Yola çıkıyoruz. Gece 12 ‘de başlayan yolculuğun sonunda saat
sabah 11 ‘e doğru Antalya ‘ya giriş yapıyoruz. Erken sevinmiş olmalıyım.
Şöyleki, iki saat kadar Antalya merkez ile Kemer arasında kalan otellere tüm
yolcuları bıraktıktan sonra Çamyuva ‘ya ulaşıyoruz. Biraz gerginim. Nedenini
sorarsanız yol boyunca uğradığımız oteller lüks ve şaşaanın sınırlarında
geziniyorlardı. Transatlantik şeklinde olanından tutun küçük bir Hollanda
kasabasını andıranına kadar türlü otelin arasından internetten rastlantı eseri
bulduğum mütevazı, üç yıldızlı otele verilecek tepki ürkütüyor beni.
Çocukken ülkenin çoğu yerini neredeyse tüm sahil şeridini
görebilme imkanına sahip olmuştum. Sadece Kaş ile Antalya arasındaki sahil kısmı
bir boşluk olarak kalmıştı. Bu eksikliği gidermek için ucuz bir otel ararken bu
otele denk gelmiş, otelin almış olduğu onca övgüye karşın yine de içimde bir
tedirginlik olmuştu. Yöre, ulaşım ve otelle ilgili sorularımın olduğu ilk
mailim on beş dakika içinde yanıtlanınca normalde maillerime birkaç gün sonra
yanıt almaya alışmış olan benim için büyük bir sürpriz olmuştu. Ama gene de
uğranılıp yolcu bırakılan otellerden sonra işi zordu.
Neyse saat 1 ‘e doğru otobüsün son yolcusu olarak Çamyuva
‘da indik.
Görünüm olarak otel tahminimden iyiydi. Odaya girip kendini
hemen yatağa atan oğlum “yastık mis kokuyor” deyince rahatladım. Şansımıza denk
geldiğimiz yemekte umduğumuzdan iyi çıktı.
Çamyuva ismini daha önceden duymuşluğum yoktu. Üstelik
turizm ile bu denli içli dışlı olmama rağmen bu yöreyi duymamamın nedenini daha
sonra öğrenebildim. Meğerse Çamyuva ‘da hiç beş yıldızlı otel yokmuş.
Antalya otogarından bir çok tünele ve bol virajlı yola
yaklaşık elli dakika dayandıktan sonra Kemer ‘i geçip Çamyuva ‘ya
ulaşabiliyorsunuz.
Burası çok eski bir
yerleşim değil. Eski ası Aqua ‘dan türeme Ağva imiş. Tıpkı İstanbul'umuzdaki
Ağva gibi. Sonrasında yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirilirken burası
da Çamyuva olmuş ama neden bu isim bilen yok. Varsa da ben denk gelmedim. Ağva
isminin kaynağı ise beldenin girişindeki, geniş yataklarında tek damla su dahi
bulunmayan Aqua-1 ve Aqua-2 akarsuları.
Çamyuva ‘nın sahili aslında taşlık ve kimi yerlerine
sonradan kum dökülmüş. Tüm oteller sahili parsellemişler ama herhangi bir
otelin müşterisi istediği yerden denize girebiliyor. Karışan yok. Denizi mavi
bayraklı. Taşlık olmasına rağmen rahatlıkla çıplak ayakla suya girebilirsiniz.
Taşlar yuvarlak ve boyut olarak minimum avuç içine sığabilecek boyda olduğu
için ayaklar için bir sorun söz konusu değil.
Su çok soğuk. Oldukça da tuzlu. Ama bir o kadar da berrak.
Haybeye mavi bayrak vermemişler.
Sahil ise genelde Rus ve diğer doğu Avrupa ülkelerinden,
orta yaşlı turistlere ev sahipliği yapıyor. Yörede disko ve beş yıldızlı otel
vb olmaması nedeniyle Britanya'nın hödükleri ve yoldan çıkmış Ruslar (en azından
şimdilik) ortalıkta görünmüyorlar. Gelen Ruslar ise genelde çocuklu, kalabalık
aileler. Anlayacağınız buralar henüz keşfedilmemiş.
