Silifke sonrası yol düzgün. Mola verilen Mersin otogarını saymazsak kötü bir şey yok. Tarsus garından atladığımız minibüs bizi bir yerde bırakıyor. Biz de labirentimsi yollardan geçerek konaklayacağımız eve ulaşıyoruz. Tarsus ilk intibah itibariyle tarihi bir kent olduğunu gösteriyor. Labirentimsi sokaklar…
Kasaba kimin idaresinde bilmiyorum ama ülkemizin
standartlarına göre tarihe saygı çok daha fazla. Zaten sıklıkla bir şeylerin
kazısı sırasında tarihi bir şeyler bulunur burada. Bulunan şeyler bir Roma yolu,
Roma Hamamı gibi büyük ve yer kaplayan bir şey olsa bile yok edilmemesi insanı
mutlu ediyor. Marmaray‘ın yapımı sırasında neler bulundu ve neler bir daha
bulunmaz hale getirildi. Ben bile bunların birkaçını biliyorum.
Yol üzerinde koruma altına alınmış bir yol görüyoruz. Burası
da bir temel kazısı sırasında rastlantı eseri keşfedilmiş. Yukarıdan görülen
yüz metreden kısa yanlarında az sayıda sütunun olduğu bir yol. Düzleştirilmiş
bazalt kayalar yolun zeminini oluşturmuş. Yolun bir tarafında mermer kalıntılar
varsa da kapalı olduğundan sonrasında da girip inceleyebilmek mümkün olmadı.
Kaldığımız yer iki katlı, eski bir Tarsus evi. Elden geçirilmiş güzel bir yapı. Şehrin cehennemi sıcağına karşı koymaya çalışan bir kliması var. Tam altında durduğunuzda soluk alabiliyorsunuz. Ama az biraz sağ, sol yapma gafletinde bulunursanız bu hatanızı iklim kesiveriyor. Hızlıca birer duş aldık ve sokaklara düşüverdik.
İlk hedef Tarsuslu
Paulos‘un evi. İki adım ötede bir yerde kalıyor. İçeride çok bir şey yok. Çok
sayıda sütun sıralı halde duruyor. Bir de kuyu var. Bu kuyunun suyunun şifalı
olduğuna inanılmakta. Hoş böyle bir kuyudan su içip ishal bile olsanız
bağırsakları temizliyor diye düşünülecektir. Neyse, bahçe yemyeşil bu sıcağa
rağmen. Çok sayıda yabancı burayı dolaşmakta. Tarsuslu Paulos İsa'nın
havarilerinden birisi ve Hristiyanlığın yayılmasında oldukça katkısı olmuş. Bir
nevi türbe ziyareti gibi bir şey denebilir Hristiyanlar açısından.
Buradan sonrasında sokaklardayız. Genelde iki katlı olan tarihi evlerin bazılarının üst katları ahşap iken kimisi komple kesme taştan inşa edilmiş. Öyle güzel manzaralar ortaya çıkıyor ki çok sayıda düğün fotoğrafçısı çiftlerin fotoğraflarını çekmekte.
Ama merkezden uzaklaşılınca alışıldık manzaralar başlıyor.
Tarihi ama bakımsız kerpiç evler, sahipsiz bir şekilde akıbetini bekliyor.
İnsanların vurdumduymazlığı ve gelir düzeyinin düşüklüğü nedeniyle akıbet
tahmin edilebilir gibi.
Buradan Ulu Cami yönünde ilerledik. Yol üzerinde “Altından
geçme” denilen Roma dönemi yıkıntılarının hemen bitişiğinde Şahmaran Hamamı da
denilen Eski Hamamı gördük ilk olarak. Türkan Şoray ‘ın filmi nedeniyle ben bu
Şahmaran ‘ı dişi sanırdım değilmiş. Burada iki hikayesi var. İlki bilinen
versiyonu; adamın biri bir çukura düşer ve zamanla, çukurda yaşayan ve
yılanların şahı olan yılan vücutlu, erkek kafalı şahmaran (çizimlerde biraz
efemine bir tip gibi betimleniyor) ile tanışır ve ahbaplık kurar.Adam çıkmak
istediğinde ise kendinden bahsetmemesi ve hamama gitmemesini salık verir.
