Sabah erkenden
kalkıyorum . Hedef Kıbrıs'ın az bilinen
arkeolojik mekanları. Eşim ve oğlumu uyur bırakıp az biraz bir şeyler
atıştırdığım kahvaltıda fazla vakit kaybetmeksizin iki yarım litrelik suyu
tabanca gibi ceplerime yerleştirip otelden ayrılıyorum.
İlk hedefim olan Salamis Harabeleri ile otel arasında dört
km kadar bir mesafe var. Sabah henüz daha sekiz oldu olmadı. Bir kilometreyi
anca aşmışımdır ki düşmeye başladım tempo olarak. Günün bu erken saatinde bile
bu nem, bu güneş, bu sıcak… Dönsem ki bu kadar o rotayı yapacağım deyip atılıp
tutulduktan sonra bu yapılmaz. Gitsem… Gideyim bari diyorum.
İlerliyorum. Arkalardan bir dozer geliyor. İçimden bir ses
“atla kepçeye git gidebildiğin kadar” diyor ama kepçenin içi kireç dolu. Üstüm
başım batarsa eşimle papaz olma durumu var. Bununla beraber araç durup beni
alıyor. Havadan sudan konuşuyoruz. Salamis Harabeleri'ne giden yola ayrımına dek
beni götürüyor ve “bu sıcakta fötürsüz yola çıkılır mı be deli oğul” deyip
kafasındaki şapkayı çıkarıp bana veriyor.
Bu moral destekle asfalt yolda
ilerliyorum. Yol ıssız. Arada sırada tek tük araçlar geçiyor. İleride antik
kentin olduğu yerde, tel örgülerin arkasındaki sık ağaçlığın arasından bir iki
sütun başlığı görüyorum. Hevesle ve hızla ilerliyorum ama yolun karşısındaki
piknik alanındaki köpekler beni görünce teyakkuz durumuna geçiyor. Yavaşça
ilerliyorum fakat içlerinden siyah olanı ileriden düşmanca havlamaya başlıyor.
Az daha ilerlemem hayvanın önüme gelip havlamasına neden olunca geriye
dönüyorum.
Aptal bir hayvan beni durduramaz. Düşünüyorum. Hızlıca koşup
geçebilir miyim. Belki. Ama beceremezsem bu durumda dört köpek var ve üçü
oldukça iri. En önemlisi nereye kadar koşmam gerekli bunu bilmiyorum ve dahası
dönüş yolunda da koşmak zorunda kalır mıyım. O nedenle sessiz sedasız bir gölge
gibi geçmeye çalışıyorum.
Köpek beni
görür görmez üzerime atılıyor. Gene geri dönüyorum. Köpekleri geçene dek beni
götürsün diye arada sırada da olsa geçen araçlara otostop çekiyorum. İnsanlar
bana garip garip bakıyorlar. Sonra anlıyorum ki Soldan giden araçlar için yolun
sağında, ters yönde duruyorum. Eh İngiliz sisteminin uygulandığı Kıbrıs'ta
İstanbul kafasıyla düşünürsen böyle olur. Tevekkeli Roma'da Romalı gibi davran
diye boşuna söylememişler.
Yerde duran boyum kadar bir dal parçasını alıyorum. Bu kez
kesin kararlıyım. İleriden kuyruğunu dikip bana bakan köpeği süzüyor ve karşıma
çıkması durumunda başına geleceklerin sonucunda üzülüyorum. Roma lejyonundaki
bir asker gibi elimde sopam kararlı adımlarla ilerliyorum yolumda. Köpek gene
fırlıyor. Sopayı kafasına vurmaya çalışıyorum ama hayvan sopayı ısırıyor ve
boyun hareketi ile iteliyor. Sopanın elimde kalan kısmını hayvanın üzerine
atıyorum, hayvan biraz geriliyor ama sonra top gibi üzerime gelmeye başlıyor.
Gençliğim, yeni yetmeliğimdeki gibi hızlı koşuyorum, uçarcasına. Epey bir koşuyorum.
Arkamdan gelen havlamalar azalınca biraz daha koşup arkama bakıyorum. Siyah
köpek ileride yolun ortasında bana bakıyor. Diğer yoldaşları ise pineklediklere
yere
doğru bezgin bezgin dönüyorlar.
Sen ey gezgin, Salamis ‘e giden turlar var. Herkes benim
gibi hızlı koşamaz. Onlara katıl.
Açıkçası moralim epey bozuluyor. Aziz Barnabas Manastırı'na
doğru yürüyorum. Aziz Barnabas resmi havarilerden değil. Resmi havari nedir
diye sormayın çok uzun konular bunlar. Barnabas zengin bir Yahudi ailesinin
çocuğudur ve eğitim için gittiği Kudüs'te Hristiyanlık ve Aziz Paul ile tanışır.
