Bugün
resepsiyonda duran kadın dünün aksine kahvaltıda ne yiyeceğimizi sordu ve gayet
leziz tabaklarla geldi. Ben bile yumurta yedim. Bakkaldan da yolda idare edecek
kadar bir şeyler aldım.
Otobüs
ile gitmek burada da soru işareti. Otelci kadın yandexTaksi’den bir taksi
çağırdı ve gelen, Nuh Tufanı’ndan kalan araç
ile Çimkent terminaline gittik. Mesafe epeyce uzunmuş. Tıka basa dolu otobüsün
içindepek farkına varmamışız.
Terminalde olanca paranoyaklığım ile sorularımı sordum. Gişedeki kız beni hatırladı ve gülümseyerek dışarıda bekleyen toz kaplı, Çin üretimi otobüsü gösterdi. Allah sonumuzu hayretsin. J Yolda yemeğe samsa vb alıp ve otobüsün kalkmasını bekliyoruz.
Cuma
vakti. Terminalin hemen yanı başındaki devasa ama bence kitsch görünümlü
camiden sela yükseliyor. Orta Asya’nın müminleri kalabalıklar halinde camiye
koşarcasına ilerliyorlar. Hiç bir zorlama olmaksızın. Komünizm illetinin tüm
yasaklamalarına rağmen, bizlerden hiç bi destek alamamalarına rağmen imanlarını
koruyabilmişler. Bunun hamurunun Türklük şuuru ve Ahmet Yesevi öğretileri olduğunu düşünüyorum.
Otobüsün kapıları açılıyor ve en öne kuruluyoruz. Kalktık, sonradan şoförün ve muavinin Rus olduğunu öğrendiğim otobüsün kapılarının açılmadığını gördük. Boşuna paniklemişim. Otobüsün yarıdan fazlası boş ve neredeyse bizden başka herkes son yarım saat içinde geldi. Yabancı diyebileceğimiz bir İspanyol çift var. Boynunda haç olan Orta Asyalı bir kadın ilginç geliyor.
Otobüs
yolculuğun ilk yarım saatinde anca Çimkent’in banliyölerinden çıkıyor.
Çimkent’e doğru bakıyorum bir tepeden; şehir sürekli büyüyen dev bir şantiyeye
benziyor.
Onun
ötesinde söylenecek bir şey yok. Yol boyunca hiç bir şey yok. Gözümü açık
tutmamla kapalı olması arasında görebileceklerim açısından pek bir fark yok.
Mavi, bulutsuz bir gökyüzü ve tozlu, boz yer arasında uzanan asfalt bir yoldan
ilerliyoruz. Sınıra gelmeden araç kenarda duruyor ve gençten bir çocuk Kazak
paralarını bozup yerine Özbek somu veriyor. Etrafımdaki işçi kılıklı adamlar
çocukla tartışsalar da ben orandan memnunum ve aslına bakılırsa pek de tercih
edebileceğim bir alternatifim de yok.
Para
bozma işi gene de çabucak bitiyor ve elimde5,5doalra karşılık gelebilecek kadar
Özbek somum oldu. Sınıra geliyoruz.
Araçtan
iniliyor. Çantaları çıkarıyoruz ve xray’den geçiriyoruz. Her şey normal. Sonra
oradaki koca şapkalı abi ne kadar param olduğunu soruyor. Söylüyorum.
Cüzdanımı açtırıp saydırıyor. Kazak Tengesi olmadığını görüyor ama var mı diye
ısrarla soruyor ve sihirli kelimeyi soruyor. “Somları versene çay param olsun”
“Benim
de yol param” deyip zırnık koklatmadan yoluma gidiyorum ama gerilmedim değil.
Kaşe basacak adamlarla da boş beleş muhabbetler yapıyoruz. “Askerlerden biri
çikolata var mı?” diye soruyor. Lokumları verip önemli bir ağırlıktan
kurtuluyoruz. Sonra gene aynı askerle ayak üstü Turan’ı kuruyoruz. Beni
şaşırtan şey Kazakistan'daki sınır görevlileri Türkçeyi çok iyi konuşuyor.
Otobüse
binip az ötedeki Özbekistan tarafına geçiyoruz. Her şey tamamen değişiyor.
