Venedik'teyiz. Aslında tam olarak Venedik'teyiz demek biraz abartı
olacak. Lido di Jesolo ‘dayız. Burası
meşhur Lido değil. Lido zaten deniz kıyısı anlamına gelmekte. Venedik ‘e epeyce
uzak ama sakin bir kasaba burası. Uçsuz bucaksız, etrafı üç- dört yıldızlı
otellerle sarılı bir kumsala sahip.
Otellerin olduğu bölgeden iskeleye otobüsler işliyormuş .
Tur olmanın avantajı ile otobüs beklemeden gittik, dezavantajı ise nereden
gittiği, kaça gibi konularda bilgi sahibi olamamam.
Neyse kısa süren (ama yarım saatten fazla bir süre bu yine
de) bir deniz yolculuğu ile Venedik ‘e
ulaşılıyor. Yolculuk boyunca bazı adalar görülüyor. Kimilerinde renkli evler,
kimilerinde ise yüksek çan kuleli kiliseler var. Aslında Venedik'teki lagün
doğal açıdan da canlı ve hareketli. Gerek balıkçılık gerekse diğer doğal yaşam
alanları ile vahşi doğada izlenebilir. Tabii bu izleme İstanbul'dan da kuzeyde kalan Venedik'te, Nisan başındaki
ıslak bir havada mümkün olmamakta.
Ana adaya yaklaştığımızda önce meydandaki saat kulesi kendini gösteriyor.
Doçlar sarayı kremalı bir pasta edasıyla durmakta. San Marco kilisesi ise ancak
kubbelerini göstermekte. Venedik
nüfusunu kırıp geçiren vebanın sona ermesini kutlamak ve kutsamak için yapılan
Santa Maria della Salute kilisesi bir milyonu aşkın ahşap kazığın üzerinde
gelenleri karşılamakta. Venedik ; şehrime en büyük zararı veren, ırkımın
Avrupa'daki son büyük yayılışını durduran şehir.
Rivayete göre Hunlar herkesi önlerine katıp kovalayınca
Venediklilerin dedeleri öncelikle lagündeki bir başka adalar topluluğu olan
Torcelli ‘ye geçerler. Başlangıçta her şey iyi ve güzeldir taki lagün dolana dek. Ardından adalılar bir başka
adaya göç ederler . O zaman Serenissima (mutluluk diyarı) adında yeni bir
kentin temelleri atılmış olur. Kent başlangıçta Bizans'a bağlı sıradan bir
yerleşimdir ama gelecekte vaat etmektedir. 827 ‘de Bizans'a karşı
bağımsızlıklarını kazanırlar ve Roma senatosu tarzı bir sistemle yönetilen bir
cins cumhuriyet uygulanır. Yöneticileri doge
(doç) olarak adlandırılır. Batının ve doğunun sınırında olması avantaj ve
dezavantajı beraberinde getirir. Uzunca bir süre güçlü donanmalarının da desteği
ile Akdeniz ticaretinin hakimi olurlar ve buda onlara ticari gücü getirir.
Öyle ki Venediklilerin isteseler Avrupa'nın tüm krallıklarını satın alabilecekleri
iddia edilir tüm Avrupa'da.
Buna karşın Osmanlı'nın Avrupa'daki ilerleyişi Venedik
ekonomisini altüst eder. Türklerle savaşlar ve anlaşmalar ile iyi geçinmeye
çalışırlar. Genelde Venedik idaresindeki Hırvat ve Sloven direniş hattı Türk
kılıcı ile parçalandığında anlaşmalar yapılır. Anlaşmak zorundadırlar çünkü
doğunun lüks malının batıya pazarlanması gerekir ve bunu Venedik yapmaktadır.
(Örneğin ezeli düşmanları Cenevizliler sakız adasında üretilen sakızı batıya
satarak muazzam paralar kazanmıştır. ) Türkler ve Türk korsanları Akdeniz'i
iyice kontrol altında tutmaya başlayınca iyice alttan almaya başlarlar. Öyle ki
katolik Avrupa Venedik için Türk ‘ün
metresi yakıştırmasını yapar. Venedik yaşamak için çift taraflı çalışan bir
casustur. Venedik ‘in diğer katolik
devletler tarafından yok edilmemesi de Türk ‘ün varlığı nedeniyledir. Avrupalı
Türk ile sınır komşusu olmak istemez, Venedik ‘e acır, arada tampon olmasını
ister, ama gerektiğinde verebileceği desteğin en azını verir.
