Bir sonraki günün ilk durağı
Afrodisyas.
Afrodisyas ‘a gidiş yolu Kuşadası ‘ndan çıkınca epeyce sürmekte. İçlere girildikçe köy hayatı daha belirginleşiyor. Hatta yol kenarındaki direklerin pek çoğunda leylek yuvalarını görmek de enteresan oldu.
Afrodisyas'a giderken yolumuzu
kaybettik. Aslında fena da olmadı. Fakir bir köyü geçtik ve daha da fakir bir
köye ulaştık. Fakat daha da ilginci yol üzerinde iki mezarlıkta oldukça eski
döneme ait epeyce de hasara uğramış mezar taşlarını gördüm.
Neyse yolda yanılmamış olsak yeni yapılan bir müzenin yanından geçip epeyce giderek Afrodisyas ‘a ulaşmış olacaktık. Nette ne yazıkki afro yerine aphrodisias şeklinde yazım söz konusu. Yunanca da F sesi olduğu ph kullanılmasına gerek yok. Afrodisyas varken İngiliz diye bir millet yoktu ki dili olsun. Neyse…
Ören yerinin girişi sanki
kurtarılmış bir bölge. Adeta çöldeki bir vaha. Hemen girişte sağ tarafta
lahitlerden oluşmuş bir çemberin sergilendiği bir bahçe var. İşçilik oldukça
zarif. Girince meydanda gene pek çok lahit göreceksiniz. Sağda ise en sonda
mutlaka uğramanızı önereceğim (sonra anlatacağım zaten ) küçük müze binası
görülebilir.
Afrodisyas tanrıça Afrodit için kurulmuş bir kent. Dolayısıyla şehrin en büyük tapınağıda aynı tanrıçaya adanmış. Sanat ,özellikle de heykelcilik çok gelişmiş. Kuruluşu MÖ 5. Yüzyıllara dek uzanmakta.Ama tiyatronun kurulu olduğu tepenin bir höyük olduğu ve bununda yaşının 7000 yıllık olduğu son buluşlardan. 3.yüzyılda Karya eyaletinin başkenti oldu ve bir yüzyıl sonrada surlarla kaplandı. 7.yüzyılda önemi azalan kentin ismide paganist dönem esintilerinden arındırılarak Stavropolis (haçkent) ‘e dönüştürülmüş. Sonrasında Karya diye anılan bölge Türk fethinden sonra Geyre olarak aınlmaya başlamış.
Burada çalışmaların önemli bir bölümü Türk araştırmacılar tarafından yapılmış. Gerçi ilk kazmalar 1904 ‘te vurulmuşsa da 60 ‘lı yıllarda Amerikalılarla beraber derin bir araştırma faaliyetine girişilmiş. Türk tarafında bugün mezarını tetrafilionda da görebileceğiniz Kenan Erim çalışmalara başkanlık etmiş. Ara Güler ‘inde biraz parmağı var.
Menderes zamanında fotoğraf
çekmesi için gönderilen sanatçı otobüs şöförüyle kavga eder ve yakınlarda bir
köye kalmaya gider. Köyde insanların antik taşların üzerinde iskambil vb
oynadığını görünce sorup soruşturur ve Afrodisyas ‘ın fotoğraflarını çeker. Yazısını
eşine tercüme ettirip yabancı dergilere resimleri gönderir. Yabancı basının
üzerine detaylı bilgi almak için İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne gelir ve orada
Kenan Erim ile tanıştırılır.
Şimdi de gezmeye başlayalım.
Girişteki küçük meydancığın bitiminde yol ikiye ayrılıyor. Soldan giderseniz önce
solunuza bakın. Çıplak sütunlar tek başlarına göğü taşırcasına dururlarken
kemerli duvar benzeri yapılarsa onların yakınlarında durmakta. Buradan devam
edip hafif bir bayırı çıkarak antik tiyatroya ulaşıyorsunuz. Yaklaşık 7000
kişilik bir kapasitesi var. Sağlamca sayılır ama Milet'teki tiyatrodan sonra pek
göz kamaştırmıyor.
Buradan yolunuza devam ederseniz belinize kadar gelen otların arasından geçerek hamam kalıntılarını ve onlara su taşıyan künk ve su kemerlerini görebileceğiniz bir alana ulaşıyorsunuz. Burada iki büyük havızda var.Otlar kesilse harika olur ama bunu bir ben mi düşünüyorum anlamış değilim.