Günlerden bir gün yörenin padişahı mı, sultanı mı; zıpırın biri hastalanır. Şifası Şahmaran'da saklıdır ama kimse nerededir bilmez. Bu arada da Şahmaran'ın kankası abimiz hamama gider. Su vücuduna değer değmez adamın derisi yılan gibi pullarla kaplanır ve hamamdakiler durumu askerlere haber vererek adamı yakalatırlar. Adam ikna edilir, Şahmaran'ın yeri öğrenilir ve bu hamamda bir tuzak kurulur. Tuzak sonucunda öldürülen yılan adam üç parçaya bölünür ve etlerini yiyen padişah iyileşir.
Şahmaranın
öldürülmesini daha bir “yasal” yapan diğer söylence de ise Şahmaran yerel bir
beyin kızına vurulur ve gizlice kızı gözetlemek için hamama girer. Bu
röntgencilik işiyle iştigal ettiği bir gün dengesini kaybedip çatıdan hamamın
içine düşer ve beyin adamları bu ahlaksız yılanı oracıkta parçalarlar. Her iki
hikayede de parçalama sırasında sıçrayan kanlar hamamın duvarlarındaki kırmızı
izlere yoruluyor.
Yılanlar ise bu olaydan habersiz, Şahmaranın halen yaşadığına inanmaktaymış. Şayet günün birinde bunu öğrenirlerse insanlara saldıracakları söylencesi bulunuyor.
Bana ilginç gelen ise hemen hemen her kültürde insanların
kendilerine musallat olan sürüngenlerle kapışması imgesinin var olması.
Hemen yol üzerinde Eski Camii görülüyor. Yapı görüntü
itibariyle kiliseden dönüştürüldüğünü göstermekte.
Bir sonraki durak ana
baba günü gibi kalabalık olan Danyal Peygamber'in kabri. Tarsus evliyalar şehri
olarak biliniyor zaten. Danyal Peygamber'in hikayesi de anlatmaya değer türden.
Rivayet edilen yer kazılır ve büyükçe bir lahit bulunur.
Lahit de açılınca içinde epeyce boylu, kaliteli kumaşa altın ipliklerle sarılı
bir ceset görülür. Yüzüğünde ise iki aslanca yalanan bir çocuğa ait imge
görününce açılan mezarın Danyal Peygamber'e ait olduğu düşünülmüş ve mezar daha
da derin kazılan bir mezara defnedilmiş. 1800 ‘lü yılların sonlarına doğru da
burada bir cami inşa edilmiş.
Az ileride ise Bilal – i Habeşi Mescidi bulunmakta. Bilal-i Habeşi İslam Orduları'nca fethedilen yerleri gezip ezan okurmuş. Tarsus'ta ezan okuduğu bu yerde bu mescit inşa edilmiş.
Geldiğimiz yer ulu
cami. Ulu Camii'nin köşesinde bir saat kulesi var. 1890 yapımıymış. Eski bir
caminin minaresi olabilir gibi geldi bana.
Ulu Camii'ye giriyoruz.
1579 ‘da Ramazanoğulları tarafından inşa edilmiş. Bahçesindeki türbede Halife
Memun ve üç peygamberin sandukaları olduğu söylendi bize. Avlunun ortasında
sevimli bir şadırvan var.
Dışarı çıkıp hemen
yandaki kahvemsi bahçede Mete ile Yıldız yerel tat bici biciyi denedi. Ben
ucundan tattım ama pek bir fikrim oluşmadı. Serinlik verirse de lezzetli diyemem.
Az ilerideki Kırkkaşık
Bedesteni'ne girdik. Burası Ulu Cami ile beraber caminin külliyesinin bir
parçası olarak inşa edilmiş. Hem aşevi hem de medrese olarak kullanılırken
cumhuriyet sonrasında Kapalıçarşı yapılmış. Yukarıdan bakıldığında kubbelerinin
ters çevrilmiş kaşıklara benzetilmesi nedeniyle “kırk kaşık” adını almış.