Beraber yada ayrı bu yeni dini, düşünceyi yaymak için gezerler. Günün birinde
Barnabas ‘ın yolu Kıbrıs’a düşer. Ama yaptığı bu çalışmalar Yahudi cemaat
tarafından hoş karşılanmaz ve öldürülür. Bir bataklıkta saklanılan cesedi gece
yarısı, karanlıkta denize atılır. Destekçileri cesedi sudan çıkarıp Matta
İncillerinden biri ile beraber bir mağaraya gömerler. “Barnabas İncili” denilen ve orijinal olduğu
iddia edilen İncil ve onun yakın zaman
hikayesi için Apokrafil isimli kitabı okumanızı öneririm. İncilin bir rastlantı
eseri bulunuşu, saklanmış olduğu bu manastırdan bir şekilde kaçırılışı ve bir
müddet sonra kayboluşu. Vatikan ‘ın baskıları falan filan… Bazan çok büyük bir
oyun sahnesi olan bu dünyada acaba bizler sadece gariban figüranlar mıyız diye
düşünüyorum.
Neyse, Yahudiler denizden çıkarıldığı görüp takibe geçerler. Fakat
takip ettikleri grubu Paraskevi Mağaraları'nın oralarda gözden kaybetmişler.
Zamanın Kıbrıs piskoposu rüyasında azizi görüp gördüğü yeri araştırtır.
Gerçekten de bulur. Akıllı bir adamdır ve bulduğu başta İncil olmak üzere pek
çok dini ögeyi İstanbul'a, imparatora hediye olarak gönderir. İmparator o zaman
Zeno ‘dur.
Hediyelerin karşılığı büyük
ölçüde para ve hepsinden önemlisi Kıbrıs Kilisesi'ne özerklik verir. Bunu tasvir
eden bir fresko şu an müze olarak kullanılan kilisenin apsisinin sağındaki
duvarda görülebilir.
Yapı ilk kez 477 yılında yapılmış. Osmanlı döneminde 1756
‘da günümüzdeki halini alıyor. Barış harekatının ardından ise İkona Müzesi
olarak çalıştırılıyor.
Girişte müze kart + ‘ınız varsa ücretsiz olarak
gezebiliyorsunuz. Yoksa 7 TL. Sağda hediyelik eşya satan bir dükkan olduğu gibi
hesaplı bir de kafeterya solda görülüyor.
Ana kısım, yani eski kilise ikonaların sergilendiği bir galeri haline
getirilmiş. Başta burası olmak üzere Kıbrıs ‘ın Türk tarafındaki pek çok
kiliseden toplanılan ikonaları görebilmeniz mümkün. Azizlerin ikonaları
günümüze iyi oluşmuş. Genelde zaten 1850 ‘lerden sonra yapılan parçalar yer
almakta. Altlarında ikonaların neyi temsil ettiği kısaca yazılı. Ama keyifli
bir gezi için az biraz Ortodoks terminoloji ve ikonografyasını biliyor olmak
iyi olacaktır. Misal Pantokrator İsa ile Basileus İsa arasındaki terimsel ve
görsel fark nasıl anlaşılır bunu bilmek faydalı olabilir.
Dikkat ettiğinizde tavanı taşıyan kolonların üzerinde büyük kısmı
harcın içerisinde kaybolmuş Bizans dönemine ait sütun başlıklarını
görebilirsiniz.
Buradan çıkınca avluda biraz dinlendim. Hatta oturduğum
gölgelikte biraz görgüsüzlük yaparak üstümü çıkarttım. Ne de olsa müze pek
geleni gideni olmuyor. Sessizlikte tembelce güneşlenen kertenkeleleri, uçuşan
haşeratı seyrettim. Avluyu saran revaklı koridorları izledim. Sonra tekrar
giyinip – ki terden ıslanan tişört tekrar giydiğimde buz gibi geldi- bu
koridorların çevrelediği ve müze olarak kullanılan odaları gezmeye başladım.
Müzede Kıbrıs geçmiş çağlarından, ta günümüzden 6000 yıl öncesinden
gelen parçaları görebilirsiniz. Çoğu küçük, ufak tefek günümüz için önemsiz
parçalar olsa da kim bilir o günlerde ne kadar yaşamsallardı. Ama oyuncak savaş
araçlarının sergilendiği camekan hepsinden çok hoşuma gitti doğrusu.
Ben bu son kısmı gezerken kalabalık bir İtalyan grup geldi manastıra.
Rehber İtalyanca konuştuğu için zerrece işe yarar bir şey yakalayamadım. Fakat
çok kısa süre içerisinde İtalyanların gezisi bitti. Rehber onları toplayarak
ilerideki küçük şapele götürdü. Bense manastırın kapısının tam önünde duran
çeşmeye gidip serinledim. Kıbrısta musluklardan genelde sıcak su akar.