Şehir ızgara planlı. Yani New
York ‘tan farkı yok. J Yola
devam ederek piskopos sarayı denilen yere ulaşıyorsunuz. Aslında burası Roma
valisinin rezidansı ama hristiyanlıkla beraber burası piskopasa tahsis edilmiş.
Tıpkı Afrodit tapınağının kiliseye çevrilmiş olması gibi. Afrodit Tapınağı'ndan
geriye beş –altı sütun kalmış sadece. Buranın sağlam sütunları Roma olsun
,Bizans olsun hatta Osmanlı olsun pek çok ardıl hükümdarlığın eserlerini inşa
eden sanatçılarca değerlendirilmiş.
Sonraki durağınız Afrodisyas ‘ın en meşhur yapısı olan stadyum. Yapı 1.yüzyılda yapılmış , 4.yüzyılda ise genişletilerek 30,000 kişilik bir hale getirilmiş. Başlangıçta sadece atletizmin dallarında yarışılırken Roma dönemi bu sporlara gladyatör dövüşleri ve vahşi hayvan gösterilerine ev sahipliği yapmasını eklemiş. Dev bir yapı. İnsanın sahaya inip bir uçtan diğerine koşası geliyor. (Sahaya indim elbette ama sıcak nedeniyle koşmadım ) Sporcuların giriş yaptığı tünelin bile insanda bıraktığı haz bambaşka. O tünelden çıkan sporcular farklı olduklarını mutlaka hissediyor olmalılar.
Buradan çıkarak tören kapısına
ulaşılabiliyorsunuz. Yapımı 2. Yüzyıl ama tekrar dikilmesi 1991 yılında
gerçekleşmiş. Tetrafilion da denilmekte. Bu isim giriş kapısının dört bacağı
olmasından gelmekte. Ana tapınak bölümünün giriş kapısı burası.
Afrodiyas ‘ı genel olarak bu
şekilde gezebiliyorsunuz. İstenirse daha da derinlere inilebilir ama bunların
hepsi zamana bağlı. Son olarak müze gezilmeli. Küçük bir müze. Oğlum koşa koşa
girdiği için görevlilerin sevgisini dolayısıyla her yere rahatça girebilme
ayrıcalığını kazandı . Karşınıza çıkan ilk oda da bulunan heykeller görülebilir.
Ağırlık Afroditlerde tahmin edersiniz. Ama heykellerde sanat had safhada. Zaten
Afrodisyas antik zamanların heykelcilik okulu.
Çeşitli filozoflara ait büstler ,yine heykeller derken kazı alanlarnda buluna türlü eşya ve sikkelerin sergilendiği kısma ulaşıyorsunuz. İnsan sikkeleri görünce yerleri biraz eşelemediğine bin pişman olmuyor değil. (Müze küçük ama yinede dağınık gezmişim ) Filozof büstlerinin yanından küçük bir bahçeye çıkılıyor. Burada da çeşitli heykeller,lahitler,frizler türlü antik parça görülebilir. Şirin bir yer…
Buradan otobüslerin park
ettiği yere kadar traktörlerin çektiği üstü kapalı romörkler ile taşındık.
Değişik bir deneyim J
Günün diğer yarısında
Hieropolis yani Pamukkale'ye uğradık. Aslında Hieropolis ile Pamukkale hem aynı
yer hem farklı yer .Açıklamaya çalışacağım. Otuz yıl kadar önce ailecek Pamukkale ‘ye gitmeye çalıştığımızı hatırlıyorum hayal meyal. Günün şartlarında
saatlerce yol kenarında sıcakta bir taşıt aracı geçmesini beklemiş; sonunda bir
tanesine bindiğimizde ise tavuklarla beraber yolculuk etmiştik. Sonrasında
babam şoförle kapışmış adamı gırtlaklarken zorlukla adamı ellerinden
almışlardı. Dolayısıyla Pamukkale gitmeye yeltenip de gidemediğimiz tek yöre
olarak aile tarihimizdeki yerini almıştı.
Neyse Pamukkale ‘ye giderken iki köyden geçilmekte. Standart rehber palavralarından değilse bu köyün evlenecek yaşta kızı olan hanelerinin çatısına testi, şişe vb konulmaktaymış. Tek bir çatıda bile testi olmasın?