Bununla beraber Venedik güçsüz bir devlet değildir. Hazinesindeki
altınları şöyle bir şıkırdatmasıyla Avrupa'nın en iyi paralı askerlerini
toplayabilir, Dorsoduro denilen tersanesinde büyük bir kalyonu bir günde inşa
edebilir. 16. yy ‘da bu Osmanlıların yapabileceği bir güce ve organizasyona
denk olmak demektir.
Şehir 1797 ‘ye dek ayakta durdu. Bu tarihte Napolyon ‘un istila
rotasındaki yerini aldı ve fethedildi. Bundan sonra kendini bir daha
toparlayamadı. Avusturyalılar ve İtalyanlar arasında epeyce bir el değiştirdi
ve sonunda İtalya cumhuriyetinin bir parçası oldu.
Neyse geziye dönüp yaptıklarımızı anlatmaya devam edelim. Tekneden
indik. Hava her ne kadar soğuk, her ne kadar karanlıkta olsa bu şehrin bir
havası var. Sahil boyunca San Marco ‘ya değin sıralanan renkli ve iki üç katlı
binalar güzel bir görünüm sağlamakta.
San Marco ‘ya doğru giderken
üç köprü geçilmekte.
Bunlardan birinden uzanan kanala bakıldığında yamuk bir kule
daha görülmekte. İtalya'da yamuk tek kule Pisa ‘daki değil.
İlk önemli mekan il ponte dei sostiri yani ahlar
vahlar köprüsü. Hapishane ile Dükler sarayını birbirine bağlayan bir köprü.
Mahkumlar hapishane geçerken bu köprü üzerinden geçerken çıkardıkları
inildemeler nedeniyle bu isim verilmiş. Bir rivayette idama mahkum suçluların
son bir kez buradan Venedik ‘e baktırıldığına dair. Kim bilir kaç Türk buradan
geçip gitti. Ne kadar akıllıca bir iş bu
bilemiyorum. Hapishanenin direkt saraya bağlı oluşu biraz riskli gibi
görünüyor. Hapishane binasının pencerelerinde kol kalınlığında demirler var.
Kaçabilen tek kişi olmuş oda Casanova. O da hapishane müdürünün karısını
ayartarak başarmış denmekte. Günümüzde köprünün arkasına devasa bir reklam
panosu konularak restorasyon çalışmaları perdelenmeye çalışılmakta. Bu
görüntünün de ne kadar itici olduğunu söylemeye gerek yok.
Burada bir iki hatıra fotoğrafı çektirip yolumuza devam
ediyoruz. Sağımda Dükler Sarayı. Hayrettir, yıkıntısına aşık olduğum Bukaleon Sarayı'nın taklidi bu yapı zerrece etkilemedi beni. Üç katlı, güzel bir yapı. İlk iki katta revaklar var . Hatta ikinci
katta revaklar balkonda da görülüyor ki bu gerçekten seyretmeye değer. En üst
katta ise duvar renkli taşlarla bezenmiş. Ama belki de bu Venediklilere olan ön
yargım nedeniyle ısınamadım.
San Marco meydancığını geçtikten sonra San Marco meydanındayız artık.
Avrupa'nın en zengin, en kaypak, en
fırdöndü, en haşere insanlarının dolaştığı meydan günümüzde turistler ve
güvercinlerin hakimiyeti altında. Biz gezerken etrafta tahtalar ve kasalar
duruyordu. Demek ki aqua alta vurmuş
bir kaç gün önce. Venedik ile ilgili araştırma yaparsanız aqua alta terimi ile de karşılaşırsınız. Yılda bir iki kez genelde
kış aylarında sular 40 – 50 cm yükselir ve meydanları basar. Klasik görüntü hep
san marko meydanında çulluk çizmeleri ile dolaşan esnaf ve tahta köprülerin
üzerinden ip cambazı edasıyla geçmeye çalışan turistler.