Küçük bir çarşısı var. Fiyatlar makul. En azından Türkler
için makul. Ruslara özel bir alternatif fiyat sistemi uygulanıyorsa da Rusların
bu fiyatları pek umursadığı görünmüyor izlediğim kadarıyla. Ayrıca çarşı
içerisinde araç kiralayabileceğiniz, tekne turlarını organize edebileceğiniz
firmaları da bulabilirsiniz. Ek olarak Tahtalı Teleferiği ve Çıralı gibi
mekanlara da gitmek için buradaki firmalarla görüşebilirsiniz.
Ama sahilden içerilere ilerlediğinizde işin rengi biraz
değişiyor. Beldenin girişinde bir Migros ve bir de Diasa var. Aynı cadde
üzerinde bir internet kafe mevcut.
Öte yandan neden yapıldığını bir türlü anlayamadığım, dört
yolun ortasına yapılmış saat kulesinden sırtınız deniz tarafında olacak şekilde
nereye giderseniz gidin ucuz pansiyon ve lokantalara ulaşmanız mümkün. Ama
gelir düzeyi buralarda dramatik olarak düşüyor gibi görünüyor.
Çamyuva ‘nın etrafında da güzel yerler var. Daha güneye
inerseniz sırasıyla Phaselis, Tekirova, Olimpos ve Adrasan ‘a ulaşma imkanınız
var. Yöre yürüyüş yolları açısından da epey zengin. Başta Likya Yolu olmak
üzere çok sayıda yürüyüş rotası mevcut.
Yakınlarda bir de Göynük Kanyonu mevcut. Tıpkı Olimpos ve
Çıralı gibi burasını da gezmeyi seneye bırakıyoruz. Bir de son yıllarda
rastlantı eseri keşfedilen Selçuklu Av Köşkü var. Civar tepelerin birinde
bulunmuş. Fotoğraflara göre kala kala iki duvar kalmış ayakta. Kazılara ödenek
bulunursa önümüzdeki senelerde başlanacakmış.
Sözün özü Çamyuva güzel bir yer…
Tahtalı Teleferiği
Buranın en ilginç ve
bizim millet tarafından elbette ki pek de bilinmeyen atraksiyonu Tahtalı Dağı
‘ndaki teleferik. Aslında önemli bir kısım burayı gördü ama gerçekten bileni
azdır sanırım. “Nefes” filminin çekildiği o dehşet kış şartlarının
canlandırıldığı yer doğuda değil Antalya'ya az bir mesafe ötedeki Tahtalı Dağı
‘nda teleferiğin zirve istasyonunun yakınlarında çekilmiş.
4350 m uzunluğuyla Avrupa'nın en uzun, dünyanın ise ikinci
teleferik hattı burası. (En uzunu sanırım İran'daki Tochal olmalı) İsviçreli bir
firmanın ağırlıklı ortaklığı ile inşa edilmiş ve işletilmekte.
Nette teleferiğin karların üzerinde tepeye çıkışını gösteren
güzel fotoğraflar var. Nisan ortasına dek bu manzarayı görebilmek mümkünmüş.
Neyse, nasıl gidilir kısmını cevaplayalım öncelikle.
Kemer'den kalkan minibüsler sizi giriş kapısına dek getiriyor. Bundan sonra,
teleferikçilerin minibüsleri yada yukarı yolcu taşıyan turların araçlarına
takılarak çıkabilirsiniz. Minibüsler milli parkın girişinde yolun hemen sağında
bekliyorlar. Ama kalkış ve dönüş saatleri hakkında bir fikrim yok.
Yol oldukça virajlı. Bizim minibüsteki Rus çocuklar kustu.
Mete kendini kötü hissettiğini söyledi ama şükür ki direnebildi.
Biz bir acenta vasıtası
ile buraya geldik. Araçta biz dahil dokuz kişi var. Diğer turlardan da
gelenlerle beraber teleferik kapasitesi olan seksen kişiyi tamamlayarak
ekseriyeti Arap ve Ruslardan oluşan bir kitle ile beraber yukarıya çıkıyoruz.
Oğlan iyi. Ama ben gerginim. Hemen çıkışta iki kere
zıplıyoruz. Ah ruhum vah bedenim. Sanki o anlarda birbirlerinden ayrılıyorlar.
