Takip Et

8/recent/ticker-posts

Konya -Antalya Gezisi : Olimpos ve Çıralı (Yanartaş)

Sabah kahvaltıyı yapıp Yusuf'la da vedalaşıyor ve yola düzülüyoruz.  Yusuf ve pansiyonu her zaman Kaş'taki ilk tercihimiz olacak gibi görünüyor.

Merkezden terminale olan o kısacık yokuş yağmurunda etkisiyle iyice artan nem nedeniyle iyice çekilmez oluyor. Yine de 11:30 aracında yer buluyoruz. (15 TL)

Aracın ön sıralarında kokana teyzeler var. Bizimkilerin arkasında inanılmaz rahat, yeni kuşak genç kızlar en arkada ise küçük kadınların yanında en azından o anlık nereli olduğunu kestiremediğim inanılmaz rahat ve bir o kadar antipatik bir kız daha yer almakta.

Yolu tersten kat ediyoruz. Bir bakıma dönüşe geçtik. Ama yolun be denli virajlı ve rahatsız edici olduğunu fark etmemişim. Yol git git bitmiyor. Arada dağların yamaçlarında tek tük kaya mezarları, kimi yerlerde sahipsiz duran Likya tarzı lahitler ve kimi kentlere uğranan kahverengi levhalar. Mesela Arikanda oldukça büyük bir kentmiş. Öncekinde bir aşağı yoldan geldiğimizden olsa gerek farkına varamamışım.

Sonunda Olimpos kavşağında iniyoruz. Sevimsiz kız Arjantinli imiş. Hayatım boyunca duyduğum en iğrenç İngilizce aksanı bu olsa gerek. Hele İranlı kızların İngilizceleri ve aksanlarından sonra…

Kavşak ve pansiyonların arasında her yarım saatte bir minibüsler sefer yapıyor ve 4 TL de adam başına alıyor. Benim tercihim Bayram’s oldu. Gerek yabancıların verdiği puanlar ve yaptıkları olumlu eleştiriler gerekse denize olan yakınlığı ile bu seçimi yaptım.

Pansiyonda indik. Ağaç evimize girdik. Girdik ve anında ter içinde kaldık. Sonuçta ağaç ev denilen şey tahtadan büyücek bir kutu. Bir müddet kapısı ve penceresi açılmayınca içinde var olan klimada çalıştırılmadığında küçük çaplı bir fırın haline bürünebiliyor. İşletmeciler burada akıllı kart sistemine geçmişler. Ama Nasrettin Hoca'nın Türbesi gibi kapı klasik anahtar ile açılıyor. Emektar çakımla küçük bir operasyon düzenledim. Akıllı kart yuvasında anahtar ise cebimde. Klimayı açık bırakarak çıktık.

Önce bir şeyler atıştırdık. Sonra geceki Yanartaş turu için (25 TL) rezervasyon yaptırdık. Bunların ücretleri çıkışta toplu olarak tahsil ediliyor.

Olimpos sahiline ulaşmak için antik kenti geçmek zorundasınız. (5 TL) Müzekart gene kurtarıcı olarak yetişiyor imdada.


Antik kent MÖ 2. yy da kurulmuş. Tıpkı Patara gibi Likya birliğinin üç oy hakkı olan şehirlerindendi.  Akdere'nin ağzının kumlarla kapanması, otoritenin olmadığı dönemlerde korsan yağmaları yada bizzat korsanların şehri bir üs olarak kullanması terk edilmesine ve unutulmasına neden olmuş.

Gerçekten de yerleşim alanı büyük. Sağlı sollu taş duvarlı yollar kurumuş çayı (Akdere) dikine keserek içerilere uzanıyor. Bu yollar uyarı levhaları ile kapatıldığından gidip ilerlemek mümkün değil. Phaselis ‘in çok büyük ölçekli bir versiyonu gibi. İlerledikçe yukarılardan gelen sular çaya doğru akmaya başladı. Buz gibi. Artık çay varlığını sürdürüyor ve oldukça da derin gördüğüm kadarıyla. İçerisinde ördekler, kazlar ne ararsanız var.

Çayın ortasında tarihi köprüden kalan yıkıntılar. Etraf dikkatli gözlerin görebileceği pek çok unsura sahip. Oldukça büyük bir yerleşimmiş dediğim gibi ama insanlar bunun pek farkında değil.Özellikle karşı kıyıda antik mezarlık alanı mevcut.

