Takip Et

8/recent/ticker-posts

Gün 2 – Schafhausen ve Lihteştayn (27 Ekim 2021)

Bugün hedefimiz Schaffhausen Rheinfall yani şelalesi. Heyecanlıyım çünkü Saver Day Pass ‘ı ilk kez deneyeceğiz. Bir terslik olması durumunda ceza 100 CHF. İyi para.

Kahvaltı niyetine hazırladıklarımızı yedikten sonra yola koyuluyoruz. Akılcıl bir hareket ile gezi planında kullanacağımız her bir trenin kalkış ve iniş peronlarını ve tiplerini dahi yazmıştım. Faydasını epeyce gördüm. Zürih ‘in işlek tren garında benim için kurtarıcı oldu.

Trene bindik. Kapılarda 1. ve 2. Sınıf bilgileri yazıyor. Hatta bindiğimiz trende de olduğu gibi giriş katı 1. üst kat 2. sınıf olabiliyor. Tersi de mümkün. Fiyat farkı dışında gözle görülebilen en bariz fark koltuk genişliği.

Trenler genelde ikişerli, karşılıklı duran koltuklardan müteşekkil. İki kişi oturup eşyalarınızı karşı koltuğa koyduğunuzda da kimse birşey demiyor. Hatta eşya olmasa bile insanlar oturmak için izin istiyorlar. Böyle bir kültür.

Tren yolunu çevreleyen evleri, doğayı gözlemliyoruz. Ormanlar sadece çam ağaçlarından oluşmadığı için sonbaharın tüm renkleri alabildiğine kendini gösteriyor. İş merkezlerinin üst katlarında da yeşillikler ekilmiş.

Ama hava kapalı. Yağmasa da her an yağacak gibi ve soğuk.

Shaffhausen (Şafhauzen) Şelalesi aynı isimli kasabadan trenle7 dakika daha Zürih ‘e yakın. Gerçi kasaba dediğim yer İsviçre’nin bir kantonunun başkenti. Belki de şehri demeliyim. Neyse. Buraya ulaşmak için Laufen amm Rheinfall durağında inmeniz gerekmekte. Nehrin karşı kıyısında da Schloss amm Rheinfall istasyonu var.

Trende bir denetime denk gelmedik. İçimden burada da kuzey ülkelerindeki gibi güven mekanizması mı işliyor, haybeye mi bilet aldım diye geçirmedim değil. Dışarı bakındım bol bol. Hava ne kadar kapalı olursa olsun hoş bir tını var.

İstasyonda indik. Burada inenlerin amacı belli. Şelaleyi görmek yada şelaleyi görmek için botlara binmek. Çünkü konaklama daha doğrusu yaşama imkanı yok. İki asansörden inerek nehir kıyısına iniyoruz. İsviçreliler her şeyi düşünmüş ama Hintlileri unutmuş. Adamlar gayet talancı bir şekilde yaşıyorlar.

Sahile güzel evleri sağımıza alarak indik. Gökyüzü bembeyaz bulutlarla kaplı olduğu için kaliteli fotoğraf alabilmek mümkün değil. Buna ek olarak botlara binme fikrinden de vazgeçiyoruz. 8 CHF lik bedel topu topu on beş dakika sürecek bir bot yolculuğu ile şelalenin dibine yaklaşmayı sağlayacak. Farklı süre ve fiyatlarda başkaca turlarda var ama gelene dek en optimali bu görünüyordu.

Gelelim şelaleye. Avrupanın en geniş ve su debisi en yüksek şelalesi burası. Güzel bir ilkbahar yada sımsıcak bir bahar günü fotoğrafçılık sanatı adına büyük bir kazanç olabilirdi ama içinde bulunulan bir gün sadece bir anıyı kaydetmekten ibaret. Fazlası yok.

Karşı kıyıda kale olarak nitelendirilen bir yapı var ki schloss (şlos okunuyor) Alman dilinde nehir ya da göl kıyısındaki kale anlamına gelmekte. İki yaka arasında bir kaç büyük kayalık var. Muhtemelen epeyce büyükler ama suyun muazzam etkisi küçük görünmelerine neden olmakta.

