Takip Et

8/recent/ticker-posts

Kıbrıs Gün 6

 Sabah erkenden kalkıyorum .  Hedef Kıbrıs'ın az bilinen arkeolojik mekanları. Eşim ve oğlumu uyur bırakıp az biraz bir şeyler atıştırdığım kahvaltıda fazla vakit kaybetmeksizin iki yarım litrelik suyu tabanca gibi ceplerime yerleştirip otelden ayrılıyorum.

İlk hedefim olan Salamis Harabeleri ile otel arasında dört km kadar bir mesafe var. Sabah henüz daha sekiz oldu olmadı. Bir kilometreyi anca aşmışımdır ki düşmeye başladım tempo olarak. Günün bu erken saatinde bile bu nem, bu güneş, bu sıcak… Dönsem ki bu kadar o rotayı yapacağım deyip atılıp tutulduktan sonra bu yapılmaz. Gitsem… Gideyim bari diyorum.

İlerliyorum. Arkalardan bir dozer geliyor. İçimden bir ses “atla kepçeye git gidebildiğin kadar” diyor ama kepçenin içi kireç dolu. Üstüm başım batarsa eşimle papaz olma durumu var. Bununla beraber araç durup beni alıyor. Havadan sudan konuşuyoruz. Salamis Harabeleri'ne giden yola ayrımına dek beni götürüyor ve “bu sıcakta fötürsüz yola çıkılır mı be deli oğul” deyip kafasındaki şapkayı çıkarıp bana veriyor.

 Bu moral destekle asfalt yolda ilerliyorum. Yol ıssız. Arada sırada tek tük araçlar geçiyor. İleride antik kentin olduğu yerde, tel örgülerin arkasındaki sık ağaçlığın arasından bir iki sütun başlığı görüyorum. Hevesle ve hızla ilerliyorum ama yolun karşısındaki piknik alanındaki köpekler beni görünce teyakkuz durumuna geçiyor. Yavaşça ilerliyorum fakat içlerinden siyah olanı ileriden düşmanca havlamaya başlıyor. Az daha ilerlemem hayvanın önüme gelip havlamasına neden olunca geriye dönüyorum.

Aptal bir hayvan beni durduramaz. Düşünüyorum. Hızlıca koşup geçebilir miyim. Belki. Ama beceremezsem bu durumda dört köpek var ve üçü oldukça iri. En önemlisi nereye kadar koşmam gerekli bunu bilmiyorum ve dahası dönüş yolunda da koşmak zorunda kalır mıyım. O nedenle sessiz sedasız bir gölge gibi geçmeye çalışıyorum.  Köpek beni görür görmez üzerime atılıyor. Gene geri dönüyorum. Köpekleri geçene dek beni götürsün diye arada sırada da olsa geçen araçlara otostop çekiyorum. İnsanlar bana garip garip bakıyorlar. Sonra anlıyorum ki Soldan giden araçlar için yolun sağında, ters yönde duruyorum. Eh İngiliz sisteminin uygulandığı Kıbrıs'ta İstanbul kafasıyla düşünürsen böyle olur. Tevekkeli Roma'da Romalı gibi davran diye boşuna söylememişler.

Yerde duran boyum kadar bir dal parçasını alıyorum. Bu kez kesin kararlıyım. İleriden kuyruğunu dikip bana bakan köpeği süzüyor ve karşıma çıkması durumunda başına geleceklerin sonucunda üzülüyorum. Roma lejyonundaki bir asker gibi elimde sopam kararlı adımlarla ilerliyorum yolumda. Köpek gene fırlıyor. Sopayı kafasına vurmaya çalışıyorum ama hayvan sopayı ısırıyor ve boyun hareketi ile iteliyor. Sopanın elimde kalan kısmını hayvanın üzerine atıyorum, hayvan biraz geriliyor ama sonra top gibi üzerime gelmeye başlıyor. Gençliğim, yeni yetmeliğimdeki gibi hızlı koşuyorum, uçarcasına. Epey bir koşuyorum. Arkamdan gelen havlamalar azalınca biraz daha koşup arkama bakıyorum. Siyah köpek ileride yolun ortasında bana bakıyor. Diğer yoldaşları ise pineklediklere yere doğru bezgin bezgin dönüyorlar.

Sen ey gezgin, Salamis ‘e giden turlar var. Herkes benim gibi hızlı koşamaz. Onlara katıl.