Yükseldikçe deniz tarafında Akdeniz, Phaselis, açıklardaki
Üç Adalar ‘ın hepsi gayet net bir şekilde görülüyor. Yemyeşil bir vadi, yalçın
kayalıklar… Neredeyse beş km. ye yakın yolculuğumuz süresince ayaklarımızın
altından kayıp gidiyor hepsi.
İki kez daha zıplıyoruz. Üçüncüsü sert, sonuncusu ise epeyce
hafif oluyor diğerlerine nazaran.
Sonunda teleferik dağın tepesine ulaşıyor. İlk intibah
olarak oldukça düzenli ve temiz bir yer olduğunu fark ediyorum.
Seyir terası olan üst kata çıkmak için asansörler mevcut ama
Ruslar pek sıra vb gibi kavramlara yakın insanlar değiller. Bu nedenle seyir
terasına merdivenleri çıkarak ulaşıyoruz.
Şansımıza pek rüzgar yok. Ama estiği ender zamanlarda
üşütüyor insanı. Sanırım üşüyen sadece biz olmalıyız çünkü Rus dilberler burada
da olabildiğince açık bir şekilde arz-ı endam eylemekteler.
Manzaraya gelince… Deniz kıyısı alışılageldik Akdeniz
manzarasına sahip. Öte yandan bana göre
en etkileyici kısım sıra sıra dizili Torosların görünümü. Dev, kahverengi
dalgaları andıran dağ silsileleri peşi sıra ufka doğru dizilmiş. Ağaçsız,
kıraç, hüzünlü dalgalar… İlerideki dağ silsilesinin üzerinde hala kar var
sanırım. Son zamanlarda yürüyüş rotalarına eklenen bir iki patika var ilerideki
tepelerin sırtlarında. Ama fotoğraflarda gördüğümüz o karlı görünümü hatırlatan
hiç bir iz yok. (Sorduğumuzda karın en son Nisan ayı içerisinde
görülebileceğini söylediler)
Aşağıya inip kafeteryada
zaman geçiriyoruz. Türlü renkte, türlü çeşitte sayısız böcek uçuşup duruyor
etrafımızda. Ruslar şuursuzca para harcarken Araplar durağan tavırlarla
manzarayı izliyorlar. Zamanın durduğu anlardan birindeymişim gibi hissediyorum
bir süreliğine kendimi.
Dönüşe geçiyoruz. Teleferiğin içi gene ana baba günü.
Tutunacak bir yer yok. Kendimden geçtim; oğlumla eşim rahat olsun yeter
diyorum. Bu sırada Alman olduğunu sandığım uzun boylu, sarışın genç bize yer
açıyor. Türkmüş ve yamaç paraşütü eğitmeniymiş. Günde üç kez inip çıktığını,
alıştığı için artık tutunmadığını söylüyor. Tevazu sahibi, insana güven veren
bir tip. Öte yandan bir grubu getiren rehber bayan ise haftada bir kez buraya
geldiğini ama bunun bile ölüm olduğunu söylüyor. Gülüşüyoruz.
Teleferik aşağıya inerken sarsıntıları daha güçlü
hissediyorum. Hatta sonuncusunda adamın biri çığlık atıyor.
Sonunda ayaklarımız yeniden yere basıyor. Minibüse binip
dönüşe geçiyoruz. Ters yönde kah yürüyen kah bisikletle gelen turistleri
görüyorum. Alışageldiğimiz şekilde yerli turistlerin bilmediği, bilse de
gelmeye üşendiği ilginç bir deneyim Tahtalı Teleferiği…
Phaselis
Ne zamandır aklımda Phaselis vardı. Genelde Olimpos ve Phaselis
daha uçarı gençlerin yakıldığı yerlerdi. Bizler ise kültür turu peşinde biraz
daha içeride kalan “Likya Yolu” nu adımlar nedense sahillere inmezdik.
Phaselis aklımda kalmış. Buraya da, hazır gelmişken gidelim
diyoruz. Ama nasıl gidilir sorusu her zaman ki gibi muamma.