Hemde olumlu olarak.
Kimse
ilerlemeyince inisiyatif alıp ilerliyorum. Pasaportumu alan görevli soruyor.
-
“Neden geldin?”
-
“Gezmeye geldim ailecek”
-
“Hoş geldin abi. Ondan sormadım. Türkiye'de deniz var neden geldin ki”
Landlocked
diye bir kavram var. Eğer ülkenizin denize sınırı yoksa ”landlocked” olarak
kabul ediliyorsunuz. Özbekistan ise “double landlocked” çünkü sınırdaş
ülkelerinin hiç birinin denize komşuluğu yok. Kaşe basılan pasaportumu alıp
çantamla xray’e gidiyorum.
-
“Selamın aleyküm” diyorum
-
“Aleyküm selam” diye yanıtlıyor. “Çantamı açayım mı?” diye sorduğumda
“yok abi yorulma, biz ışıkla görüyoruz abi her şeyi” diyor. Allah Allah, insan
yerine konuluyoruz hem de sınırda. Sonra dönüyor ve nazikçe “abi çantada ilaç
var galiba” diyor.
-
“Var” diyorum. “Ben çabucak amel oluyorum, o nedenle yedek ilaçlar
oluyor yanımda. Bak açayım istersen diyorum çantayı.” Açıp gösteriyorum.
Teşekkür ediyor. “Bizim buraların kavunu, karpuzu iyidir ama yeme sen” diyor.
“Ye ama çok yeme abi”
Gülümsüyorum
ama bizimkiler yok. Bir sorun var mı diye merak ediyorum. “Rahat ol abi” diyor,
“burası bizim memleket hiç bir şey olmaz. Sistem bozulmuştur, donmuştur.”
Nihayetinde gülümseyerek oğlan görünüyor bir kule gibi. “Senin evladın mı?
diyor. Onun da bir kızı varmış. Allah tüm çocuklarımızı kazadan beladan
esirgesin.
Meğer
sistemde Yunanistan'ı bulamamışlar. Bende tren biletlerini alırken Yunanistan
ile Gürcistan'ı karıştırmıştım.
Görevli
arkadaşla vedalaşıp bahçeye geçiyoruz. Başka aileler de bekliyor bizim gibi.
Sarışın, küçük, albinomsu bir kız bizi görüp utanıyor ama kaçamak bakışlar
atıyor. Yanımızda gürültücü veletler. Hiç rahatsız olmuyorum. Tüm bu gürültü
anlayabildiğim bir Türkçe. Su almak için alandan çıkmaya çalışıyorum ama
uyarıyorlar. Diyorum ”su yok, kuruduk”. Bir Rus adam nasıl olduysa bizi anlayıp
açılmamış su şişesini bize veriyor. Parasını teklif ediyorum. Gülümseyip samimi
bir şeyler diyor. İşidçi ibneler salt müslüman oldukları için cennete gidecek
bu adamlar cehennemde mi yanacak? Hiç sanmıyorum.
Tekrar
araca biniyoruz. Yol kenarında küçük bir dükkandan su alıyorum. 3000 som diyor
kız. Bedavadan az pahalı. Hem de gümrükte. Teşekkür ediyorum.
İşçi
arkadaşlar da bizimle konuşmaya başlıyorlar. Gerçi merakla bize bakıyorlardı
ama konuşmaya yeltenen olmamıştı. Meğer Urgenç’ten Hive taraflarından Çimkent’e
çalışmaya gelmişler. “Para Kazakta çok” diyor. Sonra ekliyor. “Özbekistan'da
konuşma sorun olmazmış. Keşke Hive’ye gelseymişiz. Orada biz Türkiyeliler gibi
konuşuruz” diyor. Gerçekten de çoğu kelimesini anlıyoruz zorlanmadan.
Taşkent’e giriyor araç. Devasa bir şehir gibi
geliyor gözüme. Almatı’yı andıran bir yeşillik var. Dakikalarca ilerledikten sonra
terminale iniyoruz. Sanırım buradan her yere otobüs var. Taksiciler bizi hemen
sarıyor. İspanyol çift para çekmek için hemen bir ATM’ye yönelerek bu dalgadan
sıyrılıyor. Taksiciler 20 dolardan kapıyı açıp 10 dolara kadar inmeye tenezzül
ediyor. ”Kesseler vermem” diyorum da bu sıcakta ve hiç bilmediğim bir şehirde
otele nasıl giderim muamma. Gerçi ilerilerde bir yerde metro levhası görmüştüm.