Açıkçası moralim epey bozuluyor. Aziz Barnabas Manastırı'na doğru yürüyorum. Aziz Barnabas resmi havarilerden değil. Resmi havari nedir diye sormayın çok uzun konular bunlar. Barnabas zengin bir Yahudi ailesinin çocuğudur ve eğitim için gittiği Kudüs'te Hristiyanlık ve Aziz Paul ile tanışır. Beraber yada ayrı bu yeni dini, düşünceyi yaymak için gezerler. Günün birinde Barnabas ‘ın yolu Kıbrıs’a düşer. Ama yaptığı bu çalışmalar Yahudi cemaat tarafından hoş karşılanmaz ve öldürülür. Bir bataklıkta saklanılan cesedi gece yarısı, karanlıkta denize atılır. Destekçileri cesedi sudan çıkarıp Matta İncillerinden biri ile beraber bir mağaraya gömerler.  “Barnabas İncili” denilen ve orijinal olduğu iddia edilen  İncil ve onun yakın zaman hikayesi için Apokrafil isimli kitabı okumanızı öneririm. İncilin bir rastlantı eseri bulunuşu, saklanmış olduğu bu manastırdan bir şekilde kaçırılışı ve bir müddet sonra kayboluşu. Vatikan ‘ın baskıları falan filan… Bazan çok büyük bir oyun sahnesi olan bu dünyada acaba bizler sadece gariban figüranlar mıyız diye düşünüyorum.

Neyse, Yahudiler denizden çıkarıldığı görüp takibe geçerler. Fakat takip ettikleri grubu Paraskevi Mağaraları'nın oralarda gözden kaybetmişler. Zamanın Kıbrıs piskoposu rüyasında azizi görüp gördüğü yeri araştırtır. Gerçekten de bulur. Akıllı bir adamdır ve bulduğu başta İncil olmak üzere pek çok dini ögeyi İstanbul'a, imparatora hediye olarak gönderir. İmparator o zaman Zeno ‘dur.  Hediyelerin karşılığı büyük ölçüde para ve hepsinden önemlisi Kıbrıs Kilisesi'ne özerklik verir. Bunu tasvir eden bir fresko şu an müze olarak kullanılan kilisenin apsisinin sağındaki duvarda görülebilir.

Yapı ilk kez 477 yılında yapılmış. Osmanlı döneminde 1756 ‘da günümüzdeki halini alıyor. Barış harekatının ardından ise İkona Müzesi olarak çalıştırılıyor.

Girişte müze kart + ‘ınız varsa ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz. Yoksa 7 TL. Sağda hediyelik eşya satan bir dükkan olduğu gibi hesaplı bir de kafeterya solda görülüyor.

Ana kısım, yani eski kilise ikonaların sergilendiği bir galeri haline getirilmiş. Başta burası olmak üzere Kıbrıs ‘ın Türk tarafındaki pek çok kiliseden toplanılan ikonaları görebilmeniz mümkün. Azizlerin ikonaları günümüze iyi oluşmuş. Genelde zaten 1850 ‘lerden sonra yapılan parçalar yer almakta. Altlarında ikonaların neyi temsil ettiği kısaca yazılı. Ama keyifli bir gezi için az biraz Ortodoks terminoloji ve ikonografyasını biliyor olmak iyi olacaktır. Misal Pantokrator İsa ile Basileus İsa arasındaki terimsel ve görsel fark nasıl anlaşılır bunu bilmek faydalı olabilir. 


Dikkat ettiğinizde tavanı taşıyan kolonların üzerinde büyük kısmı harcın içerisinde kaybolmuş Bizans dönemine ait sütun başlıklarını görebilirsiniz.

Buradan çıkınca avluda biraz dinlendim. Hatta oturduğum gölgelikte biraz görgüsüzlük yaparak üstümü çıkarttım. Ne de olsa müze pek geleni gideni olmuyor. Sessizlikte tembelce güneşlenen kertenkeleleri, uçuşan haşeratı seyrettim. Avluyu saran revaklı koridorları izledim. Sonra tekrar giyinip – ki terden ıslanan tişört tekrar giydiğimde buz gibi geldi- bu koridorların çevrelediği ve müze olarak kullanılan odaları gezmeye başladım.

Müzede Kıbrıs geçmiş çağlarından, ta günümüzden 6000 yıl öncesinden gelen parçaları görebilirsiniz. Çoğu küçük, ufak tefek günümüz için önemsiz parçalar olsa da kim bilir o günlerde ne kadar yaşamsallardı. Ama oyuncak savaş araçlarının sergilendiği camekan hepsinden çok hoşuma gitti doğrusu.