Gözümüzü karartıyoruz. Kemer'den kalkan Tekirova minibüsleri
eğer yolcuları varsa Phaselis ‘e giriyorlar. (3 TL adam başı)
Bizden başka kimse araçtan inmiyor. Giriş ücretli ama müze
kartlarımız ile giriş yaptığımız için herhangi bir ücret ödemiyoruz. Ama
kartsız geçiş adam başı 8 TL. Bununla beraber özel araçları ile çok sayıda
insan giriş yapıyor.
On, on beş dakika kadar asfalt yolda ilerliyoruz. Çam
ağaçlarının arasından sızabilen gün ışığı tehditkar bir şekilde vücudumu
yakıyor. Zaten bir kaç gündür kendimi ne kadar sakınırsam sakınayım, ne kadar
yağlanırsam yağlanayım güneşin gazabından kurtulamamış durumdayım.
Yol ilginç. Çamların
diplerinde biten makilerin arasında kimi zaman kırılmış kimi zaman devrilmiş
lahitleri görebiliyorsunuz. Hatta yolda ilerlerken çam ağaçlarının birisinin
tepesinde çok büyük bir kuş yuvası gördük. Enine değil de boyuna büyümüş dev
bir kuş apartmanı adeta.
İlk derli toplu yapı yolun solunda yer alan ve tapınak
olarak nitelendirilmiş taş yapı. Bundan sonra sahile dek tekdüze bir şekilde
ilerliyorsunuz.
Antik kentin üç limanı var. Bunlardan yolun bitiminde yer
alan ikisi taşlı ve yosunlu. Zaten dalga da aldığından girmek için de pek
müsait değil. Fakat solunuza su kemerlerini sağınıza da bataklığı alıp şehrin
ana caddesi olan “cardo maximus” una uzanırsanız işin rengi değişiyor. Bu
caddenin altında şehrin kanalizasyon sistemi bulunuyormuş.
Phaselis Likya –
Pamfilya sınırında yer almakta. MÖ 690 ‘larda Rodoslular tarafından kurulmuş
şehrin elbetteki bir kuruluş efsanesi var. Buna göre Lakios ve arkadaşları kent
kurmak için buraya geldiklerinde Kylabras adında bir çobana denk gelirler.
Kurutulmuş balık karşılığında burayı satın alırlar. Bunun anısına ileri
dönemlerde tanrılara adak olarak kurutulmuş balık sunarlar. Epeyce ucuz bir
adak olduğu için diğer kentlerce cimrilikle suçlanırlar ve basit ve ucuz işler
için “Phaselis adağı” diye bir deyimin doğmasına neden olurlar.
Phaselisler ticari
açıdan epeyce uyanık biliniyorlardı ama bu uyanıklık saygıdan çok nefreti doğuruyordu.
Dünyanın en düzenbaz ve açgözlü insanlarının burada yaşadığına inanılırdı. Borç
aldıklarında asla ödemedikleri çünkü ödeme yaptıklarında mallarının eksildiğine
inandıklarına dair söylentiler antik Yunan düşünür ve gezginlerinin notlarında
yer almaktadır. Belki de bunda belirli zamanlarda insanlara, kökenlerine
bakmaksızın belirli bir ücret karşılığı vatandaşlık hakkı vermeleri yatıyor
olabilir. Gerçekten bir ton ne idüğü belirsiz kişiyi şehre vatandaş olarak alıp
kaliteyi düşürmüş de olabilirler pek çok kölenin efendilerini soyup burada
vatandaşlık yani özgürlük satın almaları ile kölelik ve liyakat sistemine darbe
de vurmuş olabilirler. Kim bilir…
Ama halkı gerçekten zekidir. Bizim İstanbullular İskender
ile kapışıp başlarını belaya sonuna dek sokarken Phaselisliler kral tacını ona
gönderip şehre davet ederler. Ama sonrasında işler tersine döner. Korsanlar
Romalılar gelene dek şehri idare eder. Romalılar gittikten sonrada tabii.
Bizans gelince Araplar da gelir. Sonrasında Selçuklular şehri kuşatır ve
alırlar ama burada durmadan giderler. Artık buranın yerlileri de burada
durmazlar ve onlarda şehri kaderin eterk ederler.
Kitabelerde Likya dili
kullanılmamış bir tür Dor lehçesi kullanılmış.