Sarayın meydana bakan yüzü dört kat. Burada üstünde san marko aslanı
olan bir balkon var. Doçlar buradan çıkıp Venediklilere konuşma yapıp senato
kararlarını bildiriyorlardı. Sonuçta Venedik bir cumhuriyet. Senato doçu
seçmekte. Her seçim olayında olduğu gibi şaibelerde söz konusu. Çok az ileri de sarayın ana girişi olan porta della carta görülür. Buradan
içeriye dikkatlice baktığınızda kemerli koridorun sonunda beyaz bir merdiven
göreceksiniz. Buraya da devlerin merdiveni denilmekte ve Venedik ‘in haşmetinin buradan gösterildiği söylenmekte. Etkilenmedim. Sarayın yanında San Marko
Kilisesi. Meydana bakan yüzleri mermer yada mermerimsi görünüm veren madde ile
kaplanmış ki buna artık İtalyan mermeri adını verdim. Fakat kilisenin büyük
kubbesi yandan bakıldığında Bizantik bir mimari ile yükselmekte olduğu
görülüyor. İstanbul'da günümüzde Fatih Camii ‘nin olduğu yerdeki Havariyyun
Kilisesinin kopyası burası.
Meydanın deniz tarafı girişinde birinde üzerinde Venedik ‘i
kuran aziz Theodoro ‘nun diğerinde ise
yine san marco aslanının durduğu iki sütun var. Kimi gezi notlarında
imparatoriçe Teodora da diyenler çıkmış. Latin dillerinde ismin sonu a ile
biterse dişi, o ile biterse erkek varlık simgelenmektedir. Bu kısa Latince
eğitiminden sonra aziz Theodoro ‘nun aslen Amasyalı olduğunu da ekleyelim. Sütunlar gene 1204 işgali sonucunda İstanbul
yağmalanırken getirtilmiş.
Ana sarayın karşısında saraya ait idari birimlerin yanında
meşhur kule görünüyor. Kahverengi- kırmızımsı kule mermer yada İtalyan mermeri
balkona kadar uzanıyor. Sonra aynı renk bir kat daha çıkıp yeşil, dik bir kubbe
ile sonlanıyor. Gri bir gökyüzünde bile gayet güzel duran bir yapı burası.
Yakınlarında üstlerinde altın olduğu iddia edilen kırmızı renkte, üç gemi
direği daha sıralanmakta. Kilise ve kuleyi daha sonra etraflıca anlatacağım.
Buradan hemen gondol turuna yönlendik. Gondol pek de elzem
bir şey değil bence. Gondol turları yaklaşık 20 – 25 dakika sürmekte ve 120 euro
‘ya mal olmakta. Fakat içleri altı kişi alabildiğinden birim maliyette
düşürülebilmekte. Venedik ‘in içerisinde turlarken gondolcuların adam başı 15
euro ‘ya iki kişiyi taşıyabilecek şekilde pazarlıklar yaptıklarını da gördük.
Neyse gondol turumuza dönelim. Eşimin ve ekibimizin de bastırmasıyla gönülsüzce
de olsa gondola atladım.
Gondollar uzun, siyah, düz zeminli araçlar. Eskiden renkli yapılırken
veba salgınında çokça ölü taşıdıklarından yas amaçlı olarak siyaha boyanmış ve
bir daha da rengi değiştirilmemiştir. Çokta derin olmayan kanallardan ara
sokaklara girdik. Suların rengi oldukça iç kaldırıcı. Burada iki söylem karşı
karşıya gelmektedir. Bir kesim kanallarda kanalizasyon aktığından bahseder.
Mantıklıdır. Bu köhnemiş, rutubetli binalarda yaşayan az sayıdaki insanın
atıkları paketlenmediğine göre kanalların kirlenmesi gayet doğal. Yazın aradaki
kanalların koktuğu da bilinmekte. Diğer bir kesim ise akıntının kanalları
temizlediğini , Venedik lagününün halen gelişkin bir balıkçılık ve doğal yaşam
merkezi olduğun adem vurur. Gerçek hangisidir bilinmez ama öyle serinlemek için
dahi olsa ellerin sokulabileceği bir rengi yok.
