Mostar'dan ayrılıp kıvrıla kıvrıla bir dağa tırmanıyoruz. O kadar çok döndük ki rahatsız olmadım değil. Kardeşim takmaz böyle şeyleri. Lunaparklardaki en çılgın şeylere defalarca biner çocukluğundan beri. Mostar ışıl ışıl görünmekte. Yukarıdan aslında çok büyük bir kent olduğunu anlıyorum. Belki de göz yanılgısı.
Araçta fazlaca insan yok ama uyku tutmuyor beni bir türlü.
Sınıra varıyoruz. Bosna'dan çıkış problemsiz. Babacan görünümlü bir memur gelip
kerhen bir göz atıyor. Çıkıyoruz. Hırvatistan'da ise tüm pasaportlar alınıyor.
Bekle babam bekle. Neyse ki epeyce bir zaman geçince muavin bana sesleniyor.
Aşağıya iniyorum. Orta yaşlı, topluca bir polis beni sorgulamaya başlıyor. İlk
soru çok anlamlı ve kendi cevaplıyor.
“Neden geldin? Turistik olmalı. Değil mi?”
İyi İngilizcem varmış. “Önceden Dubrovnik ‘e gitmiştik.
Zaten bunu pasaportu incelerken damgalardan görmüş olmalısınız. Zagreb ‘e giden
arkadaşlarım kuzey taraflarının çok güzel olduğunu söylemişlerdi. Kardeşimle
beraber gezmeye geldik.”
Sırf kıllık olsun diye komplike cümleler kurdum adama.
Kardeşimi de indirdiler. Benim için neşeli olsa da kardeşim için gergin saatler
bunlar. Şimdiye dek bir kez olsun kara sınırı geçmemiş birisi kardeşim, böyle
sorular hiç sorulmamış.
“Zagreb is capital, expensive” diyor, “you have more than
100 euro daily”
Acaba rüşvet mi isteyecek geçebilmemiz için diye düşünüp tüm
miktarı söylemeyeyim diyorum cevaplarken. “ It’s not a problem, i have more
maybe nearly four”
Kardeşim bana sesleniyor. “Abi aşağılandık farkında mısın?” Sesinden ne denli sinirli olduğunu anlıyorum.
“Hayır adam görevini yaptı. İtin kopuğun ülkesine girmemesi
için standart bir prosedür. En kolay geçişlerimden birisi oldu bu. ”
İkna olmadı kardeşim, zaten kolay ikna edilemez. “Nasıl olur
da utanmadan üstümdeki para miktarını sorabilir. İngilizcen de iyiymiş bu
arada.”
Pek ikna olmasa da uzatmıyor. Sınırı geçtikten sonra bir
yerde duruluyor ve otobüs değiştiriliyor. Neyse millet bizden daha uyku sersemi
olmalı ki kolaylıkla yer bulabiliyoruz.
Uyku tutmuyor. Zagrebe girdiğimizde büyükçe ve organize bir
kente geldiğimizi anlıyorum. Garda bu durum kendini iyice belli ediyor. Hemen
gece için Saraybosna biletini hallediyoruz. (27 euro)
Zagreb çok eski bir kent değil. İlk defa 1094 yılında adı
geçmekte. 1851 ‘e dek Kaptol ve Gradec adlı birbirini çekemeyen, kimi zaman
savaşan iki şehir varmış. Bu iki şehir birleştirilerek bir tane Zagreb elde
edilmiş.
Efsaneye göre Hırvat krallarından birisi susuz askerleri ile
buradan geçmektedir. Kılıcı ile yere vurur ve vurduğu yer yarılır ve su sızmaya
başlar. Kral askerlerine toprağı kazmalarını emreder. “Zagrabiti” diye haykırır
yani “kaz” der toprağı.
Yugoslav iç savaşında iki, üç kere Sırplar havadan şehri
bombalamış ama gerisini getirmemişler.
Geçen Dubrovnik gezisinden kalan kunalar tramvayda gidiyor.
Ulaşım gerçekten pahalı bu şehirde. Tramvay sürücüsünden aldığım biletlerin her
birine 15 kn verdim ki bu para neredeyse 2 euro.
Kolaylıkla şehrin ana meydanı olan Josipa Jelacica Meydanı'na ulaşıyoruz. Tramvaydan hiç inmemek belki de en iyisiydi. Saat daha yedi olmadı. Elektronik tabela 0 dereceyi gösteriyor ama sert rüzgar bunu daha az hissettiriyor. Hatta arka taraftaki bir duvarda yer alan derin dekolteli Irına Sheik fotoğrafı bile içimi ısıtmaya yetmiyor.
