İzlanda'ya doğru
yaklaşırken camdan dışarı baktım şöyle bir. Kıraç, pek fazla bir yeşilliği
olmayan gri bir ada gözlemledim Keflavik Havalimanı'na inişimize az bir zaman
kala.
Havalimanının olduğu Keflavik 2. Dünya Savaşı'nın sonuna dek sıradan bir balıkçı kasabası imiş. Alman işgali bitince (nasıl işgalse tek gemi ile gelip alkışlarla karşılanmışlar) buraya Amerikalılar askeri bir üs ve havalimanı kurmuşlar. Daha sonrasında havalimanı sivil uçuşlara da açılmış ve uluslar arası bir hal almış. Başkentten 50 km kadar uzakta. O nedenle zaten pahalı bir ülke olan İzlanda'da şatıllar bile can yakıyor. Yapılacak en iyi şey yaklaşık bir yıl önce İzlanda için tüm bilet alımlarını bitirmek. Ucuz tek tük bilet hızla tükeniyor ve kalanlar cebinizde bir şey bırakmıyor.
Bu elli km lik yol oldukça tekdüze. Solunuzda deniz ve tek tük ev sağınızda ise uçsuz bucaksız, lavla kaplı topraklar. Ülkenin bin yıllık tarihinin en büyük sorunu erozyon ve buna bağlı olarak ağaç vb yetiştiriminin oldukça zorlu olması. Hatta,” Tüfek,mikrop ve çelik” isimli kitaba göre ilk kolonistler yanlarında getirdikleri domuzların açgözlülüğü yüzünden neredeyse adayı terk edeceklermiş. Domuzlar beslenmek için tüm bitki örtüsünü talan edince verimli toprağı yeryüzüne bağlayan bir şey kalmamış.
Başkente girince görüyoruz ki ufak, tefek bir yerleşim ama
tahmin ettiğimiz kadar da değil. Hele ana terminalde, kalacağımız otellere bizi
götürecek küçük minibüslere geçtikten sonra ara sokaklara girip çıktığınızda
detaylar daha da belirginleşiyor. Özellikle sahile doğru çok katlı epey bina
mevcut.
Bulunduğumuz yer şehrin ana alışveriş caddesi olan
Laugavegur. Ana alışveriş caddesi dediğime bakmayın sağlı sollu iki, üç katlı
binalarca sarılmış zar zor iki aracın geçebileceği genişlikte bir yol burası.
Biraz yürüyerek bir Tayland nudılcısı buluyoruz. Hava 12 derece, rüzgar var ve
dediğim gibi açız. Lezzet kısmını pas geçerek yemeğin suyunun sıcaklığı ve
acısı ile ısınıyoruz. Verdiğim para epeyce çok ama Lonely Planet ‘e göre şehrin
en hesaplı yerinde yemişiz farkında olmaksızın.
Sonrasında ise şehir
içinde olan termal havuzu arıyoruz. Ne şans, “renovasyon nedeni ile kapalı”
yazısı bizim planlarımızı altüst ediyor. Yardım etmekten daha çok turistlere
tur satmaya odaklanmış olan turizm bürosu yetkilileri bizi şehir dışındaki
başka bir yere yönlendiriyor. Laugardalslaug imiş bu havuzun olduğu yer. Nasıl
gideriz sorusunun cevabı ise caddenin sonundaki otobüs duraklarından.
Ağaçlıklı bir yer burası. Belki de biraz aşağıda kaldığı
için böyle. Bir antrenman sahası ve stadyumu geçince yüzeceğimiz havuzun
binasını görüyoruz. İçeri girdiğimizde görevli kız bir ton kural sayıyor.
Neyse, bu askeri kurallar dizisi bitince paramızı alıyor ve bizi soyunma
odalarına gönderiyor.
Ah benim akılsız kafam… Soyunma odasında kabinler beklerken
kapıdan içeri girer girmez kabaklar ve hıyarlardan oluşan bir mekana daldığım
gerçeğini farkettim. İnsan beline bir havlu filan dolar değil mi? Yok. Herkes
adeta sokakta geziniyormuşcasına doğdukları andaki kıyafetleri ile
gezinmekteler. 6-7 yaşındaki çocuktan yetmişine merdiven dayamış beyamcama
kadar durum aynı. Kimse kimseye bakmıyor. Ben bir köşeye büzüştüm ve hızlıca
mayo şortumu giyiverdim. Anladım ki o kadar da medeni değilim.
Nispeten küçük olan havuzda yüzmeyi tercih ettik. Yüzdük
demeyelim ayakta dursam ancak su belime gelir. Ama bu denemede bile sudan
çıkardığım narin vücudum donuverdi. Tabii ki kimseye belli etmedim bu durumu.
Yukarıdaki cılız güneş kerhen durmakta. Ama havuz civarındaki İzlandalı
dilberler bu güneşi kafi bulmuş olmalılar ki sere serpe güneşlenmekteler.
Birkaç İzlandalı veletle basket oynadım, 7-8 yaşındaki çocuklar bile gayet
akıcı bir İngilizce konuşuyorlar. Gerçi bir şeyler var aksanlarında ama
yakalayamadım. Ardından olimpik havuza geçip orada kendimi bir göstereyim dedim
ama eşim küçük havuzda kalmayı tercih etti. Bu havuz daha da soğuk, yüzeni de
yok. Genelde obez hatunlar bir fok balığı zarafetiyle sabit tempoda defalarca
gidip geliyorlar kulvarlarda. Ben de geri döndüm.