Sokaklar daha doğrusu kanalları çevreleyen binalar
soğuk, rutubet ve kanallardan epeyce etkilenmekte. İyice aralara girildiğinde
binaların bakımsızlığı daha belirginleşmekte. Üzerlerinden insanların geçtiği
çok sayıda köprünün altından geçiyorsunuz. Kimi keskin dönemeçlerde konkav
aynalar konulmuş. Gondolcuların daracık
kanallarda birbirlerinin yanından geçişleri oldukça mahir olduklarını
göstermekte. Ama öyle serenatlar yaptıkları kısmı palavra. Venedik ‘in en
suratsız gondolcusuna denk gelmemizde büyük şanssızlıktı. "Seranada, supreme
capitano del la Andrea Doria" diye iltifatlar etmeme rağmen adam istifini bile
bozmadı. Ha’di Venedikli gondolcuya Cenevizli kaptanın adını vermek hataydı ama
insan bir tepki verir, değil mi? Hiç zorlamadım adamı. Venedik kanalları bir
müddet mehter marşı ile çınladı.
İndikten sonra San Marco meydancığını geçip tekrar San Marco
meydanındayız. Meydana adını veren azize
atfen yapılan San Marco bazilikasını anlatalım.
Bazilikanın girişinin üstünde ve üst kattaki balkonun
duvarlarındaki resimler izlenmeye ve yorumlanmaya değer. Karşısında
durduğunuzda en soldaki fresk Aya Sofya'nın betimlendiğini anlattılar. Ortadaki ana giriş kapısının
üzerindeki resimde İsa ‘nın huzurundaki
bir an resmedilmiş. Üstünde ise yine İstanbul'dan çalınan dört atın
imitasyonları yer alır. O balkonlarda parası mukabilinde
gezilebilmektedir. Girişin sağında ise
iki resimde Aziz Marco ‘nun kemiklerinin Mısırdan kaçırılması anlatılır. Marco
‘nun kemikleri domuz eti taşınan fıçılara konur. Müslümanlar (Osmanlılar
denilse de yanlıştır, Memluk yada büyük oranda Arap olabilir) mundar olduğu
için fıçıları aramazlar ve Venedikliler kemikleri Venedik ‘e kaçırırlar.
Kilisenin en üst noktasında bir İsa heykeli yer almakta.
Onun biraz altında ise altından bir San Marco aslanı yer alır. Diğer İtalyan
kiliselerinde olduğu gibi tüm kenarlar çeşitli aziz heykelcikleri ile kaplı.
İki çok önemli fark var. Biri ana kubbenin Bizantik olması, diğeri ise üç giriş
kapısının aralarında hemen hemen hepsi İstanbul'dan aşırılan sütunların
yerleştirilmiş olması.
İçine gelelim. Narteksi ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz. Tavanlar ve
kubbe altın gibi sarı bir boya ile kaplı. Kenarlarında bir yerde Bizans tarzı
bir pantokrator İsa görüntüsü yer almakta. Her kubbe ve yarım kubbe İncilden ve
hristiyan dünyasından hikayeleri içermekte. İçerisinde kutsal hazineler bölümü ve üst kata
çıkış imkanı varsada paralı.
Buradan çıkıp tam karşıda yer alan çan kulesi campanile ’ye
tırmandık. Bizim dilimize de yerleşmiş kampana sözcüğü buralardan türemiş olsa
gerek. Venedik'teki kule İtalyanın en yüksek üçüncü kulesi ve şükürler olsun ki
çıkış asansörlü. Paraya kıyıp mutlaka çıkılması gerekli. Başta San Marco
meydanı olmak üzere tüm Venedik ‘i tepeden görebiliyorsunuz. Her ne kadar ana
Venedik ‘i oluşturan altı ada küçükse de gördüğünüz pek çok yere bir gün içinde
gitmeniz mümkün değil. Bunun en önemli nedeni sokakların labirenti andırması ve
sık sık kanallarla kesilmesi. Akşam teknelere dönüşte bunu bizde yaşadık. GPS yada
GPS özelliği olan telefonlar Venedik için elzem adeta. Yanından geçerken
dikkatimizi çekmeyen yada pek çok tur rehberinde adı anılmayan çok sayıda yapı
, yakın civardaki adalar ancak bu şekilde gözlemlenebilmekte.
