Kaderde Örosund Köprüsü'nü gün batımına doğru geçmek varmış.
Gerçekten epeyce uzun bir köprü. Nedense ben köprüyü Cerbe Adası'nı anakaraya
benzeyen köprüye benzettim.
İsveç'e girdikten bir süre sonra otobüs durduruldu ve
pasaport kontrolü yapıldı. İtirazım yok. Ne kadar geç gitsek kar diye
düşünüyorum, sabahın köründe Stokholm'de olmaktansa sıcak bir otobüste olmak
daha iyi. Ortadoğulu birkaç kişi
pasaportu bilmemnesi yok diye polis tarafından sorguya alındı, otobüsten
indirilecekleri söylendi ama ne olduysa bizle beraber yola devam ettiler.
Hava az biraz kararmıştı ki Malmö ‘ye giriş yaptık. Anladığım kadarıyla her miletten insanın doluştuğu bir şehir bu. Gördüğüm levhalar yetmiş iki milletin varlığına işaret ediyordu.
Sabaha doğru Stokholm
‘e girdik. Şoför yardımcısına tüm olumsuzluklara karşın tam zamanında (yani
sabah 6 ‘da) terminale girdiğini neşeyle söylerken bense adama yardırmakla
meşguldüm. Terminal binasına girdik eşimle. Otelin yerini GPS ‘den bir türlü
bulamıyorum. Hatırladığım kadarıyla tren istasyonunun kuzeyinde yer almakta
olan caddedeydi. Ama caddenin boyunu görünce yıkıldım doğrusu. Pek belli
etmemeye çalıştım. Bir saat kadar yanımızdakileri atıştırıp internette
gezindikten sonra eşim, çantaları bırakıp en azından belli başlı noktaları
görürüz deyince dışarı çıktık. İlk sağdan gidip bir elli metre yürümemiştik ki
eşim oteli gördü, şansımıza insan oğlu insan bir genç resepsiyonistti ve
sabahın köründe bize bir oda ayarladı ve hakkımız olmadığı halde kahvaltıya
yönlendirdi. İsveç insanı ilk notunu 10++ olarak alıverdi.
Uyandık. Herşeyi ile otomatik olan bir otel bana göre
değilmiş. Sensörler ile kapılar açılıp kanıyor vesaire vesaire. Ama gerek
bizler gerekse tüm pillerim tekrar şarj olmuştuk ki bu da yeterliydi. Bizi
bekleyen sokaklara çıkıverdik.
Kungsgatan Caddesi şehrin ana caddelerinden birisi. Sabah o
yorgunlukla pek farkına varmamışız ama güzel bir cadde imiş. Lonely Planet ‘in
yürüyüş rotasını takip ederek yola başladık ama kısa zaman sonra bildiğimizi
okumaya karar verdik. Ana caddeye girdik ve dümdüz ilerlerken, konser binasının
hemen dibinde bir pazara denk geldik. (Hötorget) Bu küçücük meydanda hediyelik
eşyalar, antikalar ve meyve- sebze satılmakta. Neşeli ve renkli bir yer. Merak
ettiğimiz bir meyve için yorumlar yaparken tezgahtaki Konyalı genç kardeşim
denememiz için bize kutuyu uzattı. İçinden bir iki tane almıştık ki “abi kutuyu
al diye uzattım” dedi. Yok, satarsın falan dememi de kale almadan kutuyu
elimize tutuşturdu, gene sözümü dinlemeyip para da almadı. Meyvenin adını da
söyledi ama o kısmı da unuttum.
İsveç'te ve Norveç'te
biz gitmeden az bir zaman önce harikulade bir uygulamaya başlandı. Pek çok
devlet müzesi ücretsiz olarak kapılarını halka açmaya başladı. Biz de bundan
istifade etmek için doğruca Tarih Müzesi'ne doğru ilerlemeye başladık.