İlk baştaki niyetimiz karşı kıyıya geçip öteki istasyondan yolumuza devam etmek üzerine kurgulanmıştı. Hem böylece nehri aşmamızı sağlayacak köprüdende şelaleyi fotoğraflayabilecektik. Fakat 8 CFF verip de bota binip kat edeceğimiz mesafeyi görünce değmeyeceğine karar verip vaz geçtik. Aradan da geçemeyeceğimizi fark edince sahilden fotoğraf ve seyir işini halledelim dedik.

Güneşli bir günde bambaşka bir manzara olabilirdi. Bari eldekileri kurtarabilelim diyerek karşıya geçelim dedim. İlk sorduğum iki kız sanırım ülkede İngilizce bilmeyen ender kişilerdendi. İstasyondaki çocuk ise “muhitin yabancısı” çıkınca GPS’in avcunun içine düştüm.

Sahilden görünen köprüye ulaşıp karşıya geçecek oradan kaleye şöyle bir bakarak diğer tren istasyonundan yolumuza gidecektik. Ama GPS üzerinden yürümeye başladık, güzel bir otelin yanından döndük imleç harita üzerinde dondu ve bir müddet sonra, aniden ama alakasız bir yerde tekrar kendini gösterdi. Kaybolmuştuk.

Güzel görünümlü genelde çift katlı evlerin olduğu bir mahallede köpek gezdiren bir kız bize yakınlarda başka bir istasyon olduğunu söyleyip yolu da göstermez mi? Allah razı olsun. İn cin top oynayan bir istasyonda az biraz oturduk. Güneş açtı. Nehrin karşısında gene masal evlerinden bir köy. Yeşillikler arasında ve dingin bir şekilde akıp giden bir nehrin kıyısında. Bu insanların bir derdi var mı diye hayıflandım.

Tren gene tam zamanında geldi. Atladık. Panoya baktım bir sonraki durak normal planda binmemiz gereken istasyon. Şans yüzüme gülüyor artık. Az bir zaman sonra yeşillikler aralanıyor ve nehri harikulade bir şelale manzarasını tam yukarıdan görecek şekilde aşıyoruz. Uzaktan bakıldığında ölgün diyebileceğim nehir burada sayısız burgaçla çılgın bir karmaşa haline gelip kendini aşağıya atıyor, uçuşan damlacıklar ise nehre düşmek yerine tekrar bulutlara ulaşmak istercesine beyaz bir tül halinde uçuşuyorlar. Masalsı bir görüntü.

Şükrettim. İsviçrede aldığım pek çok ilahi dersin belki de ilkiydi. Pes etmemeliydim. Halime şükretmeliydim. Olacak olan olurdu. Oldu da.

Ama güneş gene gitti ve yağmur başladı. Dert yok. Harika manzaralarla beraber yol alıyoruz. Bir aktarma yaptık. Önce büyükçe bir gölün kıyısından geçtik. Ülke göllerle dolu ve gölleri her türlü kullanıyorlar. Ardından St Gallen’i geçtik. Zenginlere ait bir yer olduğunu insanın gözüne sokan ama ezmeyen, görgüsüzce sırıtmayan bir yer burası. Şimdiye dek ülkenin her açıdan yaşanır bir yer olduğu anlaşılıyor. Özellikle de parası olan için...

İki kez denetime denk geliyoruz. İkincisinde pasaportlarımızı da görmek istiyorlar. Biz pasaportları çıkarana dek kadın gülümseyerek bizi bekledi ve gülümseyerek elindeki cihaza telefonlarımızdaki ekranları okutup yoluna gitti.

Buchs (Buhs okunuyor) denilen sınır kasabasında iniyoruz. Uzunca bir süre güneş altında,kelimelerle ifade edemeyeceğim bir vadiyi kat etmiştik. Tren istasyonunun hemen karşısında sarı bir otobüs bizi beklemekte.  Atladık. Tekdüze bir yolculuğun ardından Lihteştayn ‘a girdik ve Schaan’da indik. Ben Vaduz ‘a kadar gideceğimizi sanıyordum. Neyseki insanlar bize yardımcı olup Vaduza götürecek otobüse bizi neredeyse zorla bindirdiler. Şoföre gidip telefondaki ücretsiz bileti gösterdim, gülüp “geç” diyerek beni yerime yolladı. Lihteştaynda on numara...