Ben bu son kısmı gezerken kalabalık bir İtalyan grup geldi manastıra. Rehber İtalyanca konuştuğu için zerrece işe yarar bir şey yakalayamadım. Fakat çok kısa süre içerisinde İtalyanların gezisi bitti. Rehber onları toplayarak ilerideki küçük şapele götürdü. Bense manastırın kapısının tam önünde duran çeşmeye gidip serinledim. Kıbrısta musluklardan genelde sıcak su akar. Dolayısıyla su ısıtmaya gerek yoktur ve aslında soğuk su lükstür. İşte bu çeşmenin suyu en serin suydu ve gerçekten çok serinletti. Kendime gelince turun peşi sıra gittim şapele. Kare planlı, üzerinde haç olan küçük kiremitle kaplı kubbesi ile ben Bizans kökenliyim yada en azından Rum Ortodoksum diyor daha ilk bakışta.

İçine girdim. Yer altına inen basamakları takip ettim. Sağda tabut gibi bir şey var. Ama biraz daha aşağıya indiğinizde duvarların lahit, tabut vb koymaya müsait bir şekilde oyulduğu görülüyor. Sonuçta hangi dinden olursa olsun Allah adına çabalayıp bu yolda ölmüş birisi olduğundan bende onun ruhuna dua okudum.

Manastırdan bir yarım saat daha ilerilere yürürsem Enkomi diye başka bir antik kentin kalıntılarına ulaşabilirdim. İtalyanların rehberi kadına gitmeye deyip değmeyeceğini sordum, çünkü internetten gördüğüm fotoğraflarda daha çok bir kazı alanını andırıyordu. Kadın, “sadece bu işten (sanırım arkeolojiyi kastetti) anlayanların gitmesi gerektiğini” söyledi beni uzun süre tartıp baktıktan sonra.

Dönüş yolu gözümde büyüyor. Islattığım şapkam çoktan kurudu. Daha bir de Salamis Mezarlığı'nı turlayacağım. Asfalt yol üzerinde hafifçe pişiyorum. Gelen geçen araçlarda insanlar bana el sallıyor.

Salamis Mezarlığı aslında büyük bir alana kurulu. Girişinde kazılarda bulunan parçaların imitasyonları sergileniyor. Mekan öyle kapalıydı ki giremeyeceğimi düşündüm. Meğer görevli buzdolabı haline getirdiği odasındaki durumunu koruyabilmek için her yeri sıkıca kapatmış. Aslında sağdan soldan da olsa zorlanmadan girebileceğim mekana müze kart +’nın forsuyla bedavaya girdim. Görevli elime mezarların bir haritasını içeren dosya kağıdı verdi.

Mekanda mezarlar tel örgülerin ardında olsa da kolaylıkla açılıyor. Mezar1, Mezar 5 gibi isimlerle anılıyorlar. Genelde yarısı yer altında kalan oyma mezarlar. Burada gömülen insanlar hayvanları ve eşyaları iel beraber gömülmüş. Her mezar alanı gibi defalarca soyulmuş. En büyük soygun Haçlılar tarafından yapılmış. Zaten bu Haçlı güruhunun adada yaptıkları zulüm anlatılamaz.

Aslan Yürekli Richard her zaman ki gibi bir deniz yolculuğu sırasında fırtınaya yakalanır ve adaya sığınmak zorunda kalır. Adanın ahalisi Ortodoks Rumlar Haçlı seferinin düzenlendiği yerlerdeki Müslümanlara oranla katbekat zayıftır. En önemlisi silahsızlardır ve gelen kazazedeleri misafir olarak kabul etme gafletinde bulunurlar. Haçlılar soluklanır soluklanmaz kendilerine yardım eden köylüleri öldürür yada tecavüz ederler. Başka köylerden gelenler anlaşmazlık nedeniyle olduğunu düşünürler ve olayı anlamak için köye gelirler. Barışçı oldukları için silahsızlardır. Bu da Haçlıların işini kolaylaştırır. Haçlılar köylülere bir kale kurdurup geride yedi şövalye bırakıp Kudüs yoluna giderler. Ama gitmeden köylülerin elinden her türlü silahı yada silah olarak kullanılabilecek eşyayı alırlar. Adanın gerçek sahibi İstanbul, sanki dünyada böyle bir şey yokmuş gibi davranır. Bıçak kemiğe dayanmıştır köylüler için. Taşlar ve sopalarla sanki vampirin şatosunu basacakmış gibi büyük bir kalabalıkla kaleye yürürler. Yedi şövalye ve yardımcıları bu kalabalığı ağır silahlarının ve zırhlarının sayesinde darmadağın eder. Bu zafer günümüzde bile fanatik katolikler ve gönye-pergelcilerin  (pardon mason deniyordu sanırım bunlara) İskoç ritine bağlı bazı kollarında başka bir adla aynı gün kutlanmaktadır.