Bununla beraber en azından meydanda gördüklerimizi anlatayım elimden
geldiğince. San Marco kilisesi ve doçlar sarayı gayet net görülmekte. Correr Müzesi ise meydanın uzak kenarında uzanmakta. Piazzetta tarafında Venedik
arşivlerinin olduğu kütüphane ve yanında bir zamanlar şehrin darphanesi olan
Zetta yer almakta. Buradan torre dell’orologio denilen yapı daha da net
görülebilmekte. Saatin kadranının üzerinde ayın evreleri zodyak sembollerle
beraber yerleştirilmiş. Burada bir şehir efsanesi haline dönen mekanizmayı yapan ustaların aynısını bir
daha yapamaması için kör edilmesi ritüeli ile karşılaşıyoruz. İki kat yukarıda mavi zemin üzerinde yine San
Marco aslanı. Binanın üzerinde ise iki zenci (yada Mağripli) her saat başı bir
çanı vurmakta.
Buradan indikten sonra vaporettoya binerek büyük kanalı
kat etmeye karar verdik. İtalyanlar diğer Avrupalılardan daha kıvrak zekalı.
Vaporetto inanılmaz pahalı bir araç. Adam başı 6,5 euro ödeyerek tek yön
yolculuk ediyorsunuz. Kural aynı. Aldığınız bileti içerideki makinalarda
onaylatmanız gerekmekte. Kaçak yolcular ve bileti onaysızlar yakalandıklarında
40 küsur euro ceza ödemek zorunda kalıyorlar.
Neyse iki kişi 13 euro bilet bedelini ödemek için 50 euro uzattım
gişeye. Madem dünyanın parasını ödüyorum öyleyse paramı bozdurayım dedim. Başka
bir ülkede olsaydı gişedeki kadın parayı şıkır şıkır öderdi. Halbuki gişedeki
kadın bende 3 euro istemez mi? Apıştım kaldım, Avrupa'da ilk kez böyle bir
durumla karşılaşmıştım.
Neyse vaporettoya atladık. Maksadımız büyük kanalın sonuna
dek gidip oradan geriye dönmek. Sakin suda her biri kendine has bir tarihe
sahip, zamanla renkleri solmuş, temelleri aşınmış pek çok zarif binanın
yanından geçip gidiyorsunuz yolculuğunuz boyunca. Özellikle ca’d’oro yani alın
ev denilen bina gerçekten de söylendiği kadar güzel.
Hangi hat olduğuna bakmaksızın sadece büyük kanaldan geçiyor mu diye
sorup atladığımız vaporetto meğer ring sefer yapan bir hattın gemisi imiş.
Vaporetto büyük kanaldan çıktı, öncelikle Venedik ile Mestre arasındaki köprüye
geldi. Burada da durmadı ve neresi
olduğunu anlayamadığım küçük adalar üzerindeki büyük binaların olduğu yöreye
dek geldi. Dorsoduro ‘nun oralardan döndü, burada güzel bir kilise gördük.
Nihayet kısa bir süre sonra Santa Maria della Salute ve hemen ucundaki gümrük
binasını gördük de rahatladık. Başlangıçta biletleri konfirme ettirmedik diye
korkarken sonra acaba Lido ‘ya mı gideceğiz nasıl döneceğiz diye paniklemiştik.
J
Salute kilisesi yukarılarda bir yerlerde de belirttiğim gibi
veba salgınının sona ermesini anmak için inşa edilmiş. Hala Venedikliler her
Kasım ayında ellerinde mumlarla kiliseye gelerek ayin yaparak şükranlarını
sunarlar. Kilisenin inşaatı diğer tüm
İtalyan yapıları gibi epeyce zaman almış. 1630 ‘da başlayan inşaat 1687 ‘de bitirilebilmiş.