Sahile varıyoruz. Sahile gelmeden, sol taraftaki tiyatro ve lahitlere bir göz atın derim. Özellikle üzerinde gemi motifi kazınmış lahit oldukça hoşuma gitti. Eudemos isimli bir korsana aitmiş bu lahit. Üzerindeki şiirin Türkçesi çok hoşuma gitti.

“Son limana girdi demirledi çıkmamak üzere,
Çünkü ne rüzgardan ne de gün ışığından medet var artık.
Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra Kaptan Eudemos,
Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi, kırılmış bir dalga gibi”

Olimposun uzunca bir sahili var. Ne yazık ki kum değil bu sahil. Denizin içi de çakıl. Oldukça da hızlı bir şekilde derinleşiyor. Ama suyun sıcak olması önemli bir artı.

Baba oğul suya daldık. Eşim fazla takılmadı bizimle. Oğlanla epeyce yüzdük, tipleri gözlemledik, dalgamızı geçtik. Türlü insan var.

Akşama doğru döndük. Sekizde yemek var. Bir şeyler atıştırdık. Yanartaş turu ise 9’ da. Yemekten sonra bizi tura götürecek servisi beklerken esmer bir kız yanımıza gelip İngilizce, Mete ile oynamak için istedi. Elbette ki izin verdim ama nedenini sordum. Yanındaki ufak kız Mete'yi üzgün görmüş oynamak istemiş. İçimden “vay be” dedim. “Adamın üzgün hali bile kızları ayağına getiriyor hem de bu yaşta.”

Çocuklar arasında benim tercümanlığım sayesinde iletişim başlıyorsa da zamanla gerek kalmıyor. Çocuklar arası dostluğun kelimelere ihtiyaç duymayan kendine has bir dili var. Ama ne yazık ki pek oynayamadan bizim servis geliyor ve Yanartaş seferi başlıyor.

Efsaneye göre Chimaera adında yüzü aslan (kimi kaynak ise ejderha demekte), sırtından çıkan diğer kafası keçi, kuyruğu ise yılan olan ve  şeytanı güçlerden türeme bir yaratık söz konusu bölgede hüküm sürer, zulüm yapar.  Yol keser, ateş kusarak insanları öldürür. O sıralarda Pegasus ‘unun üzerinde göklerde gezen Bellerophentes verilen görevle onu öldürmeye gelir. Bellerophentes benim gözümde modern tetikçi ve ne oldum delisi kavramlarının mitolojik karşılığıdır. Av sırasında kazayla kardeşini öldürüp komşu krallığa sığınır. Kraliçe kendisine aşık olur ama beriki yüz vermeyince krala durumu elbette ki saptırarak anlatır. Kral adamlarından birine Bellerophentes ‘i öldürme emrini verir. Emri alan adam elini kirletmek yerine imkansız bir görev verir Bellerophentes ‘i Chimaera ‘yı öldürmeye gönderir.

Bellerophentes önce Pegasus ‘u yakalayarak üzerine biner. Chimaera ‘yı dağın tepesinde görür. Onu yanındaki oklar ve mızraklarla yaralar ama öldüremez. Yaratık saldırır ama Pegasus çeşitli manevralarla yanmaktan kurtulur. Bellerophentes düşmanına yaklaşır ve bütün gücüyle son mızrağını Chimaera ‘ya doğru savurur. Hedefini bulan mızrak o kadar şiddetli savrulmuştur ki Chimaera ‘yı dağın yedi kat dibine sokar. Günümüzde ateşten dilinin ucu kimseye zarar vermeksizin yerden çıkar.

Bellerophentes ise verilen başka görevleri de başarır ve Pegasus ‘u tanrıların dağı Olimpos ‘a sürer. Tanrılar bundan hoşlanmaz ve Bellerophentes ‘i alt etmek için sadece küçük bir at sineği gönderirler. Sinekten ürken Pegasus, Bellerophentes ‘i üzerinden atar. Kimi derki kayalara çarpan Bellerophentes delirir kimisi ise tüm kemikleri kırıldığı için hareket edemeden ölümü bekler. (detaylı bilgiler için http://gezgininrotasi.blogspot.com/2010/07/yuzyillardir-sonmeyen-ates-yanartas_20.html)

İlginçtir, salt bu hikaye bile pek çok söylenti ile bağlantılı. Ejderha öldüren aziz George ile Bellerophentes arasındaki benzerlik; kibirli Nemrut ‘a sivrisinek kendini beğenmiş Bellerophentes ‘e ise at sineği. Efsaneler birbirine ne de yakın.