Acayip bir ülkedeyiz. Burası bir prenslik. Denilen doğruysa – ki inanamıyorum pek – yönetici ailenin kişisel serveti İngiliz kraliyet ailesinden daha da fazlaymış.

Her neyse, otobüs alalade evlerin arasından geçti. Ben, başkente yaraşır bir yere bakınırken hafiften merkezden uzaklaşır gibi hissedince iniverdik.

Elimdeki turistik haritaya göre şehrin gezilebilir son noktasındayız. Şehrin Katedrali olan Notre Dame (Bizim Avratlar diye çevirmeyi daha çok seviyorum) kilisesine ulaşmak için yolun karşısına geçiyoruz. Ruhsuz biryapı ama içi camlardan yansıyan rengarenk ışıkların etkisiyle uhrevi bir havaya sahip. Hoşuma gitti. Vaduz ‘un fetih sürecinin hemen ardından ulu cami olarak kullanabileceği kararını verdim.

Dışarı çıktığımda şimdiki prensin ana ve babasının büstlerinin önünden geçtik. Kadıncağız çok dertler çekmiş zamanında. Kadının baba tarafında Yahudilik var. Eeee, ne olmuş diyebilirsiniz. Liteştaynlılarda başta öyle diyormuş ama bu ülkede de bir Nazi partisi kurulunca türlü tepkiler vermeye başlamışlar. Bir de Alman orduları Avrupada önüne geleni tokatlayıp Yahudilere ait mekanlar aniden boşalmaya, sahipleri de artık görülmemeye başlayınca iş iyice zıvanadan çıkmış. Prense tepkiler almış başına gitmiş ama ünvanı prens olsa da adam kral adammış. Lihteştayn savaşa girsin Almanya ile beraber Polonya'dan girsin Kamçatka'dan çıksın diyen adamları kaale almadan İsviçre'nin gölgesine sığınmış, çatlak sesleri duymazdan gelmiş. Alman ordusuna yazılacak yiğitlere de karışmamış. Muhtemelen bir kaç manyak ülkeden eksilir demiş olmalı. Savaşta rüzgar tersine dönünce de Nazi partisi kapanıvermiş her şey unutulmuş.

Hitler buraya Almanca konuşulan bir ülke olmasına rağmen bulaşmamış ama ülke savaş sürecinde büyük ekonomik sorunlar ve kıtlık çekmiş. Savaşın sonlarına doğru beş yüz kaçak kızılordu askerine kucak açmışlar. Ruslar Çekler üzerinden bu askerleri talep etmişse de prens kızılları kale almamış; ellerindeki ekmeği bu adamlara paylaşmış.

Ülkenin Çek cumhuriyeti ile arazi sorunları var. Aile mülkleri komünist yönetimce kamulaştırılmış. Bu adamlar da mülkleri istiyor ama askeri bir güçleri olmadığı için sadece şatodan bağırıp çağırıyorlar muhtemelen.

Gerçi Lihteştayn Ordusu boş bir ordu değil. Son savaşlarında düşman taraftaki italyan subaylardan birisinin katılımıyla gittiklerinden daha kalabalık dönmeyi başarmışlar.

Lihteştayn’da topu topu bir turistik yürüyüş yolu var. Ne yaparsanız yapın buradan geçeceksiniz. Kim bilir kaç kez üstelik. Kiliseden başlayıp ilk turistik nokta olan müzik okuluna geldikten sonra kafanızı kaldırırsanız Vaduz Şatosu ‘nu görüyorsunuz. Ülkenin en turistik yeri olsa da prens efendinin yaşadığı yer olduğu için halka açık değil. Yalnızca senede bir gün, o da prensliğin kuruluş tarihinde prens şatonun kapılarını halka açıp tebaasına kendi elleriyle şarap doldurup servis edebiliyormuş. Gerçi bulunduğu yerden mancınıkla çay da atabilirdi ama çay kültürü buralarda pek köklü değil gibi.

Şato ufak tefek. Bizim de tarihimizde bir yeri var. 1529 seferinde resmi ordu Viyanayı sarmışken akıncılarda sağa sola dehşet verip terör estirmek, destek kuvvetleri vurmak gibi attraksiyonlar için kıtanın içlerine sarkmışlar. Bir grup akıncının yolu buralara kadar düşer, şatoyu basıp eski hanedanın prensini kaçırırlar. İstenilen fidye bir türlü ödenemeyince bizimkiler sinirlenip prensi dövmüşler ama canını da bağışlayıp bırakmışlar sınırda bir yerde.

