Takip Et

8/recent/ticker-posts

Türkistan Yollarında Gün 10 - Buhara

Sabah hostelin verdiği kahvaltı ile güne başlıyoruz. Pek zengin değil ama en azından kahvaltı yapacak yer aramaktan kurtarıyor bizi. Yemek yerken etrafıma bakınıp hostele de göz atıyorum.

Büyüyecek bir yer. Zaten bunun da bilincinde olduklarından avlunun bir yerine üç katlı bir yapı daha ekliyorlar. Odalardan insanlar çıkıyor. Kapı eşiklerindeki ayakkabıların çokluğu buranın iyi iş yaptığının bir göstergesiydi. Ruslar ve İspanyollar ağırlıklı olarak bu coğrafyada gezmekteler. Özbekler de sahip oldukları otantik güzelliklerin değişiklik arayan paralı ve meraklı gezginlerin ilgisini çekmesini sağlamanın derdinde. Öncelikli olarak gelişmiş ülke vatandaşlarına vize kaldırıldı. Hatta Yunanlılara vize biz Türklerden önce kaldırıldı. Ülkenin Orta Asya’nın en güvenli Müslüman ülkesi olduğunun altı çizildi. Böylelikle tarihi, müslüman bir ülkeyi güvenle gezebilecekleri fikrini insanların kafasına kazıdılar. Gerisini de muhteşem Özbek Halkı halletti ve halletmekte. Bu adamların arasına şeytan bile düşse yola gelir, biraz bu insanları izlese tövbe eder ve onlar gibi olup cennetin kapısını aralar.


Tesisten çıktık. Böylelikle koşturmaca sırasında farkına varmadığımız yada o an için umursamadığımız güzelliklerin ve şeylerin arasından bilinçli bir şekilde gezmeyi başarabildik.

Öncelikle Buhara yaşayan bir kent. Evet, turizmin etkisi ile eski kent kısmı oteller ve pansiyonlar cennetine hızla dönüşse de şehir burada kendini yaşıyor. Lokantaların arasında ayakkabı tamircisi işini yapmanın derinde olabiliyor.

Labirentimsi sokaklar farklı sürprizlere gebe. Mesela Labi Havz yolu üzerinde bir sinagog var. Sinagog ve Özbekistan’daki Yahudilik beni şaşırtan ve bilmediğim bir durum değil.  Şaşırtıcı olan kesinlikle Türk tipi olmayan, kapıdaki görevle adamın bize olan düşmanca bakışlarıydı. Adam biraz genç olsa sadece bakışları nedeniyle duraksamadan dalardım.


Neyse yol bizi her zamanki yerimize ulaştırdı. Labi Havz’dayız ve gezmeye başlıyoruz. Daha önceden yol haritasını çizmem iyi oldu. Hatta iki rota çizdim. Familyayla güle oynaya gezmeli versiyon  ve kendi başıma yığılana kadar gezmeli versiyon.

İlk versiyonu kusursuzca yaptık. Gelin beraber anlatalım.

Başlangıç noktası, çevresi 16.yy içinde şekillenen Labi Havz. Havuzun kendisi bir zamanların açık hava sarnıcı ve insanların buluşma noktası olarak yapılmış. Semerkand'da ve diğer kentlerde de benzeri havuzlar mevcutmuş. Ama Sovyet yönetimi Buhara’daki altmış kadar benzeri havuza yaptıkları gibi tüm bu havuzları doldurmuş ancak böyle bir kaç tanesini numunelik bırakmış. Hatta Buhara’nın meşhur leylekleri bile uğramaz olmuş. Tabii ki su yok, kurbağa yok ve leylek de yok.


Havuza bakın ve karşınızda da dün akşam yemek yediğimiz restoran olsun. Gözden kaçırmanız imkansız. Çünkü omuzlarını şehrin tarihi ana caddesi üzerinde kalacak. Havuzun sağında Nadir Divan Beyi Medresesi var. Kervansaray olsun diye yapılmış ama hocalar bastırınca medreseye çevrilmiş. Buraya ilerlerken yolda tanıdık bir yüz göreceksiniz. Buradaki adıyla Hoca Nasreddin bizimse Nasrettin Hoca’mız. Halen ilgi görüyor. Medrese günümüzde hediyelik eşyaların üretildiği ve satıldığı bir yer olmuş. Gerçekten kaliteli işler mevcut. Akşamları ise burada müzik dinletisi yapılıyor. Normalde makul bir fiyat olsa da kapıdaki hanutçu tarzı tiplemeler sizin turist olduğunuzu anladıklarında – ki gayet anlaşılırsınız- sizden bir kaç para istiyorlar. Stres yok. Zaten müzik kendiliğinden dışarı çıkıyor. Tek yapmanız gereken dışarıda bir banka oturup dinlemek. Bu arada Özbekistan’ın en güzel artılarından biri etkin, yetkin ve yardımsever turizm polisleri. Selam verin, derdinizi anlatın. Gerisi onlarda...