Titriyoruz. Meydanın adı Ban Jelaçiç’ten gelmekte. Ban vali
düzeyinde bir yönetici. Julaçiç Hırvatların daha fazla hakka sahip olması için
Macarlara karşı savaşa yeltenmiş ama başarısız olmuş. Zaten eskiden bu heykelin
yüzü Budapeşte'ye bakarmış ama Yugoslavya'daki iç savaştan sonra öteki düşman
listelerde zirve yapınca bir numaraya yükselmiş. Evet, Hırvatların düşmanları
Macarlar, Sırplar ve elbetteki bizler. Macarlar bu halkı epeyce ezmişler.
Bakmayın günümüz naif Hırvat halkına. Ortaçağ ve ötesinde tıpkı İsviçreliler
gibi Avrupa ordularında paralı asker olarak yer almışlar. Öyleki askerler
karışmamak için boyunlarına kırmızı beyaz ekoseli bir mendil takarmış. Zamanla
Hırvatların taktığı bu bezler biraz şekil değiştirerek günümüzdeki kravatlara
dönüşmüş.
Burada fazla oyalanmaksızın elimizdeki haritanın yardımıyla
yukarı mahalle denilen Kaptol bölgesine yürüyoruz. Kaptol sanırım kapitol
kelimesinden yürümüş olmalı. Burada Kutsanmış Bakire Meryem Kilisesi'ne girmeye
çalışıyoruz ama henüz açılmamış. Etrafındaki kuleli duvarlar kiliseyi
Osmanlılardan korumak için inşa edilmiş. Çok güzel, gotik görünümlü bir giriş
kapısı var. Çift çan kuleli, Fransız Kiliselerini andırıyor. Kapıya abanıyorum
ama nafile. Yaşlı teyzeler geliyor peşi sıra. Herhalde beni ve kardeşimi
sabahın köründe kapıyı ittirirken görünce mutlu oluyorlar. Bir de “dober den”
diye selamlıyorum. Muhtemelen bizim için, “ne dindarlar yazık ki ufak tefekler”
demiş olmalılar.
Kilisenin önündeki meydanda yüksek bir sütunun üzerine bir Meryem Ana ikonası koymuşlar ve üç tane de dev boyutta Paskalya yumurtası yerleştirmişler. Katoliklerin Paskalyasına çok kalmadı. Bir iki fotoğraf çektirip katedralin açıldığını görür görmez içeri sızıverdik.
Katedralin içinde diğer benzeri Katolik kiliselerinden
farklı olarak, girişin sağ duvarında kril olmayan başka bir alfabe ile dini bir
şeylerin yazılı olması dikkatimi çekti. Ama gerek alfabe gerekse zaten bu
Slavların dillerinin şahsına münhasır kelimelerle dolu olası nedeniyle bir şey
anlayamadım.
Eskiden de burada benzeri bir kilise varmış. Tatarlar burayı
ele geçirdiklerinde, 1242 ‘de kiliseyi de yıkmışlar.
Sokaklarda dolanıp tekrar ana meydana iniyoruz. Bir alışveriş merkezine giriyoruz. Üst katında, küçük bir dükkan açılmış. Hemen kuruluyoruz. Bir bardak kahve ve bir kruvasan. Ama kruvasan gayet taze. Epeyce zaman geçiriyoruz. Henüz kimsenin gelmediği tuvalette kendimizi toparladık. Saçlarımızı, dişlerimizi temizlemek bizi kendimize getirdi.
Çıkıyoruz. Tramvay yolunu takip ediyoruz. Daha dükkanlar
açılmadı. Bir heykelin olduğu noktadan sağa sapıp hafif bir bayırı çıkmaya
başlıyoruz. Üst mahalleye gidiyoruz. Bir seyir terası var burada. Zaten tam
altımızda bir funiküler da mevcut. Çok da harika olmasa da az biraz manzarası
var.
Devam ediyoruz. Biz kalburüstü bir mahalle olduğunu
gösteriyor. Sinan ‘ın dediği “Kırık Kalpler Müzesi'ne” ulaşıyoruz.
İçeri giriş pahalı. Zaten kasadaki kız sevgilisinden daha
yeni şutlanmış gibi bir tepkiyle insanlara yaklaşıyor. Girişte satılan
hatıralık eşyalar, tişörtler zekice tasarımların ürünü ama fiyatları ateş
pahası. Sadece basit bir silgi bile 10 euro.
Bizim ülkeden de iki parça varmış içeride. İki hüzünlü aşkın
bakiyesi olarak sadece iki parça. Katılımcı olmamayı çok iyi başardığımızı
hissediyorum.
Yıllar önce yazdığım bir şiiri mırıldanırken buluyorum kendi kendimi belli belirsiz.
O kadar çok sima var ki gözümün önünde,
kimi yanağına dokunacağım kadar canlı kimi ise sisler
ardında belli belirsiz,
O kadar çok ad var ki dilimin ucunda;
bir zamanlar duaymışcasına mırıldanıpta sonrasında küfürlerle
yad ettiğim
Ah, yaşıyorum, belki
iyi belki kötü; belki doğru belki yanlış.
