim adamlarının heykelleri hayatın akışı içinde farkına varmadan yanlarından geçip gidebileceğiniz kadar hayatın içinde ama gözden kaçıramayacağınız kadar güzel. Mesela yürürken oturmuş, sizi düşünceli bakışlarla süzen bir Tesla heykeline denk geliyorsunuz. Tesla Sırp olmasına rağmen günümüzde Hırvatistan sınırları içerisinde kalan bir köyde doğduğu için Hırvatlarca da sahipleniliyor. Kanımca, Tesla yaşıyor olsa yapacağı bir cihazla bu iki milleti de yok eder ve “ben tüm insanlık için çabaladım, siz ise tüm insanlığı yerin dibine sokmak için” derdi.

Art neuveau derseniz Riga ve Kiev ikilisinin yanında duraksamaksızın harika binaları ve bu binaların üzerlerinde duran heykel ve süslemeleri ile bu şehri eklerim.

Üniversitenin yanındaki küçük bir kafeye giriyoruz. Kahveye katılan sütün tadı  o denli doğal ki… Buradaki internet vasıtasıyla gene ev ile kontak kuruyor, sağa sola haber atıyoruz.

Yürümeye devam. Bir dükkana giriyoruz. Kasiyer kızla muhabbet ansızın yeni girdikleri Avrupa Birliği ve sonuçları üzerine devam ediyor. “Faydaları var” diyor kız ama her yerde duyduğumuz standart söylemle devam ediyor konuşmasına.”Zengin daha zengin, fakir daha fakir olacak ve aralarında da bir uçurum olacak”

Epey yorucu bir yolculuğun ardından nehre ulaşıyoruz ulaşmasına da görecek bir şey yok. Alışıldık Avrupa kentlerinin aksine Zagreb yakınlarındaki nehrin kıyısına yaşamı pek taşımamış. Bu elbette iyi yada kötü olarak eleştirel yaklaşımlara açık bir düşünce. Sava Nehri buradan akıp geçecek ve Belgrad'da Tuna'ya kavuşacak. Ve bu buluşma Belgrad Kalesi'nden izlenecek.

Dönüşe geçtik. Bitmeyen bir yürüyüş ile gene meydana vardık. İstanbul'da böbrekleri bırakıp çıkacağımız bir mekanda tıka basa üç otuza karnımızı doyurduk. Zagreb'te sadece ulaşım pahalı ama onun dışında her şey ucuz.

Dolaç Pazarı'nda in cin top oynuyor. Üşenmiyor Ilıca kısmına dek yürüyoruz. Yapacak bir şey olmadığı için zaman geçirmek için yürüyoruz. Yorulduk ama teslim olmak yok. Ilıca tarafları fakir görünümlü. Küçük dükkanlar bizim için biçilmiş kaftan. Tatlıcılara girip beğendiğimiz her şeyden çifter çifter alıp tadıyoruz. Hiç bir şey pahalı değil ki.

Bir kafeye atlıyoruz. Saatlerce takılıp vakit geçiriyor serbestçe cihazlarımızın pillerini dolduruyoruz. İnsanları izliyoruz. Aynı soydan olsalarda Sırplardan da, Boşnaklardan da tip olarak çok farklılar. Açık saçıklar deseniz de Sırplar kadar atak değiller. Yani Hırvat kız sarışın, masmavi gözlü de olsa bir Sırp kadar dikkat çekici olamıyor. Erkekler ise çokta kalıplı değil. (Benden gene iriler, benle kıyaslamayın lütfen) Ama Sırplar gibi badi bilmem ne tarzı sporlar pek ön planda değil gibi. 

Artık dönüş vakti. Doğruca kaçak olarak otobüs terminaline gidiyoruz. Cebimizdeki son kunalar ile son bir kahve alarak otobüsümüzü beklemeye koyuluyoruz.

Unutmadan, her gün saat 12 olduğunda kuledeki top ateşlenir. Bizdeki kolpacı, ağzı açık gezen gezgin kardeşlerimiz bu top ile şehir sakinlerinin saatlerini ayarladıklarından bahsederler. Belki bir dönem için doğrudur. 1800‘lerin sonunda bu top olayı gelenekleşir ama kökeni birkaç yüzyıl öncesine uzanır. 1593 ‘te Hırvatların Sisak ama Almanların Siska dediği yerde Türk Ordusu gelmiş geçmiş en büyük hezimetlerinden birini alır. İşte o top her Allah'ın günü bu olayın anısına patlatılır.

Zagreb ‘e gitmeden http://www.mgz.hr/en/display/portal/ sitesine bakın. Ben çok sonraları keşfettim.

Yorum Gönder

0 Yorumlar