Sabah karaya bırakıldığımız noktaya tekrar döndük ve bu kez
sokaklara kendimizi bırakarak Rialto Köprüsü'ne doğru yola koyulduk. Dar
sokaklarda ilerlerken güzelce bir kiliseye denk geldik, girdik. İçeride
fotoğraf çekmek yasak, çektim. Görevli kadın uyarınca bilmiyor ayaklarına yattım.
Venedik'teki kiliselerde şöyle bir uygulama var. Kilisede bulunan bir makinaya 1
euro attığınızda kilise aydınlatmaları devreye giriyor ve detayları, resim ve
freskleri görebiliyorsunuz. Girdiğimiz kilise de kubbesiz ama tavanı tamamen
resimle bezenmiş, küçük ama tam Venedik tarzı , şaşaa ve debdebenin eksik
olmadığı tarzda bir yapıydı.
San Marco meydanı ile Rialto arası en hareketli bölge olduğu için
hediyelik eşya vb satan dükkanlar burada oldukça çok. Ama özellikle cam eşyalar
el yakıyor. Küçücük cam eşyaların
fiyatları oldukça yüksek, bunun nedeni olarakta murano camı olması
gösterilmekte. Mesela en basitinden çeşm-i bülbül benzeri bir vazo 50 euro.
Satıcılarında pekte cana yakın olduğunu söylemek güç. Başta beni de iplemediler.
İstanbul'dan geldiğimizi ,bizde bunların çeşm-i bülbül olduğunu söyleyince
adam da dayanamadı camcılık üzerine biraz atıştık.
Elbette ki Venedik denilince akıllara karnavalı dolayısıyla
da karnaval maskeleri gelmekte. Maskelerde tipleri ve yapıldıkları malzemeleri
itibariyle değişik fiyatlarda olabiliyorlar. Yapılan malzemeye göre en
kalitelisi porselen olanlar. Sonrasında deri ve sıkıştırılmış kağıt olanlar
gelmekte. Plastikler en değersizleri. Tiplerine göre olanlar ise sadece gözü
kapayanlar, komple yüzü kapayanlar ve ağzı açıkta bırakıp yüzü kapayanlar
şeklinde sıralanıyor. Sonuncusu en pahalısı. Buradaki mağazalarda çok güzel
modeller var ama fiyatları da yüksek. Rialto'yu geçtikten sonra göreceğiniz
tezgahlardan alışveriş yapmak daha hesaplı. Bizde sıkıştırılmış kağıttan bir
maske aldık.
Giyim ise oldukça pahalı. Bir kaç mağazaya girdik ama
girmemizle çıkmamız bir oldu. Aksesuarlarda pek farklı değil. İtalyan çantalar
çok pahalı. Ucuz olanlarsa Çin malı imitasyonlar. İtalyan diye satmaya
çalışıyorlar, yakalandıklarında ise bu fiyata İtalyan malı olmaz ki deyip üste
çıkmaya çalışıyorlar. Aman dikkat.
Rialto Köprüsü'nü de anlatalım yeri gelmişken. Adanın ekonomik merkezi
ile sebze ve balık çarşılarını birbirine bağlayan bu köprünün yerinde önceleri
ahşap köprüler yapılmış. Ahşabın çürümesi, yanması veya sabotaja uğraması
sonucunda defalarca yıkılması sonucunda 1588 ‘de bu yeni taş köprü Antonio da
Ponte tarafından inşa edildi. 1854
yılında Academia Köprüsü yapılana dek kanalı geçmeye yarayan tek köprü buydu.
Bunda da dükkanlar var. Ama ponte vecchio gibi büyük değil. İlginçtir anglosakson gelenekte aile soyadları
ailenin iştigal ettiği iş ile bağlantılı olmakta ama İtalyanlarda bunun
olduğunu ilk kez bu örnekte gördüm.
Balık pazarı (pescheria) ben oraya ulaştığımda çoktan kapanmıştı.