Devam edelim. Yolun karşısında Orta Asya’nın en büyük dini okulu olan ve Labi Havz etrafındaki her şeyi yaptıran 2.Abdullah dönemi eseri Kukeldaş Medresesi var. İçine giremedik ama dışarıdan kendini belli eden, heybetli bir yapı.

Havuzun diğer yanındaki tarihi bina Divanbeyi Hanakesi. Hanake kışlık cami demekmiş. Burada öğrendim.

Hemen buralardaki, tarihi bir yapı içine konulmuş bir kafeden meyve suyu, kahve vb işlerimizi hallettik. Kahve iyi ama meyve suları sıcaktı. Ama lezizdi.

Deminki yön olayımızı hatırlayalım. Sol omzunuz üzerinden yürüdüğünüzde devasa bir çember yaparak şehri gezme atraksiyonunuzun başlangıcını yapıyorsunuz demektir. İlerleyin. Buralarda daha tozlu, daha bej yerler. Çünkü gözden uzak ve tam anlamıyla henüz turistlerin yolu üzerinde değil. Çünkü hem Özbekistan Avrupalı ve Amerikalılar için bedavadan az pahalı bir ülke olduğundan taksi vb en tercih edilir yerler hem de kestirmelerden Kalyan Camii ‘ne vb gidilebilmekte. Biz yolu uzun tuttuk. Halka karıştık.

Yol üzerinde irili ufaklı ama tarihi camiler, çeşitli kalitede ya da kalitesizlikte otel ve pansiyonlar var. Buralarda turiste yapışma da yok. Yürüyüp gidiyorsunuz. Yol kendiliğinden oluşan bir kavisle kalenin olduğu meydana ulaşıyor.

Kale –gene bence- şehrin merkezi. İçerisinde bir Cuma Camii var. Bir de müze koymuşlar. Girişi Halep Kalesi’ni andıran bir görüntüye sahipti. İçine girip girmemek de kararsız kaldık. Sorduk. Görevliler “gelin” derken, Özbekler “bir şey yok hep boş” dediler. Görevliler bizi beleşten içeri almayınca da biz halkın sesini dinledik ve girmedik.

Kalenin etrafını turlayalım dedik. Gerçi ilerilerde büyücek bir cami var sonra gider bakarız dediğimiz (Bolo Camii) ama unuttuk. Neden mi unuttuk anlatalım.

Kaleye çıkarken gördüğümüz kalabalıktan bahsetmiştim. Tamamı orta yaş ve üstü kadınlardan oluşan bu gruptan yaşlıca bir kadın yürürken takılıp yere kapaklandı. Hemen koştuk yanına ”ana iyi misin?” diye sorduk. İlgilendik. Kadın derdini unuttu, etrafımız sarıldı. Hemen ilgi odağı olduk. Gerçi ilgi odağı aslında eşim oldu, beni pek umursamadılar. Türk olduğumuzu duyunca hele bayram ettiler. Bizlerle pek çok fotoğraf çektirdiler. Güneydoğu taraflarından geliyorlarmış. “Sizin oralara da geçeceğiz” dedim, çok sevindiler.


Kaç kişinin kadrajına girdik bilmiyorum ama o an Türklerin ota boka bir araya gelip tek yumruk olabildiğini bir kez daha gördüm.

Vedalaştık. Aşırı sıcakta tıngır mıngır, dura kalka yolumuza devam ettik. Yol üzerinde “zindan” var. Gerçekten de burası şehrin zindanı. Bizim teyzeler şimdide buraya doluştuğundan “beklemeyelim” diyerek Kalyan Camii taraflarına yol aldık.

Kalyan Camii burada gördüğümüz medreseleri andıran devasa büyüklükte bir yapı. Kerpiç briketlerden yapılmış, turkuaz çinili geometrik desenlerle canlılık kazandırılmış dikdörtgen bir bina. Yani, özetle Orta Asya’nın standart bir yapısı. Ama... İşte o ama geliyor.

