Uçuş korkumu kısmen de olsa yenmiş olmam ve ucuz bir tur
yakalamamın sonucunda İtalya'ya gidebilir hale yıllar sonra gelmiştim nihayet.
Ucuz bir tur olması, ekstradan Slovenya'da da bir gün geçiriyor olmamız turun
artılarındandı. Bununla beraber gidiş ve dönüş uçuşlarının absürd saatleri ,
İtalya içindeki şuursuz otobüs yolculukları ve bu esnada kaybedilen saatler ise
önemli handikaplardı. ( Ljubljana – Floransa, Roma – Venedik gibi yolculuklar )
Uçuş sabah 5:30 ‘da on uçaklık bir filoya sahip Adria
Havayolları ile gerçekleştirildi. Adamlar bir nevi dolmuş hattı oluşturmuşlar.
Genelde bizim tırcılar bu uçakla Slovenya'ya inip oradan Trieste ‘ye
geçiyorlar. Neyse çokta kalabalık
olmayan uçağımız tam zamanında havalandı. Üçlü koltuğun ortasında olmam
nedeniyle bir şey göremedim, bende zamanımı Adria'nın dergisini hatmetmek ve
İtalyanca fiil çekimleri ile uğraşarak geçirdim.
Sonunda Ljubljana ‘nın küçük Brnik Havalimanı'na indik. Tur fazla
kalabalık değil. Bu epeyce önemli bir artı. Uçaktan iner inmez bir otobüse bindik
(ecnebilerin shuttle dediği araç) azıcık bir mesafe gittik ve indik. İnanın bu
mesafeyi yürüyerek de zorlanmadan daha da çabuk kat edebilirdik. Neyse pasaport
işlemleri için görevlilere gittik. Elbette ki burada da AB üye ülkeler ve AB üye
olmayan ülkeler diye bir ayırım var ama
dinleyen kim. Çoktan bizimkiler iki gişede de kuyruk oluşturmuşlardı.
Tipimi beğenmemiş olacaklar ki sadece bana neden geldiğim , nereye gideceğim
gibi soruları sordular.
Bavulları alır almaz dışarı çıktık ve ilk şoku yaşadık. Sanki
tüm ülke gübre kokuyordu. Burnumuz alışınca etrafa bakmaya başlayabildik.
İnsanı kesen bir soğuğun eşliğinde Alp dağlarının gölgesinde bir yerdeydik.
Havalimanının giriş kapısından girdiğinizde solda turizm bürosu bulunuyor.
Harita vb buradan temin edebilirsiniz. Hemen girişte sağda ise hediyelik eşya
satan bir dükkan var. Sadece bakının yeterli. J
Sonunda otobüs ile yolculuğumuz başladı. Montecatini ‘ye dek sürecek
bu yolculuk. Dağ manzaralı, ormanlık yollarda, tarlaları, köyleri geçerek
yolları aşıyorsunuz . Slovenya'da aşırı derecede Avusturya kültürünün izlerini
görebilmeniz mümkün. Özellikle evlerin çatı şekilleri ve kiliselerin keskin
hatlı, yüksek çan kuleli yapıları bunu ifade etmekte. Bununla beraber yüksek,
sarp tepelerdeki kilise yada manastırların varlığı ise Bizans etkisinde kalan
tipik Slav düşünce yapısını yansıtmakta.
İtalya'ya geçerken gümrük falan yok. Öyle Amasya'dan Tokat’a
geçer gibi geçiyorsunuz. AB ‘nin iyi yönleri de var az da olsa.
İtalya'ya girdiğinizde uzunca bir yolu geçeceğinizi bilin.
Otobüsler sıklıkla autogrill denilen kafeterya bozması mekanlarda mola veriyor.
Buralarda atıştıracak bir şey alırken önce kasaya ödeme yapıp fiş almanız ve
sonrasında siparişinizi vermeniz gerekmekte.
Diğer yiyecek vb ise tahmin edeceğiniz gibi biraz pahalıca. Tuvaletler
ise genelde ücretsiz fakat eğer bekleyen biri varsa gönülden ne koparsa
usulüyle bir şeyler bırakmanız bekleniyor. Ama az para bırakırsanız arkanızdan
saydırıyorlar.