Eşime “şatoya doğru çıkalım” demiştim ama haritadan bakınca yol o kadar dolambaçlıydı ki vaz geçtim.

Hiç bir yere girmedik. Görgüsüz bir Amerikalı gibi hediyelik satan dükkanlara girdik ki Lihteştayna ait pek bir şey yoktu. Genelde İsviçre. Dünya para her şey. 6 cff verip bir magnet aldık. Bir de burada İsviçre Elçiliği var. Zaten elini kolunu sallayarak geçip gidiyorsun sınırdan ne dert olabilir ki. Zürih’e döndüğümde buradaki haramzadenin yarı fiyatına çalışabileceğimi bildirip bu yağlı kapıya konayım dedim ama dalmışım, kaynadı gitti.

Yapacak cidden bir şey yok. İnsanlar donuk. Elbette, “Bora geldi koşun kızlar” diyerek taife-i hatuniyyeden insanların gelmesini beklemiyordum ama satıcılar bile kimseyle ilgilenmiyor. Bizde ahşap köprüye gidelim dedik. Başladık yürümeye. Yol üzerinde bir banka oturup sabahtan hazırladıklarımızı yemeğe başladık. Solumda, dağın yamacında şato. Şatonun üstlerinde de evler var. Rahatlıkla prens ve familyası röntgenlenebilir. Arka tarafımda ise Alplerle sınırlanan yemyeşil çayırlar. Traktörle otları kesen ve kafamı şişiren köylü dışında olumsuz tek bir şey yok.

Ren Nehri kıyısına dek epeyce yürüdük. Burada Lihteştaynın maçlarını yaptığı stat da var. Koskoca prensin huzurunda maç yapıp tonla gol yemekten utanmayan bu deyyuslara akıl ve izan vermek için idmana katılayım dedim ama in cin top oynuyordu.

Ren Nehri ‘ne vardık. Karşı kıyı İsviçre.  Meşhur Ren Nehri de küresel iklim değişikliğinden nasibini almış. Nehir yatağının anca yarısı dolu, gerisi onlarca, yüzlerce yılın aşındırıp yuvarladığı boy boy kayadan oluşmuş gri bir zemin sadece.

Uzakta üstü kapalı, ahşaptan bir köprü var. Yürü babam yürüyoruz da köprü de sanki bizden kaçıyor. Sonunda varabildik. İçinden geçtim. Nehrin karşı kıyısı İsviçre. Köprünün içindeki kaldırımlar bile ahşap. Merkeze döndük Sargans’a giden otobüse atladık.

Yol üzerinde güzel bir kale vardı. Çekmeye çalıştım ama beceremedim. Şansıma otobüs durdu kimse inmese de kapıyı açtılar fotoğrafı çekebildim.  Adamlar o kadar nazik ki zorlayamıyorum bile. O sırada cam kenarındaki kız da kalkıp fotoğraf çekebilmem için yerini verdi ama teşekkür ederek geçiştirdim.

Sargans’ ta indik. Burada da bir kale var ama merkezden uzak. Yürümeye üşendim. Zaten benden on gün kadar önce Doğu buralarda dolanmış kaleden fotoğraflar çekip göndermişti. Marketlerden birine girdik. 0,90 ‘a muz bulduk aldım dört, beş tane. Ama tanesi 0,90 cff imiş kasada bıraktım. Yolun karşısında Migrolingo vardı. Bu da sonsuz sayıdaki Migros mağazalarının nispeten pahalı ürünler satılan versiyonu. Hiç bir şey almadan dolanıp çıktık.

Tren tam vaktinde kalktı. Bir kere denetlendik. Yanımdaki Amerikalı çocuk görevliyi epeyce uğraştırdı. Tam bir dallamaydı ama görevli kız hiç istifini bile bozmadı. Çocuk yarım saat içinde biletlerini buldu ve cezadan kurtuldu.

Biz ise Zürih terminalinde doğru çıkışı bulamayınca alakasız bir yerde inip bir dünya yolu yürüyerek otele dönebildik.

Yorum Gönder

0 Yorumlar