Dolayısıyla su ısıtmaya gerek yoktur ve aslında soğuk su lükstür. İşte bu
çeşmenin suyu en serin suydu ve gerçekten çok serinletti. Kendime gelince turun
peşi sıra gittim şapele. Kare planlı, üzerinde haç olan küçük kiremitle kaplı
kubbesi ile ben Bizans kökenliyim yada en azından Rum Ortodoksum diyor daha ilk
bakışta.
İçine girdim. Yer altına inen basamakları takip ettim. Sağda
tabut gibi bir şey var. Ama biraz daha aşağıya indiğinizde duvarların lahit,
tabut vb koymaya müsait bir şekilde oyulduğu görülüyor. Sonuçta hangi dinden
olursa olsun Allah adına çabalayıp bu yolda ölmüş birisi olduğundan bende onun
ruhuna dua okudum.
Manastırdan bir yarım saat daha ilerilere yürürsem Enkomi
diye başka bir antik kentin kalıntılarına ulaşabilirdim. İtalyanların rehberi
kadına gitmeye deyip değmeyeceğini sordum, çünkü internetten gördüğüm
fotoğraflarda daha çok bir kazı alanını andırıyordu. Kadın, “sadece bu işten
(sanırım arkeolojiyi kastetti) anlayanların gitmesi gerektiğini” söyledi beni
uzun süre tartıp baktıktan sonra.
Dönüş yolu gözümde büyüyor. Islattığım şapkam çoktan kurudu. Daha bir
de Salamis Mezarlığı'nı turlayacağım. Asfalt yol üzerinde hafifçe pişiyorum. Gelen
geçen araçlarda insanlar bana el sallıyor.
Salamis Mezarlığı aslında büyük bir alana kurulu. Girişinde
kazılarda bulunan parçaların imitasyonları sergileniyor. Mekan öyle kapalıydı
ki giremeyeceğimi düşündüm. Meğer görevli buzdolabı haline getirdiği odasındaki
durumunu koruyabilmek için her yeri sıkıca kapatmış. Aslında sağdan soldan da
olsa zorlanmadan girebileceğim mekana müze kart +’nın forsuyla bedavaya girdim.
Görevli elime mezarların bir haritasını içeren dosya kağıdı verdi.
Mekanda mezarlar tel örgülerin ardında olsa da kolaylıkla
açılıyor. Mezar1, Mezar 5 gibi isimlerle anılıyorlar. Genelde yarısı yer
altında kalan oyma mezarlar. Burada gömülen insanlar hayvanları ve eşyaları iel
beraber gömülmüş. Her mezar alanı gibi defalarca soyulmuş. En büyük soygun
Haçlılar tarafından yapılmış. Zaten bu Haçlı güruhunun adada yaptıkları zulüm
anlatılamaz.
Aslan Yürekli Richard her zaman ki gibi bir deniz yolculuğu sırasında
fırtınaya yakalanır ve adaya sığınmak zorunda kalır. Adanın ahalisi Ortodoks
Rumlar Haçlı seferinin düzenlendiği yerlerdeki Müslümanlara oranla katbekat
zayıftır. En önemlisi silahsızlardır ve gelen kazazedeleri misafir olarak kabul
etme gafletinde bulunurlar. Haçlılar soluklanır soluklanmaz kendilerine yardım
eden köylüleri öldürür yada tecavüz ederler. Başka köylerden gelenler
anlaşmazlık nedeniyle olduğunu düşünürler ve olayı anlamak için köye gelirler.
Barışçı oldukları için silahsızlardır. Bu da Haçlıların işini kolaylaştırır.
Haçlılar köylülere bir kale kurdurup geride yedi şövalye bırakıp Kudüs yoluna
giderler. Ama gitmeden köylülerin elinden her türlü silahı yada silah olarak
kullanılabilecek eşyayı alırlar. Adanın gerçek sahibi İstanbul, sanki dünyada
böyle bir şey yokmuş gibi davranır. Bıçak kemiğe dayanmıştır köylüler için.
Taşlar ve sopalarla sanki vampirin şatosunu basacakmış gibi büyük bir
kalabalıkla kaleye yürürler. Yedi şövalye ve yardımcıları bu kalabalığı ağır
silahlarının ve zırhlarının sayesinde darmadağın eder. Bu zafer günümüzde bile
fanatik katolikler ve gönye-pergelcilerin
(pardon mason deniyordu sanırım bunlara) İskoç ritine bağlı bazı kollarında
başka bir adla aynı gün kutlanmaktadır.