Sınırdan geçince ilk geçilen önemli yerleşim Trieste. Pek çok irili ufaklı
yerleşim daha bu uzun yolculuk sırasında aşılıyor. Hemen hemen hepsinin
yüksekçe bir kuleye sahip kiliseleri uzaktanda olsa seçilebilmekte. Pek çok tepede en azından günümüzde yıkıntı
halinde de olsa burçlar görülebilmekte. Bir gün tarih ülkemizde namuslu
insanlar tarafından yazılacak ve atalarımızın, akıncıların bu topraklarda
nasılda fütursuzca gezdikleri yazılacak. Venedik ve Avusturya arşivlerine daha pek bakılmadı. (Sanki kendi arşivlerimize çok baktık da...)
Bunun dışında kırsal alanları bizim ülkeyi aratmayacak kadar
zevksiz ve dağınık. Ülkeyi oldukça güzel bir şekilde saran otoyollara insan ve
hayvan girmesini engelleyen teller ve otoyol gürültüsünü engelleyen
tahtaperdeler bir bakıma bu kötü manzarayı görmenizi de engelliyor. Ama yine de pek çok irili ufaklı ırmağı,
yolların etrafındaki asma bağlarını da aşıp geçiyorsunuz.
Toskana ‘ya girince gerçekten daha farklı bir yere girdiğinizin farkına
varabiliyorsunuz. Kelimelerle anlatması zor ama geçilen kuzey bölgelerinden
daha değişik.
Neyse sonunda Montecatini ‘ye geldik. Tren istasyonunun
yanında epeyce boş yere durduk. Ben bu esnada kendi başıma Pisa ‘ya gidişi
araştırmaya koyuldum. Bilet satan ihtiyar pek yardımsever görünmeyince bende
gar içindeki kılıksız kitleyi izlemeye koyuldum. Gençler bağıra çağıra
konuşmayı seviyor. Görmeseniz ciddi bir kavganın eşiğinde olduğunuzu
düşünebilirsiniz. Sonuçta işin epeyce
zor olacağını görüp otobüse döndüm.
Bu sırada otobüstede bir tartışma vardı. Otel daha
hazırlanmadığı için Pisa ‘ya gidelim mi gitmeyelim mi tartışması Pisa ‘ya
gidelim denilmesiyle sonuçlandı. Herkes gitmeye karar verince çıbanbaşı olmamak
için bizde turla gitme kararı aldık.
Gerçi planlarıma göre şehri turlamaya tren istasyonundan
başlayacaktık. Tur ile gidince şehrin kuzey girişlerinin yakınlarındaki
otoparkta inmek durumunda kaldık. Burada bizi bekleyen sarılı, eflatunlu yolcu
treni ne binip yola çıkmayı beklerken bir ton zenci seyyar satıcının yapışkan
hareketlerine maruz kaldık. Dayanılmaz yüzsüzlük, umursamazlık. Adamlar bir
sahte çantayı satabilmek için herşeye katlanıyorlar.
Pisa ‘yı gezişimizi anlatmadan üstünkörü bir şekilde şehri
tanımlayalım. Ana şehir tek sıra surlarla çevrili ve Arno Nehri'nin kuzeyine dek
uzanıyor. Nehrin aşağı kısmı ise sahilinde gezilebilecek yerleri barındırmakta.
Dönelim gezimize. Lunapark treninden bozma aracımız surların
dışında ama ana girişlerden birine yakınca bir yerde yolcularını indiriyor. İlk
önce yahudi mezarlığını görüyorsunuz. Aslında sadece kapısını görüyorsunuz ;
çünkü kapısı kapalı ve duvarları epeyce yüksek olduğundan içeride ne tip
mezar taşları var görme şansınız olamıyor. Buradan itibaren genelde zencilerin
tezgahlarının sıralandığı bir yoldan ilerliyorsunuz. Unutmadan söylemeliyim ki
İtalya'da Napoli'den sonra en ucuz ıvır zıvır satın alma imkanınız burada. Çantalar olsun, magnetler olsun her şey
bulunabilmekte. Buradan sonra artık müthiş bir kalabalığa karışarak şehre giriş
yapıyorsunuz.