Orijinal cami 1127 de Karahanlı hükümdarı Arslan Bey tarafından yaptırılır. Efsaneye göre Arslan Bey bir imamı haksız yere elleriyle öldürür. İmam rüyasına girer ve mezarının üzerine minareyi yaparsa hakkını helal edeceğini söyler. Orta Asya'nın en yüksek minarelerinden birisi 47 m yüksekliğiyle buraya inşa ettirilir.

Buhara iyidir, güzeldir, büyüktür ve zengindir. Tüm bu artılar belaları da çeker. Bu belaların en büyüğü başını Cengiz Han’ın çektiği Moğollardır. Moğollar tüm şehri dümdüz eder ama bir türlü bu kuleyi deviremez. Efsaneye göre Cengiz Han kuleye durup bakar ve hayranlıkla, ”karşımda boynunu bükmeden duran bir sen kaldın. Sozsuza dek böyle kal” der. Kule 1900 ‘lerin başına dek “ölüm kulesi” olarak da anılırmış. Şehirde idamlar suçluların minarenin şerefesinden aşağıya atılması ile gerçekleşirmiş.

İşte şimdi tam buradayız. Önce kuleye göre sağdaki medrese tarafına giriyoruz. Gerçekten büyük bir yapı. Sonsuzlukta kaybolurmuşcasına karanlıkta uzanan sütunlar fotoğrafçıların cenneti adeta. Dolaşıyorum. Güzel bir yapı.

Çıktık, öğle yemeği işini karşısındaki Çeşme Mirab’ta yaptık. Girdiğimizde adam uyuyordu ama çabucak toparlandı. Hemencecik – bu coğrafyalara göre hemencecik- yemekleri hazırladı. Mekanın manzarası çok güzel. Akşamları daha da güzel oluyormuş deniyor ki eğer cami ve minare adam gibi aydınlatılıyorsa kesinlikle de öyledir.

 Devam ettik. Minarenin diğer yanında kalan daha küçük medreseye de girdik ama orada hem görülecek pek bir şey yoktu hem de daha içerilere giriş izni verilmiyordu. Çabucak çıktık.

Yolumuzun üzerinde “Tak-i Zargaron” denilen bir yapı var. Burası eskinin ve şimdinin çarşısı. Epeyce güzel şeyler var. Oğlum da epeyce bakındı. Bense klima ve pervanelerin çalışmalarını incelemeyi tercih ettim.

Çıktığınızda iki muhteşem yapıyı görüyor olacaksınız. Sağınızdaki muhteşem çini işlemeleri ile bezeli taç kapısıyla 17.yy’dan kalan Abdülaziz Han Medresesi. Kapının kenarlarındaki işlemler ışığın sertliği ve açısıyla değişik renklere, tonlara bürünüyor. Tam anlamıyla nefes kesen, hayranlık uyandıran bir yapı. Yüzden fazla fotoğraf çektim ama gözümün gördüğü ve algıladığım görsel şöleni yakalayamadım. Sadece bunu görebilecek gözlere sahip olduğum için şükrettim.

İçine de girdik. Orta Asya’nın tüm şaheser yapıları şehirlerin defalarca yıkılıp tekrar yapılmaları sırasında ciddi hasarlar almış ve pek azı 1900’lü yıllara derli toplu ve sağlam bir şekilde girebilmiş. Rusların belki de yaptıkları tek faydalı şey 1960’lı yıllarda tüm bu yapıları elden geçirmek ve bu şekilde ayağa kaldırmaları denebilir. Şimdi ise bu zorlu görevi UNESCO yüklenmiş. İçerisinde pek çok dükkan var. Avluya ve içerideki kapalı kısımlara girmek ücretli. Ama oralarda da çok güzel çini işleri varmış ve bunların tekrar toparlanabilmesi çok zor ve çok zaman alacak.

Tam karşısı ise Uluğ Bey Medresesi. Kafeterya olmuş. İçine girdik, bir şeyler içelim dedik ama nedenini hatırlamıyorum çıktık. Otele döndük.

Akşam yemeği için başka bir yer bulduk. Burası da fena değildi. Sadece meydana gelen giden insanları seyrederek saatleri geçirdik.

Bu tekdüzeliği bozan ise booking.com üzerinden gelen bir mesaj oldu. Otelimiz bize hizmet veremeyecekmiş ama Semerkand’da hala boş yerler varmış. Yine aynı siteden daha da pahalıya bir tesis buluyorum. Görüşmelerimize göre istediğimiz her şey var.

Yorum Gönder

0 Yorumlar