İçindeki tüm dükkanlar kadınlar tarafından işletilmekte. Tarsus ile ilgili hediyelik, hatıra amaçlı ne ararsanız burada var. Uğramaya kesinlikle değer. İnsanları içten… Hele cehennemi bir sıcaktan sonra içerisinin o serin havası kurtarıcı oluyor.
Üşendiğimiz ve daha
uğrayacağımız pek çok yer olduğu için az ileride kalan Kubad Paşa Medresesi'ne
uğramaksızın ters yönde ilerleyerek önce Tarsus Amerikan Koleji'nin olduğu
sokağa giriyoruz. İmparatorluğun son yıllarındaki o güçsüz dönemde buradaki
azınlıklara el atanlardan birisi de bu tip Protestan kolejleri aracılığıyla
Amerikalılar olmuş. Hatta öyle ki Amerikalıların Protestanlaştırdığı Ermeniler
ile tutucu Ermeniler Harput'ta birbirleri ile savaşmışlar bile.
Buradan Kleopatra kapısına ulaşıyoruz. Şehrin
sur kapılarından sağlam kalmış son kapısı için Evliya Çelebi “iskele kapısı”
diye bahsetmiş. Rivayete göre Marcus Antonius ile buluşmak için Kleopatra
Tarsus ‘a bu kapıdan giriş yapmış.
Günün son durağı bizim için Tarsus Müzesi oldu. Kubat Paşa
tarafından 1500 ‘lü yılların ortalarında yaptırılan medrese müzeye çevrilmiş.
İçerisinde civarda bulunan irili ufaklı pek çok nesne sergilense de Tarsus
denildiğinde insanın beklentisi daha çok şey görebilmek tabii ki.
İki kilometre kadar taban tepip otele varıyoruz. Akşama doğru civardaki lokanta ve pastaneleri dolaşıyoruz. Günün en güzel kısmı bu. Gene epeyce yürüyoruz ama amaç ve sonuç farklı olduğu pek takılmıyoruz bu sefer.
Ertesi sabah erken bir kahvaltı yaparak Tarsus Şelalesi'ne gitmek için yola çıkıyoruz. Şelaleden sonra geri dönüp trenle Adana'ya geçmek üzere şehirden ayrılacağız.
Biz erken çıktık ama güneş mesaisine daha erken başlamış dışarısı şimdiden yanmaya başlamıştı bile.
Yakınlardaki bir parkı aşıp bizi şelaleye götürecek minibüse biniyoruz. Zamanında burası Romalılara ait bir mezarlık alanı iken civardaki bir nehrin yatağı Justinyanus tarafından değiştirilince bu şelale oluşmuş ve zamanla dökülen sular mezarları da tahrip etmiş. Buna karşın günümüzde Tarsusluların eğlenip serinleyebileceği harika bir mekan oluşmuş.
Öyle ki, çocuklar kayalara ya da ağaçlara tırmanıp kendileri sulara bırakıyorlar. Kimi yerlerde ağaçların gövdelerine çocuklar tırmanamasın diye dikenli teller sarılmışsa da bunlara umursayan yok. Bazı çocuklar bu tırmanışları sırasında ayaklarını kesip kan revan içinde kalıyorlar ama bunu umursadıkları da söylenemez. Biz oradayken çocuklardan biri tırmandığı ağaçtan atlayacak cesareti bir türlü bulamadı. İtfaiye çağrıldı. Ama itfaiye ile beraber poliste görününce çocuk bir şekilde atlayıverdi.
Zaman nasıl geçti bunları seyrederken anlatması güç. Tekrar
bir minibüse binip eşyaları aldık ve başka bir minibüsle de Tarsus tren
istasyonuna ulaşarak Adana trenini beklemeye koyulduk.
Ver elini Adana… Tarsus'ta başlayan yeme – içme şölenini
taçlandıracağımız yer burası. Akşama da inşallah İstanbul.
0 Yorumlar
Yorumlarınız