Cardo‘ nun solunda şehrin amfitiyatrosu var. Pek büyükçe
olmasa da üst basamaklarına çıktığınızda uzaklarda yer alan yamaçları görebilme
imkanınız olacak. Muhtemelen bir fay kırığı olmalı. Tiyatronun üstü ise akropol
ama çalılar hemen her şeyi örtmüş.
Aynı şekilde yolun sağında da eski konutlardan kalanlar,
tapınak yıkıntıları ve duvarlara yaslanmış grekçe kitabeler görülebilmekte.
Cardo ‘nun sonu sahil.
Sahile denizden teknelerle gelen turistlerden de ücret alabilmek için bir gişe
de buraya yerleştirilmiş. Sahil eşim için hayalkırıklığı oldu. O, sahili sanki
Miami sahili gibi geniş bir kumsal olarak düşünüyormuş. Nasıl anlattıysam J
Sahil genelde taşlık, berisinde çam ağaçlarının gölge yaptığı ve her bir
gölgenin yurdum insanınca işgal edilmiş olduğu bir yer.
Koy rüzgara dolayısıyla dalgalara kapalı bir sahile sahip.
Öteki kısımlarda sahilde daha çok kum var ama bulunduğumuz yere uzak kalıyor
biraz. Su çocuklar için ideal. Zemin tamamen kum ve su yavaş yavaş
derinleşmekte. Dalga olmadığı için deniz de bulanmıyor. Sakince durduğunuzda
boy boy kefalin ve başka türlü balığın yüzdüğünü görebiliyorsunuz.
Benim de oğlum buradan
çok hoşlandı. Boyunu aşmaması, rahatça suda yürüyebiliyor olması onu mutlu
etti. Kendi başına oynarken tanıştığı üç kardeş (Mustafa, Kayra ve Kerem) ile
kaynaşıp hemen beraber oynamaya başladılar. En büyükleri olan Mustafa ‘nın
sevinçle sahildeki ebeveynlerine “bir arkadaşım oldu” diye bağırışını,
kardeşlerinin “yarında gelecek misiniz?” diye defalarca soruşlarını anlatamam
–ve unutamam da- Hatta bir ara amfitiyatroya fotoğraf çekmek için gitmiştim;
döndüğümde dört kafadarın birlikte sessizce konuşurken görmüştüm. Sonrasında
öğrendim ki, ertesi gün ailelerini tekrar buraya getirip oynayabilmek için plan
yapıyorlarmış. Çocuk aklı…
Çocuklarla konuşurken yüzüm kıyıya dönüktü. Yüzüp serinlemek
için geriye dönünce arkamın yedi sekiz tane gezi teknesi ile dolduğunu gördüm.
Aşırı gürültülü ama minik güvertelerinde çok sayıda bikinili hatun (süper zum
sağ olsun) koya doluşmuş durumdalar. Zaten koyun ıssız köşelerinde etrafınızı
dikkatlice inceler bakınırsanız kalabalığın yaptığı tahribatı ve pisliği de ne
yazık ki görebiliyorsunuz.
Artık dönme vakti. Güneş
daha da yükseldiği için çam ağaçlarının iğne yapraklarının karınca kararınca
sağladığı perde de artık işlevini yitirmiş. Yanımızda getirdiğimiz içme suları
rahatlıkla çorba yapımında kullanılabilecek kıvama gelmiş. Phaselis ‘in
girişinde yaklaşık yirmi dakikayı aşkın bir süre oturup bekliyoruz. Nihayet
minibüslerden biri Phaselis ‘e gelip bize sonradan katılan Rus çiftle beraber
bizi alıp Çamyuva ‘ya götürüyor.
Kemer
Kemer ‘e çocukken belki de, ne beklisi kesinlikle oğlumdan
yaşça daha küçükken gelmiştim ailemle beraber. Daha ötesine geçmemiştik. Zaten
araştırdım da pek yolda yokmuş o zamanlarda. Hatırladıklarım arasında da pek
bir yeri yok Kemer ‘in.