Kapıya geldiğinizde meşhur manzara ile nihayet
karşılaşıyorsunuz. Önde vaftizhane
ardından duomo ve en arkada olabildiğince yamukluğuyla Pisa Kulesi. Hepsi
bembeyaz mermerden inşa edilmiş şahane
yapılarıyla büyükçe bir çimenlik alan. İşte burası Harikalar Meydanı. (Campo di
Miracoli) Çimenlere basılması yasaksa da bunu umursayan yok.
Önde beyaz, dev gibi kremalı bir pastayı andıran, romanesk
kubbeli vaftizhane karşınıza çıkar. Ne
yazıkki içerisine giremedik. İkisi korint tipi sütun başlıklara sahip
sütunlarla taşınan üç kata sahip yapının kiremitle kaplı kubbesi nin en
tepesinde bronzdan bir heykel var. İkinci kattan itibaren hemen hemen her detayın
üzerinde bir insan yüzü yada vücudunun canlandırıldığı heykeller mevcut. Bunun
kapısında duomoda göreceğiniz gibi zarif işlemeler yoktur ama kapının iki
tarafındaki sütunlar tıpkı duomodakiler gibi işlemeli ancak daha incedir. (çap
olarak) Mimarı Diotisalvi yapımına 1153 ‘te başlamış. 13. yüzyılda sırasıyla
Pisano familyasından Nicola ve Giovanni de bitirmeyi başarmış. İçerisinde de
dışarısı kadar bir güzellik söz konusu. İçine girmedim ama kafamı sokup ne var
ne yok şöyle bir baktım. Nicola Pisano buraya da güzel bir kürsü yapmış.
Azıcık ilerlediğinizde ise Pisa'nın katedrali Duomo ‘nun
girişine ulaşırsınız. İtalya'da duomo kelimesine epeyce denk geleceksiniz. Duomo
anlam olarak bizdeki ulu camilere karşılık gelmekte. Tam olarak karşılığı
katedral.
Pisa’nın duomosu da en büyük ve de dolayısıyla en maliyetli
yapılardan. Pisalıların yarımadadaki diğer rakiplerine hava atmak amaçlı,
şuursuz gösteriş çabalarından birisi bu yapı. Yapımına 1063 ‘te mimar Buscheto
tarafından başlanmış.
Harika bir yapı.
Güzel işlemeli on metreye yakın bir yüksekliğe sahip bir kapısı var. Fakat
kapalı. Her iki yanında da hem giriş hemde çıkış için kullanılan biraz daha küçük
ama işlemeli iki kapı daha bulunmakta. Kilisenin şekli latin haçı. Giriş yüzü
yada ecnebi lugatında facade yazan kısmında süsleme amaçlı olarak korint tipi
sütun başlıklarına sahip, işlemesiz düz sütunlar kullanılmış. Köşe yapan
yerlerinde ise mutlaka birer heykel yerleştirilmiş. En tepe noktada kucağında
İsa ile beraber betimlenmiş bir Meryem heykeli var. Kilisenin bu mükemmel
görünümlü ön yüzü yapımına başlandıktan ancak yüz yılı geçtikten sonra
bitirilebilmiş.
İçini anlatayım. Girişte önce
bir boşluk sizi karşılıyor. Haçın kollarına kadar üç koridor halinde uzanan
kilisede tavanı gene korint tipli sütun başlıkları omuzlamış görünüyor. Orta
koridora bakan kemerler beyaz iken iç koridorlara bakan kısımlar simetrik
olarak siyah beyaz sıralı olarak dizayn edilmiş. Oluşan pandantiflerin içine
haç süslemesi yapılmış. Bir üstteki katta ise sütun yerine siyah beyaz
taşlardan oluşmuş tahminimce kare tabanlı dayanaklar yerleştirilmiş. Sadece iki dayanak arasına bir tane kısa, korintik sütun konularak zarif bir hava yakalanmaya çalışılmış. Tavan ise
altın kaplama ve gerçekten zarif. Zemin mermer. Kripta var mı öğrenemedim. Zaten üst kata nereden
çıkılabilir sorumun cevabı evet tavanlar altın şeklinde oldu ki ingilizcem
basit cümleler kuramayacak kadar da kötü değil.