Biz de bu rivayetin peşinde gecenin karanlığında geldik buralara. Rehber yok. Bunun yerine şoför iki kişiye bir tane düşecek şekilde fener dağıtıyor. Olimpos'tan Çıralı'ya  kadar olan yol virajları ile bir türlü bitmek bilmedi.

Yanartaş için giriş ücreti 4 TL. Müze kartın hükmü burada geçmiyor. Oldukça kötü, kayalık bir yolda, sadece elimizdeki fenerlerin ışığında tırmanıyoruz. Asfalt dökülmüş olsa, basit bir aydınlatma sistemi hani şu bel hizasından yeri aydınlatan türden, ne güzel olurdu. Hadi onu da geçtim; yol asfalt olsa eldeki fenerler de yeter rahatça yol almaya. Ama bu şartlarda her gece bir iki kırık çıkık olayı olmuyor ise Yanartaş'ın kutsal bir yer olmasından dolayıdır derim ben.

Yarı yolda eşim pes etti. Halbuki ta geçen seneden beri buranın hayalini kuruyor, tepedeki ateşte sucuk kızartmaktan bahsediyordu. Yukarıdan dönen başka bir Türk aileye emanet ettik onu. Az önce inen İngilizler bu aşamadan sonra yolun daha da kötüleştiğini ve en az on dakika daha yürümemiz gerektiğini söylemişlerdi. Moral bozmamak için çevirmemiştim.

Biz, yani ben ve sekiz yaşımdaki oğlum, elimizde sadece bir fener ile bir başına karanlık orman yolunda ilerlemeye başladık. Bizim grup çoktan gitti. O denli karanlık ki büyük ayı, küçük ayı, Demirkazık, hepsi sanki bir planetaryumun içindeymişcesine, sanki uzanıp dokunabilecekmiş gibi yakın duruyorlar kafamızın üstünde. Demirkazığın adının nereden geldiğini anlatıyorum. Bazan dönmeyi düşünüp oğlumun ağzını yokluyorum ama o ısrarla “tepeye çıkalım, Türklüğe şan katalım” deyip duruyor. Gurur duyuyorum, eminim bana kızgın güneş altında bile antik kentleri gezme zevkini aşılayan ve “madem bilgisayarcısın git, bunların envanterini çıkart, yayınla” diyen babam da görebilmiş olsaydı bizi mutlu olurdu.

Şıpır şıpır terliyorum. Ama uğraşın sonunda yanan ateşlere varıyoruz. Dokuz, on tane ateş ki bunlardan bir iki tanesi ancak bir metre kadar bir yüksekliğe sahip , diğerleri ise ancak bir karış var yok. Kızartılan sucukların kokusu havayı kaplamış, içilen şarapların kokusu ise zorlukla fark ediliyor. Fotoğraf makinalarının patlayan flaşları tepeyi aydınlattığında ateş öbeklerinin çevresinin ana baba günü olduğu daha net görülüyor. Biraz daha yukarıdaki ateşler daha tenha olduğundan burada metan kokusu hissedilir bir hale geliyor. Hatta ben makinamı yere koyup 2,5 saniyeye ayarlarken bu kokuyu tam anlamıyla teneffüs etmiş oluyorum.

Leş gibi bir rutubet var. Her tarafım ıslanmış terden. Oğlumda su içinde. İnişe geçiyoruz gayet temkinli bir şekilde. Önümüzdeki Çinli kız o denil yavaş ki anlatamam. Erkek arkadaşı elinde fener bile olmaksızın kızı geride bırakıp bir on metre önden ilerliyor. Biz kızı himayemize alıyoruz. Kız iki adımda bir teşekkür ediyor bize.

İniş sırasında bir iki kez baba, oğul düşme tehlikesi geçirdik. Bir keresinde de çıkarken de huzursuz olduğum yerde yolu karanlıktan kaybettik ama neyseki oğlum akıllı çıktı da doğru yolu bize gösterdi.

Sonunda kazasız belasız İki Çinli ve biz iki Türk bir şekilde inmeyi başardık.

Halen iddia ediyorum. Yolu asfaltlamak çok mu zor. Buraya bir daha gelmem, hiç bir güç gecenin karanlığında beni buraya bir daha çıkarttıramaz. Gündüz de görülebilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Ama yol düzgün olsa buraya her geldiğimde tepeye çıkarım. Ama bizim insanımız turisti yakaladığı o an peşin olarak sağmayı tercih ediyor her sene taksit taksit yapmak yerine.

Yorum Gönder

0 Yorumlar