Hırvatistan'a girerken neşeliydim değil mi? Çıkarken
görecektiniz beni… Anlatalım.
Otobüsün arkasındayız. Pek kalabalık olmadığı için arka arkaya ama tek tek oturuyoruz. Adamın biri yanıma kuruluyor başlıyor yan sıradaki kadınla konuşmaya. Balkan insanının huyudur başladı mı konuşmaya gün ışıldayana, ayrılana dek susmaz. Yandık ki ne yandık.
Hırvat sınır kapısına ulaşıyoruz. Hepimizi indiriyorlar. Öyle
bir soğuk var ki. Eksi bilmem kaç derece ama esen sert rüzgar dondurucu etkisi
yapmakta. Sıra hızlı ilerliyor. Kardeşim gişeye gidiyor ve neredeyse
pasaportunu vermesi ile alması bir oluyor.
Sıra bende. Dondurucu soğukta insanı aptala çeviren rüzgarda
ilerliyorum gişeye doğru ve pasaportumu teslim ediyorum. Pasaportum evrilip
çevriliyor. İçinde çok sayıda şengen vizesi var, çok sayıda Hırvatistan giriş
ve çıkışı var ama inceliyorlar. Tıpkı Bulgaristan'daki gibi mücevheratçı gözlüğü
ile bakınıyor adamlardan biri. Titriyorum. Deliriyorum. Bir sorun olup
olmadığını yada açıklanacak bir şey varsa yardımcı olabileceğimi söylüyorum ama
cevap bile yok. Cep telefonumu cama vurup dağıtayım diyorum. N95 bunu yapmaya
muktedir sağlamlıkta bir cihaz ne de olsa. Tam o esnada iki kadın memure daha
geliyor odaya. Benden daha uzun ve daha kalıplılar. Adamları düşünmek bile
istemiyorum.
Artık üşümüyorum. Ya sinirden ya da soğuğa alışmaktan. Bir
saat sonra bir el gişeden uzanıyor ve “mister” diye sesleniyor. Hiç bir açıklama
yapılmaksızın, çıkış mührü basılmamış pasaportum elime tutuşturuluyor. Evet,
Haziran ayında ailemi Hırvatistan'a getirmeyeceğim bende. AB sınırlarını
Sırplara ve bizlere karşı korumak için seçtiği bekçi köpeğinde oldukça isabetli
bir karar almış.
Stres, yorgunluk ve dün gecenin bakiyesi uykusuzluk; işte bu
üç silahşör bedenimi ve benliğimi ele geçirdi. Kısa sürede bana huzursuz
bakışlar fırlatan insanları umursamaksızın uyuyakalmışım.
Bakımımızı yaparak güne hazırlanıyoruz. İçerideki kafeye
oturuyoruz. Aşırı makyajlı bir kadın gelip ne alacağımızı soruyor. Sonra
alacağımızı söylediğimde ise açıkça kovuyor bizi. Ah, evet bu yaşımda
kovuluyorum gene. Fas'ta, Rabat'taki tren garında da öyle olmuştu. Orada o denli
yorgunduk ki uzatmadık. Ama Fas‘ı sadece bazı hesapları kapatmak için mutlaka
döneceğim bir ülke olarak listemde tutuyorum.
Ferhadiyeye doğru uzanıyoruz. Pazar günü dükkanlar genelde
10 gibi açılıyor. Açık olan bir ikisine girip fiyatlara bakıyoruz. Ferhadiye
ile Mareşal Tito Caddeleri'nin birleştiği noktadaki “Sönmeyen Ateş”te biraz daha
ısı takviyesi yapıyoruz. İlerideki alışveriş merkezi açık. Üst katlardaki
tuvaletlere çıkıyoruz. İlginçtir, alışveriş merkezi açık ama katlardaki
dükkanlar kapalı. Ama bir güvenlik yok ortada. Burada da vakit geçirip dışarı
çıkıyoruz. Alışveriş merkezinin tam karşısında kadınlar doğal ürünler satan
tezgahlarını kurmakla meşguller. Şöyle bir bakınıyoruz.
Buradan sola dönüp Miljacka ‘ya doğru yürüyoruz. Küçük bir
dereden gelen lağımın kokusu burnumuzun direğini sızlatmakta.
Miljacka'nın bu kez batı kıyısında yürüyoruz. Güzel binalar var. Görülen o ki ömür denilen zaman yolculuğunun bana ait olanında bir kaç kez daha yolum düşecek bu şehre. Neden atalarımın onca yer varken bu şehre yatırım yaptığını şimdi anlıyorum. Çok güzel bir kent değil ama içten ve samimi bir yer. Bu yazı, daha çok duygusal bir yazı oldu, farkındayım. Hani küçük hediyeler vardır alınan yada verilen; yada bazı anlar vardır sadece küçük bir gülümsemedir ama salt bu gülümsemeyi görebilmek için neler yaparsınız. İşte Saraybosna bir gülümsemedir.
Saraybosna belki küçük olduğundan kolay geziliyordur belki de bir iki ana cadde tarafından güzelce parçalandığı için. Belki çokça görülebilecek bir şeyi yoktur Paris gibi. Ama Saraybosna bizimdir. Miljacka ‘ya bakarken düşündüğüm gibi kim bilir kaç aşık sevdiceğinin köprüden geçişini beklemiştir saatlerce. Anadolu'dan gelen kaç atlı rahvan bir şekilde sürdüğü atı ile sokaklarda dolaşmıştır. Bursadan gelen ipeklileri getiren tacir malını teslim ettikten sonra hangi hana kapağı atmıştır. Kim bilir, bilmiyorum. Ama adımımı attığım hemen hemen her adımda gördüğüm her tarihi, sarıklı mezar taşı bana şunu haykırdı. “Bizi unutma”
Akşam karanlığında göğe uzanan minareler içimi huzurla kapladı. O an kolaylıkla Avrupalı'nın neden nefret ettiğini anladım. Ben bile cebim üç kuruş görüp ekonomik açıdan ayağımı yere sağlamca bastığımı hissettiğim an Balkanlar'a yöneldim içgüdüsel bir şekilde. Evet, Türk, başına musallat edilen sorunlarını çözdüğünde, cebi para gördüğünde yeniden yönelecek. Belki topla tüfekle olmayacak – belki – ama ekonomik olarak gelecek kültürüyle gelecek. O nedenle başımız beladan kurtulmuyor, o nedenle eğitimimizin içine ediliyor, o nedenle çocuklarımız tarihlerinden nefret ettirilerek büyütülüyor. Ama yetmeyecek. Evet bunu bizi sokakta görüp de yüzümüze bakmayan badem bıyık da anlamayacak. Ama işin komiği Saraybosna'daki, Mostar'daki Müslüman Boşnak'ın neden Türk diyerek öldürüldüğünü anlayamayacak kadar kara cahil adamlar…
Saraybosna'ya gelin. En az İstanbul kadar, en az Ankara kadar
Türk bu topraklar. Ve Boşnaklarda bizi aratmayacak kadar –belki bizden fazla-
misafirperver ve dürüstler.
Gelin, sokaklarında kaybolun bu şehrin. Üç duygu ile ayrılacaksınız bu şehirden. Huzur, gurur ve şükür…
0 Yorumlar
Yorumlarınız