Çıkıyoruz. Markov Meydanı'na doğru ilerliyoruz. Buradaki Aziz
Mark Kilisesi, tarihi 13. Yy a dek inen bir yapı. En ilginç özelliği rengarenk
çatısında Dalmaçya, Slovenya ve sağda da Zagreb ‘in armalarının işlenmiş
olması. Kapalı olan giriş kapısının kendisi ve çevresindeki işlemeler görülmeye
değer.
Meydanın etrafı başkanlık sarayı gibi resmi binalara ev
sahipliği yapıyor ama ekstradan değil normal bir güvenlik bile söz konusu
değil.
Dolaç Pazarı'na dönüyoruz yeniden. Tüm pazar canlanmış,
herkes geziniyor. Bizim için soğuk olsa da güneş psikolojik olarak yerlileri
canlandırmış olmalı. Muzun 1 euro olduğunu raflarda ısrarla aramama rağmen
bizim ülken bir şey bulamadım. İspanya ve İtalya hatta tüm kuzey Afrika
ülkeleri ürünlerini yığmışlar pazara. İncir alıyoruz, değişik bir incir bu. Bir
kiloda muz, ama ne muz J
Pazarın sonundaki merdivenlerden iniyoruz. Burada çiçekçiler
var. Önemli bir gün olmalı bugün. Evet bu şehri ilk kez şereflendiriyorum. Şaka
bir yana her yaştan dişi varlığın elinde sarı çiçekler yada gri, yeşil bir dal
var. Nedir diye soracak İngilizce bilen birine denk gelmiyorum bir türlü.
Lonely Planet ‘in gezi haritası doğrultusunda şehri
arşınlamaya devam ediyoruz. Bir ara kardeşime “Samovor” denen yere gitmeyi
teklif ediyorum ama Poçitelj bekleyişinden sonra aslında ben de pek istekli
değilim. Zagreb yeter deyip yürüyoruz. Soğuk yıpratıcı ama Allah'tan Kırım'dan
gelen genlerimiz arasında inatçılık halen kendini en belirgin haliyle
gösteriyor.
Art neuveau derseniz Riga ve Kiev ikilisinin yanında
duraksamaksızın harika binaları ve bu binaların üzerlerinde duran heykel ve
süslemeleri ile bu şehri eklerim.
Üniversitenin yanındaki küçük bir kafeye giriyoruz. Kahveye katılan sütün tadı o denli doğal ki… Buradaki internet vasıtasıyla gene ev ile kontak kuruyor, sağa sola haber atıyoruz.
Epey yorucu bir yolculuğun ardından nehre ulaşıyoruz ulaşmasına da görecek bir şey yok. Alışıldık Avrupa kentlerinin aksine Zagreb yakınlarındaki nehrin kıyısına yaşamı pek taşımamış. Bu elbette iyi yada kötü olarak eleştirel yaklaşımlara açık bir düşünce. Sava Nehri buradan akıp geçecek ve Belgrad'da Tuna'ya kavuşacak. Ve bu buluşma Belgrad Kalesi'nden izlenecek.
Dönüşe geçtik. Bitmeyen bir yürüyüş ile gene meydana vardık.
İstanbul'da böbrekleri bırakıp çıkacağımız bir mekanda tıka basa üç otuza
karnımızı doyurduk. Zagreb'te sadece ulaşım pahalı ama onun dışında her şey
ucuz.
Bir kafeye atlıyoruz. Saatlerce takılıp vakit geçiriyor serbestçe cihazlarımızın pillerini dolduruyoruz. İnsanları izliyoruz. Aynı soydan olsalarda Sırplardan da, Boşnaklardan da tip olarak çok farklılar. Açık saçıklar deseniz de Sırplar kadar atak değiller. Yani Hırvat kız sarışın, masmavi gözlü de olsa bir Sırp kadar dikkat çekici olamıyor. Erkekler ise çokta kalıplı değil. (Benden gene iriler, benle kıyaslamayın lütfen) Ama Sırplar gibi badi bilmem ne tarzı sporlar pek ön planda değil gibi.
Unutmadan, her gün saat 12 olduğunda kuledeki top ateşlenir. Bizdeki kolpacı, ağzı açık gezen gezgin kardeşlerimiz bu top ile şehir sakinlerinin saatlerini ayarladıklarından bahsederler. Belki bir dönem için doğrudur. 1800‘lerin sonunda bu top olayı gelenekleşir ama kökeni birkaç yüzyıl öncesine uzanır. 1593 ‘te Hırvatların Sisak ama Almanların Siska dediği yerde Türk Ordusu gelmiş geçmiş en büyük hezimetlerinden birini alır. İşte o top her Allah'ın günü bu olayın anısına patlatılır.
Zagreb ‘e gitmeden http://www.mgz.hr/en/display/portal/
sitesine bakın. Ben çok sonraları keşfettim.
0 Yorumlar
Yorumlarınız