Burada da doğru düzgün bir şey yapmadan baştan savarcasına bir şekilde hiçbir şey sormaksızın pasaportu damgalayarak bizi yolcu ettiler. Yolculuğun yaklaşık 14 saatlik bu rotası gözümü korkutuyor.
Saatler geçiyor ve günü Karadağ ‘ın başkenti Podgoriça ‘da
karşılıyoruz. Tek düze, oldukça yavan bir kent gibi geliyor burası bana.
Doğruca otobüs terminaline giden otobüs neredeyse tamamen boşalıyor.
Tivat'ta tekrar feribota biniyoruz. Tarih dört sene sonra
tekrar tekerrür ediyor. Kısacık bir yolculuk sayesinde karşı kıyıya ulaşıyoruz.
Radyoda Zeljko'dan, Mata Hari'den, Dino Merlin'den şarkılar… Ait olduğum, sevdiğim
topraklardayım. Ayak üstü konuşupta sanki yıllardır dostmuşcasına ayrıldığımız
insanların toprakları Balkanlar. Aniden tekme tokat birbirimize girecek
gibiyken bir anda derin bir muhabbetin parçası olduğumuz insanlar burada.
Küçük meydandan daha büyükçe başka bir meydana varıyoruz. Burada, hemen solda üzerinde bir burç olan ve “sahat kula” diye anılan tarafa gitmek yerine güzel binaların sağlı sollu sıralandığı sağ taraftan ilerliyoruz. Bakımlı, güzel, pırıl pırıl bir yer. İğreti gelecek kadar gıcır bir yerleşim. Sahildeki Venedik yapısı Fortemare adlı kale yıkıntı haline gelmiş neredeyse. Hatta bir kısmı denize devrilmiş.
Sahilde bu kez tersten yürüyoruz. Pek bir şey yok burada.
Başmelek Mikail Kilisesi'nin kapısından şöyle bir bakarak Kanlı Kule'ye
gidiyoruz. Giriş 2 euro. Batıdaki son Türk kalesindeyiz. Birkaç gün sonra
başlayacak festivalin hazırlıkları tüm hızıyla sürerken afacanlar kenara konmuş
topların ağzına attıkları çatapatları patlatarak turistleri korkutmakla
meşguller. Tepedeki İspanyol Kalesi denen ve gene atalarımızdan yadigar başka
bir kale daha.
Aşağı indik. Annemler aşağıda. Bende tarif edemeyeceğim bir
yorgunluk var. Taşların üzerine uzanıyorum. Hummalı bir restorasyon çalışması
var. Kilisenin papazları da halkla beraber bu işlerde koşuşturuyor.
Araç ile Kotor ‘a dönmek için harekete geçiyoruz. Bizden fazla pek bir yolcu yok. Arkamda adamın biri Almanca olarak tüm Balkan milletlerine saydırmakla meşgul. Adamın dediklerini anlamak için çırpındığım için diğerleri gibi uykunun pençesine düşmüyorum. Zaten bir saat kadar sonra Kotor ‘un küçük terminaline girmiş oluyoruz.
Kotor ‘un kapısından içeri girdik. Güzel bir yer burası.
Oldum olası hep sevmişimdir. Dümdüz ilerledik ve kendimizi kalacağımız Old Town
Hostel ‘in önünde buluverdik. Eski bir handan bozup hostele çevrilmiş. Odalar
ferah, kalın duvarlarının ardında her mevsim insanı koruyacakmış gibi bir
intibah uyandırmakta. Gördüğüm en organize hostel burası oldu şimdiye dek.
Üstümüzü değiştirdik. Bir koşu markete gidip geldim. Büyük
hayallerle aldığım domatesli ton balığı derin bir yıkım oldu bende. Kaşar
peynir ise korkunç kokusu ile çöp kutusuna gitti.
Annemi odada bırakıp Metin Abi'lerle denize gittik. Eskiden Kotor'da denize girilebilecek bir yer olmadığını sanıyordum. Varmış. Eski kentten çıkın sağa dönün. Köprüyü geçin ve soldaki ikinci aralıktan denize dek ilerleyin. Kotor ‘un plajlar bölgesindesiniz.
Öte yandan kalenin tepesine çıktığınızda doğuya doğru uzanan diğer sur hatlarından günümüze kalanları da görebiliyorsunuz. Alan olarak gördüğüm en büyük kale alanı burası. Ortaçağ sürecinde bu kalenin alınabilmesi kesinlikle mümkün değil. Bundan adım kadar eminim. Kararan gün ile beraber aşağıya inişe başladık.
Akşam için bu kez annemi alıp surların çevresini gezdirdim.
Kalenin gece aydınlatması oldukça başarılı. Bununla beraber sanırım esen sert
ve soğuk rüzgarın etkisiyle meydanda kimsecikler yok. Biraz bekledikten sonra
Metin Abilerle buluşuyoruz. Adamcağızın sipariş verdiği çay gayet sevimsiz
garson tarafından masaya vurulmak suretiyle servis ediliyor. Unutmadan
söylemeliyim ki Karadağlılar çalışmayı pek sevmiyorlar.
0 Yorumlar
Yorumlarınız