Ortada altara yakın sol tarafta bizim vaiz kürsülerini
andıran bir yapı var. Ana gövdesindeki mermer işlemeler muhteşem. Tam altında
bir heykel bulunmakta.
Bununla beraber bu kısmı taşıyan sütunlar içinde bir ortaklık bulmak
zor. Üç- dört sütun harika işlemelere sahip mermer, bir porfir ve üç kadar
değişik tipte sade fakat renkli sütun. Giovanni Pisano ‘nun eseri. Mükemmel.
Altar kısmı ise Cimabue ‘nin elinden çıkmış büyük bir
pantokrator İsa freski ile karşılıyor bizleri. Onun altında büyük pano resimler
var. Haçın sağ ve sol kanatlarındaki şapellerde
de oldukça güzel resimli panolar ve
işlemeli heykeller duvarları kaplamış durumda. Ayrıca özellikle sağ kanatta tam
duvarın üzerinde bir tabut görülüyor. Çevrede ve zeminde de çeşitli mezar
taşları manzaranın bütünleyicileri arasında.
Kilisenin içini kubbe ile bahsederek bitirelim. Yüksek , ufak ve oval olan kubbede sanki
kubbe merkezine kalabalıkların sanki bir anafora kapılmışçasına savrulduğunu
anlatmak istercesine bir hikaye resmedilmiş.
Kiliseden çıkıp biraz daha ilerlediğinizde Pisa'nın en
meşhuru ile karşılaşıyorsunuz. Pisa kulesi. Gerçekten muhteşem, gerçekten zarif
ama gerçekten de epeyce yamuk bir yapı. İtalya'da zaten pek çok yamuk kule var
ama Pisa kulesi her an yıkılacakmış gibi durmakta. Etrafında onu tutarken, onu
iterken poz veren çok sayıda kişiyi görüyorsunuz. Fotoğrafçılar belirli açıdan
modellerini bu şekilde resmederken başka fotoğrafçılar içinde ucube görüntüler
çıkmasına neden olmakta bu durum.
Kule başlı başına hikaye. Yüksek ve süslü kule şehrin de gücünü
gösterdiği için Pisalılar masraftan kaçınmamış. 1173 ‘ te başlayan inşaat yaklaşık
iki yüzyıl sürmüş. Altı katlı yapının daha üçüncü katı çıkılırken bina yatmaya
başlamış. Gevşek toprak, mermer blokların muazzam ağırlığı kulenin dengesini
epeyce bozmuş. Bir dönem kule kapalıydı. İtalyanlar uğraştı biraz dengeledi ve
gezilebilir hale getirdiler. Meraklıları için ekleyeyim, kulenin tepesindeki
tek haçlı kırmız bayrak Pisa devletinin bayrağı.
Kuleye çıkmak için eğer 18 yaşınızdan küçükseniz yanınızda
veliniz olması gerekli. Sinope Müzesi'nden katedrale giriş için bilet almaya
girerken bir ton İtalyan velet yolumu kesip velileri olup kuleye çıkarmamı
istediler. Kapanışa yarım saatten az kaldığı için çocukları çıkartamadım. Bende
çocuklarla beraber kuleye çıkarım diye düşünmüştüm. Olmadı.
Bu üç muhteşem yapının girişlerine göre sol tarafta
Pisalılar için önemli bir alan daha var. Campo santo denilen bu alan Pisalıların bir nevi
dedelerinin toplu mezarı. Burada isterseniz Pisa ve Pisalılar için bir tarih
anlatımı yapılmalı.
Pisa konumu nedeniyle Arno ‘nun alüvyonları limanlarını kapamadan
önce önemli bir liman ve dolayısıyla ticaret kenti idi. Özellikle İspanyollarla
yaptıkları ticaret epeyce kazançlı olmuş. Bu da şehre zenginlik sağlıyordu. Üstüne
üstlük şehrin halkının savaşçı olması da güç katıyordu. Pisa şehir olarak
İtalya ve Sicilya'ya yapılan Arap akınlarını durdurup püskürttüğü gibi haçlı
seferlerine de ilk katılanlardan olmuş orta doğuda önemli şehirler ele geçirmiş.