Muhtemelen Kemer ‘e
gitmememizin sebebi tarihi bir yanının olmamasından kaynaklanıyor. Eskiden
burada bir Likya kenti olduğu sanılıyor. 1900 ‘lü yılların başında bir köy
konmuş ama her yağışın ardından bu köyü seller vurmuş.60 ‘lı yıllardaki sellerin
birinde epeyce insan helak olmuş. Bunu engellemek için köyün dışına bir set
yapılmış. Bu yüzden o zamanın köyüne yani bugünün Kemer ‘ine Kemer ismi
verilmiş.
Hava cehennemi bir sıcakla kavuruyor adeta. Bizimkiler
benimle beraber Kemer ‘e gelmek yerine odada dinlenmeyi, kafalarına estiğinde
ise havuza girmeyi tercih ediyorlar. Kızamıyorum ve havanın aşırı sıcak olması
nedeniyle de zorlamıyorum. Benimkisi aslında bir tür inat olmalı.
Minibüse atlayıp kısa sürede Kemer ‘e varıyorum. (adam başı
3 TL) Yol boyunca İstanbul 'dan birkaç sene önce Çamyuva ‘ya taşınmış bir kadın
ile onun tatil için gelen yeğeni ile lafladım.
Kemerde caddede iniyoruz araçtan. Gölgelerden ilerliyorum.
Kasabanın sahile doğru giden uzunca bir caddesi var. Dükkanlardaki fiyatlar hesaplı
denilebilir buna bir de Avrupalıların alım gücünü de hesaba katarsanız onarın
gözünde ürünlerin inanılmaz derecede ucuz olduğunu da söylemeniz mümkün oluyor.
Sahildeki parka
ulaşıyorum. Burada turizm bürosu var ama uzunca bir öğlen molasının ortasındalar.
Parkın ortasındaki termometre 43 dereceyi göstermekte. Gayri ihtiyari olarak
elimi kafamın üstüne götürünce neredeyse yanacak kadar sıcak olan saçlarıma
dokunuyorum. Buna karşın İngiliz olduğu aşikar turistler yanlarında çocukları
ile üstlerinde herhangi bir şey olmaksızın parkta sahile doğru yürüyorlar. Kemer
‘in meşhur Rus nüfusuna da henüz denk gelmiş değilim. Sabahlara dek
eğlendikleri için bu saatlerde muhtemelen uykularının ortalarında olmalılar.
Onların yerine ortalıkta İskandinav kızlar dolaşmakta. Onca güzelliklerine
rağmen bakışları karşılarında anlam içeren hiçbir şey görmüyormuşcasına
boş.
Sahile vardım da sahil demese miydim acaba? Çünkü parktan
sonrasında rahatlıkla otellerin ötesinde bir yerler olarak nitelendirilebilir.
Tüm oteller sahili kapatmış. Belediyenin halk plajı ise o kadar dolu ki
herhangi bir insana basmaksızın yürüyebileceğimi sanmıyorum. Yapacak bir şey
bulamadığımdan kendimi denize paralel uzanan bir caddeye atıyorum. Yola paralel
akan derenin kurumuş yatağı solumda kasabanın Antalya tarafındaki çıkışına dek
yürüyorum. Tam burada kasabanın meşhur diskoları yer alıyor. Benim eğlence
anlayışım ile tamamen zıt mekanlar…
Bir paralel caddeye geçip geriye doğru ilerliyorum bu kez.
Antalya ‘ya giden minibüslerin durağı yolun solunda, Tekirova ve ötesine giden
minibüslerin durakları ise yolun sağındaki Carrefour ‘un önünden kalkmakta.
Kemer ‘in saat kulesi ise yeni bir yapı. Taraçasında bir
şeyler içmeniz, bir şeyler yiyebilmeniz mümkün. Onun dışında yapısal anlamda
tarihi herhangi bir şey göremedim. Ama burası bir bakıma kasabanın kalbi olarak
nitelendirilebileceği için çok sayıda insana denk geliyorsunuz. Burada karma
evliliklerin sayısı çok olmalı. Çocuklarıyla ağdalı bir aksanla Türkçe konuşan
çok sayıda Rus anneye denk geldim kısa sürede.
Sıcaktan kaçmak için son çare Carrefour ‘a sığınmak oldu. İçerisi
inanılmaz derece serindi. Çıkmak istemedim ama dönmem gerekiyordu.
0 Yorumlar
Yorumlarınız