Pamukkale uzaklardan beyaz bir
örtü gibi yamaçta beliriveriyor. Beyaz olmasının nedeni yer altındaki bazı
gazların yüzeye çıkarken sudaki oksijen ile tepkimeye girmesi ve kalker
tabakası oluşturması. Yakınlarda Karahayıt ilçesinde de sudaki demir oranının fazla olması Pamukkale'nin
kızılımsı versiyonunu oluşturmuş. Gidip göremedik ama kaplıcalarının da namını
biliyoruz.
Pamukkale güzelliğinin cezasını da çekmedi değil. Bu güzelliği görmeye gelen turistlerin konaklaması için neredeyse travertenlerin içerisine oteller inşa edildi ve travertenlerden akan su otellere verildi. Doğal olarak da su travertenlerden akmadığı için olması gereken tepkime olmadı ve beyazlıklar yerini kararmaya yüz tutan kayalıklara bıraktı.
İçeri girerken yolun sağında Hierapolis antik kenti, solunda ise Pamukkale'nin beyazlaşmakta olan travertenleri
görülmekte. Yol boyunca epey bir kalabalık ile karşılaşıyorsunuz. Genelde Rus
hatunlar kafileler halinde bikinilerle etrafınızdan geçip gidiyor.
Önce hierapolis ile başlayalım. Aslında bir nevi şifa merkezi olarak kurulmuş bir yerleşim burası. Bergama kralı Eumenos tarafından isa'dan iki yüzyıl önce kurulmuş. İsmi kutsal şehir anlamına gelmekte ama yine efsaneye göre bu kralın karısının adı olan Hiera ‘dan da türediği söylenmekte. Fakat zamanla etrafındaki Tripolis, Laodikia gibi diğer antik kentleri geçmiş. Fakat bu yörenin en büyük afeti olan depremlerden biri olan dek sürmüş ancak. Ardından Ankara ‘da da epeyce bir şey yaptırmış olan imparator Karakalla zamanında burası iyice geliştirilmiş ve Roma zenginlerinin sayfiye mekanlarından birisi haline gelmiş. Yörede Yahudi nüfusun yüksek olduğu ve hristiyanlığın yükselen değer olduğu bir dönemde havarilerden birisi burada yakalanır ve işkence ile öldürülür. Bu da yörenin hristiyanlıkça önemli bir mekan olmasına sebep vermiş. Romalılar aziz için nekropolis alanında sekizgen bir martiryum yaptırmışlar. Fakat en çok bilinen yanı antik dünyanın en büyük mezarlığı olması. Her türlü mezar tipinden iki bin kadar mezardan bahsedilmekte.
Girişte sağ tarafta yaklaşık 10,000 kişilik büyükçe bir tiyatro mevcut. Yakınlarına gidemediysek de yapının oldukça sağlam göründüğünü söyleyebilirim. İleri de yöre ile pek uyuşmayan, epeyce sırıtan bir müze binası var. Aslında yapı Roma Hamamı üzerine kurulmuş ama pek uyuşmamış bence.
Daha da ilerlendiğinde antik
havuz var. Girişi oldukça pahalı. Bir daha gidişte kutsal müzekart ile
gireceğim yerlerin başında burası da.
Pamukkale
kısmına dönelim. Hemen girişin solunda ince bir suyun süzüldüğü genişçe bir
alan bulunmakta. Alanın kenarındaki menfezlerden su daha yoğun akmakta. Burası
da ana baba günü. Her türlü insan var. Ama elinizde kamera ile dolaştığınız
zaman Rus kadın gruplarındaki hatunlar erotik pozlar vermeye başlıyorlar. Ama
gene de ölümsüz güzelliğin peşinde koşarak manzaraya dönelim. Sağ tarafta
içlerinde su olmayan ama pamukkale tanıtım fotoğraflarında suların kat kat
döküldüğü beyaz travertenler görülüyor. Ta aşağılarda bir yerlerde küçükçe bir
göl ,epeyce uzaklarda güneşin tüm haşmetine karşı hala tepesinde buzları açıkça
belli olan Honaz Dağı var.
Travertenlerde yürümek hoş. Çıplak ayakla ılık suyun içerisinde dolaşmak , özellikle başımın üstünde beni eritmeye niyetli güneşin tüm işgüzarlığına rağmen insanın rahatlamasını ve yorgunluğunu atmasını sağlıyor.
Kalabalığın dolaştığı yerin
biraz daha ötesinde de bir bölüm daha var ama burada gezilmesine yada
dolaşılmasına izin verilmiyor.Ama sanki bu kısımdaki su biraz derin gibi geldi
bana.
0 Yorumlar
Yorumlarınız