Fakat şans her zaman yüzlerine gülmemiş, Selçuklularla karşılaşmalar başlayınca
5 ile 10 bin arası hemşehrisini o topraklarda gömmek zorunda kalmışlar. Fakat
Pisalılar dedelerine karşı vefalı çıkmış ve atalarının kemiklerini gemilerle meydanın bu köşesine nakledip campo
santo ‘yu kurmuş ve birde mezarlık inşa etmişler. Yapımı için belirtilen tarih 1277.
Giovanni di Simone tarafından başlanılan
mezarlık alanı ortaçağın en önemli fresk koleksiyonunu barındırmaktaymış. Mezarlık
II. Dünya savaşında özellikle 1944 ‘teki hava saldırılarında epeyce hasar
görmüş. Kilise yıkılmış ve pek bir şey kurtarılamamış. Kurtarılan mezar taşları, mezar taşı parçaları,Taddeo
Gardi ve Benozzo Gozzoli gibi ustaların freskleri vb yolun karşısındaki Sinope Müzesi'nde
sergilenmekte. Mezarlık alanında MÖ 1. ve 3. yüzyıllara ait Roma lahitleri
sergilenmekte. İçeride kalan fresklerin en meşhurları ise Ölümün Zaferi (TheTriumph of Death),Son Yargı (The last
Judgement). Meydandaki yapılara giriş için biletler zaten Sinope müzesinden
alınıyor. Biz kapanışa doğru içeri
sızmaya çalıştıysak da spagetti westernlerin at hırsızı kılıklı aktörlerine
benzer bir tip tarafından engellendik. Tüm çaba ve yalanlarımızda adamı ikna
edemedi. Kısmet...
Gelelim Sinope
Müzesi'ne. Rehbere göre müze binasının yapımında kullanılan kırmızı toprak Sinop'tan getirilmiş. Akla yatkın gelmeyen bu konuyu teyit eden hiç bir
belge yada yazı bulabilmiş değilim. Sadece bulabildiğim 13. Yüzyılda hastane olarak kullanıldığı
(yanılmıyorsam tam adı Fakirler hastanesi gibi bir şey) ve 14. ve 15. yüzyılın
büyük ustaları olan Bonamico Buffalmacco, Taddeo Gaddi, Andrea Bonaiuti,
Antonio Veneziano, Benozzo Gozzoli gibi sanatçılarının elinin değdiği şeklinde . Sinopia tekniği uygulanmış.
Meydanın tam köşesinde Opera dell’duomo yer almakta. Tüm
adaşları gibi katedrallerin hazine ve değerli eşyalarının saklanması için
yapılmış. Günümüzde de bu sakladıklarını sergilemekle görevlerini yerlerine
getirmekteler. Burada kilise ve vaftizhanedeki heykellerde de emeğini
görebileceğiniz Nicola ve Giovanni Pisano gibi isimlere ait eserlerin yanı sıra Haçlı
seferleri sırasında ortadoğudan getirdikleri bronz bir zürafa heykeli
sergilenmekte.
Tur firmaları bu meydandan
sonra serbest zaman veriyor ama insanımız nerelere gideceğini bilmediğinden
sağdaki soldaki bir iki sokağa girip geri dönüyorlar. Rota belli aslında. İsterseniz kulenin oradan
yolunuza düz devam eder Roma hamamlarına ulaşırsınız ve oradan Piazza del
Cavalliere ‘e ulaşırsınız yada bizim yaptığınız gibi kulenin oradan sağa sapar
aynı yere gidersiniz. Bu yolda çok hoş.