Sadece yengeç satan bir iki tezgah kalmıştı. Üstü kapalı bir mekan. Kanala
bakan sütunların başlıkları mekanla uyuşmayacak dek zarif. Buraya yakın olan
ana caddede dikkat ederseniz bir duvar saati var. İlginçliği saatin yirmi dört
saat olarak çalışması ve aslında yıllardır çalışmaması J Elbette bu kilisenin
girişindeki sütunlarda İstanbul'dan.
Buradan sokakların arasında yolu bula kaybede aradığımız
Frari kilisesine ulaştık. Kızlar yorulduğu için meydandaki bankların birine
otururken ben Özcan ile beraber kiliseye girmeye çalıştım. Kapalıydı. Kilisenin
çok yüksek bir çan kulesi (83 m.) ve kimi duvarlarında zarif heykel ve
rölyefler görülebilir. Venedik'te bu kiliseye ulaşabilmek için epeyce zaman
kaybettik ve kime sorduysak doğru düzgün burayı bilen birine rastlamadık.
Artık Lido de Jesolo ‘ya dönmek için iskeleye gitmemiz
gerekli ama kaybolduk. Hayır gerçekten kaybolduk. Şuursuzca elimizdeki harita
ile yolumuzu bulmaya çalıştık. Daracık sokaklardan geçtik ama kimi zaman
kanallar kesti yolumuzu kimi zaman duvarlar. İlkin kırık bir İtalyan arkadaş
Akademia Köprüsü'ne dek bize eşlik etti.
Köprüde yolumuzu bulduğumuza inandığımız için kanalın epeyce fotoğrafını
çektik.
Buradan kestirme bir yol bulalım derken gene kaybolduk. Bu
kez de Fransız bir hatun bizi San Marco meydanına yakın bir yerlere dek eşlik
etti. O olmasa hala Venedik sokaklarında dört kişi geziyor olurduk o ayrı.
Acayip acayip sokaklarda o kısacık etekle kızın dolaşabiliyor olması şehrin
epeyce güvenli olduğunu göstermekte. Birde Venedik'te bir yerden bir başka yere
nasıl gidileceğini bilen bir İtalya'nın olmaması da bir muamma.
Koşa koşa iyice tenhalaşan San Marco meydanından geçtik. Romantik bir
ortam, tatlı renkler.
Venedik gezilmesi gereken bir kent. Ama daha hazırlıklı
olunmalı. Özetleyelim.
- Mestre ‘de kalınmalı. Jesolo güzel bir yer ama
uzak. Ayrıca akşam dönerken epeyce sallandık teknede. Daha kötü havalarda deniz
tutan bünyelere zararlı olacaktır bu yolculuk.
-
Venedik'te her şey epeyce pahalı. Buna tuvalette yemekte dahil. Hele
yağışlı ve soğuk bir havada geziyorsanız (bizim gibi) mesanenizin dolma
olasılığı da artacak. Bunun için yemek işini de halletmeniz gereken Mc Donald’s
lar biçilmiş kaftan. Rialto Köprüsü'ne doğru San Marco meydanına giderken bir
tane var. Girişi ana baba günü ama iç tarafları boş. Yağmurlu havada iki kere
girdik. Tuvaleti çok temiz değil ama bedava. Belediye tuvaleti 1,5 euro. Ona göre.
- Yemek meselesinden bahsetmiştik. Kafe gibi bir yerde yemek isterseniz
oturmamaya özen gösterin. Oturursanız hesabı ikiyle çarpıyorlar. Gidin
McDonald’s a. Hem bedava hem de dünyanın her yerinden kızla, erkekle sohbet
edin. Millet dünyayı dolaşıyor, görün, kıskanın.
- Demiştim, tekrarlıyorum. Campanile ‘ye çıkın. 8
euro ama değer.
- Gondolları pas geçin. Böylelikle 20 euro adam
başı kara geçiyorsunuz. Romantik diyen kimse gelsin bana açıklasın. Palavra.
- Sokaklarda kaybolun. GPS ‘iniz yoksa zaten
kaybolacaksınız. Geçtiğiniz yolları aklınızda tutun. En kötü oralardan geri
dönersiniz.
- Sahildeki sokak lambalarının uçuk pembe tonu.
0 Yorumlar
Yorumlarınız