Hamngatan Caddesi denize ulaştığımızda bitiverdi. Tarih
Müzesi'ne giderken daldığımız sokaklar birbirinden güzel binaların eşliğinde
bizi önce başka bir ücretsiz müze olan Askeri Müze'ye ulaştırdı.
İsveçliler savaşçı değil ama askeri bir millet. Krallarının
önderliğinde, Almanlar askeri bir güç olarak 18.yy da devreye girene dek kuzeyin
en güçlü ulusu olarak anılmışlar. Az sayıda askeri ile kalabalık Rus ordularını
Poltava Savaşı'na dek defalarca yenmişler. Savaş aletlerinin kalitesi ve
ordularının disiplini başarının kilidi olmuş. Benim maceracı olarak gördüğüm
Demirbaş Şarl tarihi kahramanlarından birisi. Müzenin belki de tek beğenmediğim
yanı, “kalabalıken” olayından bahsedildiği halde kralın yıllarca Osmanlı
sarayında sığındığından bahsedilmemesi oldu.
Müzede ayrıca bazı silahlar zincirlerle yerlerine
sabitlenmiş olduğu halde ziyaretçiler tarafından kurcalanabilir şekilde
durmaktalar. Askerden beri ilk kez silah tuttum. Eşim ise askeri silahların bu
denli ağır olduğunu hiç ummadığını söyledi.
Çıkınca Tarih Müzesi'ne gittik. Burası da güzel düzenlenmiş
bir müze. Eski bir kışladan bozma olduğunu sanıyorum. İsveç tarihini gösteren,
İsveç topraklarından çıkmış türlü obje, canlı vb sergilenmekte. Burası da bizi
epey etkiledi.
Biraz toparlanmak üzere otele kadar yürüdük. Gezerken
farkında olmaksızın yıpranmışız ama geri dönüş yürüyüşü daha da silkeledi
bizleri.
Öğleden sonra gene yollara düştük. Sahilde Stadshuset var. Ben bunu belediye binası sanıyordum ama belediye binası yani Radhuset biraz daha kuzeyde kalmaktaymış. Valilik diyelim en iyisi. Buradaki kuleye çıkılabiliyorsa da çalışma saatleri geçtiği için çıkmak mümkün değil. Ben de kıyıdan panoramik fotoğraflar çekiyorum bol bol.
Dikkatimi çeken nokta şehirde pek çok sakat olduğu. Başta
genetik bir bozukluktan şüphelendiysem de eşimin dediği gibi şehrin her bir
noktası tekerlekli sandalyesi ile engelli bir kişinin tıpkı sapasağlam birisi
gibi gezebileceği şekilde tasarlanmış. Dolayısıyla engelliler evlerine
hapsolmak zorunda kalmıyor. Sağlam bir insandan farksız bir şekilde yaşamlarına
devam edebiliyorlar.
Yolun karşısına, şehrin tarihi merkezi olan Gamla Stan ‘a
geçiyoruz. Nasıl anlatmalı, restoranlar ve hediyelikçiler arasına sıkışmış
kiliseler, başka güzel binalar. Sokakların arasına girdiğinizde ise tarihin
kendisini, kuzeyin kasvetli görüntüsüyle beraber hissediyorsunuz. Misal, Alman
Kilisesi'ne uzanan yokuş geceleri yapılan hayalet turlarının başlangıç
noktalarını oluşturmakta.
Kraliyet Bahçeleri'nde yürürken gözümüze tanıdık bir yüz
çarpıverdi. Demirbaş Şarl abimiz tüm şaşaası ile heykeliyle karşımızdaydı.
Onunla vedalaşıp geceyi geçirmek için otelimize döndük.
Akşam yemeği için girdiğimiz dükkan Azerilerin çıktı.
Sağolsunlar ailelerinden biri gibi kabul gördük, uzun süre çene çaldık. Biz
turistlerin İsveç'i ile gurbetçilerin yaşadığı İsveç arasındaki farkları da
öğrenmiş olduk.
0 Yorumlar
Yorumlarınız