Hafifçe doğuya doğru bükülen iki tarafı da kahverengi, sarı, pembe bilimum pastel
renkle boyanmış kafeterya, hostel ve dükkanla dolu bir yolu geçiyorsunuz. Burada
da bir ton zenci size bir şeyler satmak için musallat oluyor. Neyse önce küçük
bir meydana ve meydanın köşesinde büyük bir kiliseye geliyorsunuz. Burada
çevrenize dikkatli bakarsanız Pisa üniversitesine ait pek çok bölümü
görebiliyorsunuz. Kilise ise İtalya da
pek çok örneği görülen kutsal askeri tarikatlardan birine ait. Santo Stefano
kilisesi sanırım. 1561 ‘te korsanlara karşı 1. Cosimo tarafından kurulmuş tarikatın Türkçe
adı Aziz Stefan ‘ın Şövalyeleri (Ordine
dei cavallieri di santo stefano). Korsanlar bizimkiler. Biz unutsak da
unutulmuyorlar. Kiliseye dönersek büyücek ama kaba bir yapı. Ama gün batımında
tatlı bir kayısı renge bürünmekte.
Az biraz yürüdüğünüzde Cavallieri meydanında oluyorsunuz.
Üniversitenin tarihi merkez binası da burası. Aslında bina yukarıda anlattığım
askeri tarikatın karargahı olarak kullanılmak amacıyla inşa edilmiş. Meydanın
düzenlemesi 1562 ‘de Vasari tarafından
yapılmış. Meydandaki atlı tahmin edeceğiniz gibi 1. Cosimo ‘ya ait. (Bu ismi
asıl Floransa da anacağız.) Ama arkasındaki bina çok güzel. Dört katlı ve her
katında pencereleri arasında harika süsleme ve işlemeleri olan , önünde çift tarafa
uzanan merdivenleri yle görülmeye değer bir yapı. Binanın adı Palazzo della
Carovana. Ayrıca meydanda üzerinde saati ile Palazzo dell’Orologio da dikkat
çekmekte. Yapı açlar kulesi olarakta anılmakta. Dante'nin İlahi Komedyası'nda
Gherardesca Kontu Ugolino’ nun tutuklanıp çocuklarıyla beraber buraya konulduğu
ve açlıktan ölmelerinin beklendiği yazmakta.
Yola devam. Tarihi binalar, iki üç katlı zarif İtalyan tipi
yapılar birbirlerine kaynaşmış durumda. Renkler belki zamanla biraz solmuşsa da
kesinlikle gözünüzü rahatsız etmemekte. Gezmesi kolay, huzurlu sokaklarda
yürüyorsunuz. Piazza Garibaldi ‘ye
varmadan solda güzel büyükçe bir kilise daha var. İçine ayin yapıldığından giremedim, kapı
önünde kiliseye gelir kazanmak için bir şeyler satan kadınların söylediği ismi de
unuttum.
Piazza Garibaldi yani Garibaldi Meydanı Arno ‘nun kıyısında. Huzur
dolu, dertlerden uzak bir yer burası. Köprünün üzerinden nehrin geldiği ve
gittiği yönlere bakıp, kıyıları sarmalayan binaları izlemek bir zevk. Köprünün
güney ayağında üzerinde saat kulesi ile Comune
di Pisa, biraz ötede Santo Sepolcro kilisesinin çatısı Lungarno Galileo ‘yu
oluşturan manzaranın doğu yönüne uzanan parçaları. Karşı kıyıda Lungarno
Mediceo uzanmakta.
Nehrin aktığı yöne bakarsanız güney yakada görebileceğiniz en küçük
gotik kilise olan Santa Maria della Spina kilisesi görülüyor. 1230 yılında
İsa'nın başındaki dikenli taca ev sahipliği yapması için inşa edilmiş. Arno
Nehrinin taşkınlarının etkisinden korumak için biraz yeri değiştirilmiş
günümüze dek geçen süreçte.
Nehir idman yapan kürek tekneleriyle adeta işgal edilmiş. Kuzey
kıyısında ise Palazzo alla Giornate , Palazzo Reale gibi pek çok tarihi ve
güzel yapı yer almakta. Ta uzaklarda, güneşin battığı yönde şehir surlarının en
yüksek kulesi de görülmekte . Gün batımının renkleri eşliğinde kuzey kıyısından ilerleyerek Piazza Solferino
‘ ya ulaştık ve buradan meydana yanımıza Avrupa'nın en eski botanik bahçesi olan
Orto Botanico ‘yu alarak geri döndük.
0 Yorumlar
Yorumlarınız