Mezarlardan çıkan parçalar mezarların ortasındaki
camekanlarda sergilenmekte. Genelde sahipleri ile beraber gömülen hayvanların
kemikleri o da para etmediğinden kalmış. Şansınız varsa uzun zamandır
temizlenmemiz camekanların arasından görebilme imkanınız olacaktır.
Yol kenarında olanı siloya benziyor. Zemininin altında kilit taşı
mantığıyla üstü örtülü asıl mezar odasının olduğu kısımları da
görebiliyorsunuz. İçi –bence- yakın zaman önce alemciler tarafından kullanılmış.
Çünkü is izleri oldukça koyu. Grileşme yok.
Biraz geride yer alan ise tam bir tümülüs gibi. Zaten akılcıl bir
şekilde bir kesit olarak açılmış. Kimi mezarlar sadece basit bir oyma işleminin
sonucunda ortaya çıkmış. Bu aslında gerçek bir mezar değil. Mezar süsü verilmiş
bir yapı ki buna “senotaf” denmekte. Literatürde burası “Nikokreon Senotafı
“olarak yer almış. Az sayıdaki bir kısmı ise kaba oyma duvarın önüne kesme
taştan bir duvar örülmesi ile oluşturulmuş. Öğrendiğim kadarıyla bu kalan büyük
mezarlar Salamis krallarına aitmiş. Diğer asil ve basit ölümlülere ait
mezarlıklar tarla ve ilerilerdeki yapıların altında kaybolup gitmiş.
Fakat yarım tümülüsü sağınıza alıp ikiyüz metre kadar
gittikçe bozulup gözden kaybolan yolu takip ederseniz sola yönelen daha da
bakımsız bir yola denk geleceksiniz. Asıl yer burası. Buraya “Cellarka
Mezarlığı” denmekte. Yolu takip edin. Hayatım boyunca böyle bir mezarlık alan
ve mezar stili görmemiştim. En az Palmira kadar etkiledi beni.
Şöyleki zemin sanırım bu mezarlar kazınırken – evet burada zemin
kayalık kazmak değil sadece kazımak mümkün- üstünde günümüzde göze çarpan bitki
örtüsünün yaşadığı toprak tabakası yoktu. Çok ilginç. Sakın gözünüze mezar gibi
açılmış bir oyuk yada belirli bir açı ile kazılmış bir oda gelmesin. Bunlar
beni şaşırtmaz. Nasıl anlatmalı bilemiyorum neyseki fotoğraflar var. Büyüklü
küçüklü oyuklar var. Bunlar dar basamaklarla bir buçuk metre kadar zeminden
aşağıya inmenizi sağlayacak dar basamakların inşası için kazılmış. Basamakların
bittiği yerde, zeminden bir iki karış yukarıda basamaklar için açılan deliğin
karşısında oluşan duvar için dar bir mezar odası kazılmış.
Ama delik o denli dar ki… Ya bu mezarlara daha sonradan
kemikler konuyordu yada dönemin Kıbrıslıları oldukça ufak tefek insanlardı. Bu
savımı aşağı inen basamakların genişliği de desteklemekte. Ama bir insan ne kadar uzak olursa olsun o
kadar dar alanda ve aşağıda o kayayı kazıyamaz. Ya mezarı kazacak insanlar baş
aşağı sarkıtılıyordu yada ne bileyim… Çözemedim.
Bu alanda hiçbir açıklama yok. Mezar numaraların yazılı olduğu
levhalar paslanıp çürümeye yüz tutmuş. Kimi dar kimi biraz geniş çok sayıda
benzer mezar var. Sadece en büyüğünün giriş kapısının üzerinde gayet net bir
şekilde belli olan bir göz kazındığını gördüm. Ne anlama geldiğini
yorumlayamıyorum. Ama dediğim gibi az kişinin bilip geldiği ama mutlaka
görülmesi gereken bir yeri adanın.
Dönüş yolu. Nasıl yapacağımı bilemiyorum ama yürüyeceğim.
Otostopta deniyorum nedense duran yok. Yürüyorum ama yol sanki benden hızlı
gidiyor. Beni buraya kadar getiren merakım tatmin olduğu için dinlenmeye
çekildi. Yolu yarılamışken bir araba korna çalıyor, beni davet ediyor.
Trabzonlu bir genç bu. “Ağabey” diyor. “Bu saatte kimse yürümez burada, indirir
güneş adamı aşağıya”. Sonra sessizce ekliyor. “Adam olan da abisini bu güneşte
yolda bırakıp yürütmez ”.
Üşenmeden ta otelin kapısına dek bırakıyor beni. Kimdir
bilmiyorum ama Allah razı olsun. Otelin kliması iyi geliyor. Hemen denize
giriyorum. Otelde yapacak başka bir şey yok zaten.
0 Yorumlar
Yorumlarınız