Mezarlardan çıkan parçalar mezarların ortasındaki camekanlarda sergilenmekte. Genelde sahipleri ile beraber gömülen hayvanların kemikleri o da para etmediğinden kalmış. Şansınız varsa uzun zamandır temizlenmemiz camekanların arasından görebilme imkanınız olacaktır.

Yol kenarında olanı siloya benziyor. Zemininin altında kilit taşı mantığıyla üstü örtülü asıl mezar odasının olduğu kısımları da görebiliyorsunuz. İçi –bence- yakın zaman önce alemciler tarafından kullanılmış. Çünkü is izleri oldukça koyu. Grileşme yok.  Biraz geride yer alan ise tam bir tümülüs gibi. Zaten akılcıl bir şekilde bir kesit olarak açılmış. Kimi mezarlar sadece basit bir oyma işleminin sonucunda ortaya çıkmış. Bu aslında gerçek bir mezar değil. Mezar süsü verilmiş bir yapı ki buna “senotaf” denmekte. Literatürde burası “Nikokreon Senotafı “olarak yer almış. Az sayıdaki bir kısmı ise kaba oyma duvarın önüne kesme taştan bir duvar örülmesi ile oluşturulmuş. Öğrendiğim kadarıyla bu kalan büyük mezarlar Salamis krallarına aitmiş. Diğer asil ve basit ölümlülere ait mezarlıklar tarla ve ilerilerdeki yapıların altında kaybolup gitmiş.

Fakat yarım tümülüsü sağınıza alıp ikiyüz metre kadar gittikçe bozulup gözden kaybolan yolu takip ederseniz sola yönelen daha da bakımsız bir yola denk geleceksiniz. Asıl yer burası. Buraya “Cellarka Mezarlığı” denmekte. Yolu takip edin. Hayatım boyunca böyle bir mezarlık alan ve mezar stili görmemiştim. En az Palmira kadar etkiledi beni.

Şöyleki zemin sanırım bu mezarlar kazınırken – evet burada zemin kayalık kazmak değil sadece kazımak mümkün- üstünde günümüzde göze çarpan bitki örtüsünün yaşadığı toprak tabakası yoktu. Çok ilginç. Sakın gözünüze mezar gibi açılmış bir oyuk yada belirli bir açı ile kazılmış bir oda gelmesin. Bunlar beni şaşırtmaz. Nasıl anlatmalı bilemiyorum neyseki fotoğraflar var. Büyüklü küçüklü oyuklar var. Bunlar dar basamaklarla bir buçuk metre kadar zeminden aşağıya inmenizi sağlayacak dar basamakların inşası için kazılmış. Basamakların bittiği yerde, zeminden bir iki karış yukarıda basamaklar için açılan deliğin karşısında oluşan duvar için dar bir mezar odası kazılmış.

Ama delik o denli dar ki… Ya bu mezarlara daha sonradan kemikler konuyordu yada dönemin Kıbrıslıları oldukça ufak tefek insanlardı. Bu savımı aşağı inen basamakların genişliği de desteklemekte.  Ama bir insan ne kadar uzak olursa olsun o kadar dar alanda ve aşağıda o kayayı kazıyamaz. Ya mezarı kazacak insanlar baş aşağı sarkıtılıyordu yada ne bileyim… Çözemedim.

Bu alanda hiçbir açıklama yok. Mezar numaraların yazılı olduğu levhalar paslanıp çürümeye yüz tutmuş. Kimi dar kimi biraz geniş çok sayıda benzer mezar var. Sadece en büyüğünün giriş kapısının üzerinde gayet net bir şekilde belli olan bir göz kazındığını gördüm. Ne anlama geldiğini yorumlayamıyorum. Ama dediğim gibi az kişinin bilip geldiği ama mutlaka görülmesi gereken bir yeri adanın.

Dönüş yolu. Nasıl yapacağımı bilemiyorum ama yürüyeceğim. Otostopta deniyorum nedense duran yok. Yürüyorum ama yol sanki benden hızlı gidiyor. Beni buraya kadar getiren merakım tatmin olduğu için dinlenmeye çekildi. Yolu yarılamışken bir araba korna çalıyor, beni davet ediyor. Trabzonlu bir genç bu. “Ağabey” diyor. “Bu saatte kimse yürümez burada, indirir güneş adamı aşağıya”. Sonra sessizce ekliyor. “Adam olan da abisini bu güneşte yolda bırakıp yürütmez ”.

Üşenmeden ta otelin kapısına dek bırakıyor beni. Kimdir bilmiyorum ama Allah razı olsun. Otelin kliması iyi geliyor. Hemen denize giriyorum. Otelde yapacak başka bir şey yok zaten.

Yorum Gönder

0 Yorumlar