Bizim dışarı çıkmamızla beraber güneş
bir kez daha göğü kaplayan bulutların arasından sıyrıldı. İzlanda'nın havası için
anı anını tutmaz diyorlar. İstanbul'dan gelmenin avantajı böyle durumlardan
etkilenmemek olsa gerek. Az biraz otobüs bekleyip merkez otobüs duraklarına
gidip oradan da bir başka ilginç yer olan Nautholfsvik Plajı'na gidiyoruz.
Burası muhtemelen
sonradan dökülmüş kumlarla oluşturulmuş küçük bir kumsala sahip bir koy. Koyun
da ağzı daraltılmış ve sığlaştırılmış. Bu da yetmemiş koyun iki tarafından da
termal suların koya dolması sağlanmış. Böylelikle kışın dahi insanların
yüzebildiği büyükçe bir havuz elde edilmiş. Okuduklarımdan anladığım bu.
Gelelim gördüklerime…
Yukarıda gördüklerim yalan değil. Ama indiğim duraktan
buraya kadar tamamen içgüdüsel bir şekilde geldik. Yanımızda Türk bir adamla
evli yaşlıca, Alman bir bayan da vardı. Benim yerle bir Almancam, kadının çat pat
Türkçesi ile bir şekilde mekanı bulduk. Yüzülen kısım ufacık, termal su
nedeniyle kesif bir kükürt kokusu var. Havuzun suyla birleştiği yer o kadar
bulanık ki derinlik bir karış mı yoksa bin metre mi bilinmez. Ama halkın
ilgisini çekiyor. Kışın daha kalabalık oluyormuş burası. Özellikle yanı başında
donmuş deniz varken burada yüzmek değişik diyorlar. Bana kalırsa şu anda deniz
donma noktasından çok uzak değil ama gene de içinde yüzenler var. Bense
rüzgardan sersemlemiş durumda, hasta olmamak için dua ediyorum. Eşimin de
girmeye niyeti yok. Geri dönüyoruz, yapacak bir şey yok.
Aynı otobüs durağına geliyoruz ve on dakikalık bir yürüyüşle
evimizdeyiz. Üstümüzü değiştirmek için odamıza geçiyoruz. Tek bir yatak ve
lavabo var. Hemen dışarı atılıyoruz.
İlk hedef Hallgrimskirkja. Ve bildiğim kadarıyla şehrin en
yüksek yapısı. Ben bu kiliseyi şehrin katedral kilisesi sanıyordum ama
değilmiş. Amerikalıların uzaya gönderdiği mekikleri andıran yapısı ile standart
dışı bir yapı burası. İçi Çinli, Koreli ve Japon dolu. 1945 ‘te başlayan kilise
1986 ‘da tam anlamıyla bitmiş. Sanırım modern zamanların en yavaş yapılan
kilisesi burası.
Kilisenin tam önünde büyük bir heykel var. Bu heykel Leifur
Erikson ‘a ait. Bu abimiz Amerika kıtasını ilk keşfeden kişi olarak kabul
ediliyor. İsminden de anlaşılacağı üzere, İzlanda ve Grönland ‘ın kaşifi meşhur
Kızıl Erik ‘in oğlu. Zaten İzlanda da soyisim diye bir kavram yok. Mesela ben
Bora İrfansson iken oğlum Mete Borasson olacak. Kardeşim ise Meltem
İrfansdottir.
Konudan sapmayalım, İzlanda zaten kürek mahkumlarının yuvası
olarak kurulmuş. Yılda bir iki gemi anca gelirmiş Norveç'ten. Pek de yaşanacak
bir yerler olmadığından halkı sağa sola akın etmeyi tercih edermiş. Amerika'yı
bulmak, Kanarya Adaları'na kadar gidip istila etmek hatta Miklagard dedikleri İstanbul
şehrine gelip paralı asker olmak gibi işlerse uğraşmışlar. “Saga” adını
verdikleri efsanelerle tüm bu hatıralar yaşatılmış. Ama sağda solda gezinirken
defansta açık vermişler ve iki kez güneyden bir millet buraya yoklama çekmiş.
Kim bunlar derseniz, sıkı durun… Biziz…
Adanın demografisini değiştiren atalarımızın anısını yad
ettim ve şehit düşen korsanlarımız için
bir fatihacık hediye ediverdim. Bu konuyu Türk Korsanları üzerinde yaptığım
araştırmada detaylıca incelemiştim.
Göletin kıyısında mola
veriyoruz. Harikulade bir manzara. Olabildiğince pisliğine ve bulanıklığına
rağmen içi martılar ve ördeklerce dolu bu göletin çevresinde güzel binalar var.
Zaten kuzey kıyısında şehrin belediye binası da bulunuyor. Tam karşı kıyımızda
ise, güzel binaların sırt verdiği tepede şehrin en eski mezarlığı var. Normalde
böyle yerleri kaçırmazdım ama bugün hiç gidesim yoktu.
Şaka maka sağlam gezmişiz. Bunu bizim caddeye çıkan bayırı
aşmaya kalkarken farkettik. Bizim oradaki marketlerin de kapanmış olması yıkıcı
bir etki oluşturdu. Neyseki ev sahibimiz buzdolabını türlü meyve suyuyla,
masayı da bir ton meyve ile donatmış.
Yapacak bir şey olmayınca yarına hazırlanalım dedik. Yattık.
0 Yorumlar
Yorumlarınız