Oradan bir şekilde yolumu bulurum en kötü.
O
sırada benim gözümde Özbekistan’ın en yiğit adamı çıkıyor kalabalığın
arasından. Gayet net bir Türkçe ile nereye gideceğimi soruyor. Söylüyorum.
Sonra dayanamayıp nasıl bu kadar iyi Türkçe konuşabildiğini soruyorum. “Ne
olabilirim Türkçe konuştuğuma göre” diye yanıtlıyor. “Vay amma arızaya çattık”
diyorum içimden ve acaba ne isteyecek diye düşünüyorum.
Adam
uğraşıyor. Sağı solu arıyor. Araçları durduruyor. Etrafımızı saran taksicileri
azarlayıp savuşturuyor. Adı Timur’muş. Dört sene kadar Anadolu yakasında
özellikle Bostancı taraflarında çalışmış. “Komşu çıktık” deyince daha bir
şevkle koşturuyor. Duran araç yok. Sanırım o an için benden daha tasalı.
“Metroyla gideriz sen yolu göster” diyorum “metro sana göre değil” diyor.
Sonunda danıştığı bir arkadaşı ile yandex’i arayıp bir taksi tutuyorlar bize.
Kalan son iki lokumu da verip
tokalaşarak ayrılıyoruz. Araçtan arkaya bakıyorum. Çoktan kalabalığın arasına
karışmış, geldiği gibi bir anda kaybolmuş. Dilerim zora düştüğü bir zaman
olmaz, olursa da Allah kendi gibi insanları çıkarsın, başı ağrımasın.
Taksici
hareket eder etmez kronometremi açtım. Derdim adamı ölçmek değil şehir
merkezinden ne kadar uzağa gittik bunu bulmak. Yaklaşık 36 dakika süren
yolculuğun ardından otele girdik. Ve bunun için 2,5 dolardan az bir para
ödedik.
Otel
fena değil. Odada buzdolabı yok ama ortak dolapları kullanabiliyoruz.
Televizyon var. Tek derdim giriş katında olduğu için gürültü olasılığı. Otelin
havuzu kolpadan bir yer ve etrafı arılarla dolu. Yüzerken sokulmamak pek olası
değil gibi. Ama çalışanları... Mükemmel insanlardı.
Yemek
işini halledeceğiz. Önce para bozmak lazım. Çıktığımız cadde şehir ana
caddelerinden biri. O nedenle çok sayıda lokanta vb var. Yolun hemen karşısında
birine denk geliyoruz ve çalışan arkadaş da gayet iyi Türkçe biliyor. “Özbek
pilavı” diyor. “Ben halledeceğim “diyor. “Çok yağlı yapmam. Yanına da kompot”
diye devam ediyor.
Burada
da servis hızı düşük ama kime ne. Pilavlar güzel ama tıka basa insanı doyuran,
mideyi dolduran bir yemek bu. İçindeki kayısı ve kuş üzümleri yemeğe güzel bir
rahiya katmış. Kuş üzümünün de adı öyle. Yoksa bizim kuş üzümleriyle boyunu
kıyaslarsam bunun “devekuşu üzümü” olması lazım.
Çocuğa
nerede para bozdurabileceğimi sorduğumda hemen yardımcı oluyor. İnternette
gördüğüm oranlardan çok daha iyi bir orana para bozdu. Tekrar zengin hissettim
kendimi.
Yol
üzerinde Barlas Market’e uğruyorum. Çalışanları, sahibi on numara insanlar.
Delikanlılığın hasını yaptılar. Zamanı gelince anlatacağım. Dünya Atlas denen
adamın değil bu adamların sırtında hatta yüreklerinde duruyor. Buradan su gibi
elzem, meyve suyu, cips, bisküvi gibi gereksiz şeylerden aldık.
Otelin pinpon masası var. Onu söylemeyi unutmuşum. Bir pinpon topu ise kayıplarda. Çatıya kaçırdım.
0 Yorumlar
Yorumlarınız