Sabah kahvaltıyı yapıp Yusuf'la da vedalaşıyor ve yola
düzülüyoruz. Yusuf ve pansiyonu her
zaman Kaş'taki ilk tercihimiz olacak gibi görünüyor.
Merkezden terminale olan o kısacık yokuş yağmurunda etkisiyle iyice artan nem nedeniyle iyice çekilmez oluyor. Yine de 11:30 aracında yer buluyoruz. (15 TL)
Yolu tersten kat
ediyoruz. Bir bakıma dönüşe geçtik. Ama yolun be denli virajlı ve rahatsız
edici olduğunu fark etmemişim. Yol git git bitmiyor. Arada dağların
yamaçlarında tek tük kaya mezarları, kimi yerlerde sahipsiz duran Likya tarzı
lahitler ve kimi kentlere uğranan kahverengi levhalar. Mesela Arikanda oldukça
büyük bir kentmiş. Öncekinde bir aşağı yoldan geldiğimizden olsa gerek farkına
varamamışım.
Sonunda Olimpos kavşağında iniyoruz. Sevimsiz kız Arjantinli
imiş. Hayatım boyunca duyduğum en iğrenç İngilizce aksanı bu olsa gerek. Hele
İranlı kızların İngilizceleri ve aksanlarından sonra…
Pansiyonda indik. Ağaç
evimize girdik. Girdik ve anında ter içinde kaldık. Sonuçta ağaç ev denilen şey
tahtadan büyücek bir kutu. Bir müddet kapısı ve penceresi açılmayınca içinde
var olan klimada çalıştırılmadığında küçük çaplı bir fırın haline
bürünebiliyor. İşletmeciler burada akıllı kart sistemine geçmişler. Ama
Nasrettin Hoca'nın Türbesi gibi kapı klasik anahtar ile açılıyor. Emektar
çakımla küçük bir operasyon düzenledim. Akıllı kart yuvasında anahtar ise
cebimde. Klimayı açık bırakarak çıktık.
Önce bir şeyler atıştırdık. Sonra geceki Yanartaş turu için
(25 TL) rezervasyon yaptırdık. Bunların ücretleri çıkışta toplu olarak tahsil
ediliyor.
Olimpos sahiline ulaşmak için antik kenti geçmek
zorundasınız. (5 TL) Müzekart gene kurtarıcı olarak yetişiyor imdada.
Antik kent MÖ 2. yy da kurulmuş. Tıpkı Patara gibi Likya birliğinin üç oy hakkı olan şehirlerindendi. Akdere'nin ağzının kumlarla kapanması, otoritenin olmadığı dönemlerde korsan yağmaları yada bizzat korsanların şehri bir üs olarak kullanması terk edilmesine ve unutulmasına neden olmuş.
Gerçekten de yerleşim alanı büyük. Sağlı sollu taş duvarlı
yollar kurumuş çayı (Akdere) dikine keserek içerilere uzanıyor. Bu yollar uyarı
levhaları ile kapatıldığından gidip ilerlemek mümkün değil. Phaselis ‘in çok
büyük ölçekli bir versiyonu gibi. İlerledikçe yukarılardan gelen sular çaya
doğru akmaya başladı. Buz gibi. Artık çay varlığını sürdürüyor ve oldukça da
derin gördüğüm kadarıyla. İçerisinde ördekler, kazlar ne ararsanız var.
Sahile varıyoruz.
Sahile gelmeden, sol taraftaki tiyatro ve lahitlere bir göz atın derim.
Özellikle üzerinde gemi motifi kazınmış lahit oldukça hoşuma gitti. Eudemos
isimli bir korsana aitmiş bu lahit. Üzerindeki şiirin Türkçesi çok hoşuma
gitti.
“Son limana girdi demirledi çıkmamak üzere,
Çünkü ne rüzgardan ne de gün ışığından medet var artık.
Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra Kaptan Eudemos,
Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi, kırılmış bir dalga gibi”
Olimposun uzunca bir sahili var. Ne yazık ki kum değil bu
sahil. Denizin içi de çakıl. Oldukça da hızlı bir şekilde derinleşiyor. Ama
suyun sıcak olması önemli bir artı.
Baba oğul suya daldık. Eşim fazla takılmadı bizimle. Oğlanla epeyce yüzdük, tipleri gözlemledik, dalgamızı geçtik. Türlü insan var.
Akşama doğru döndük. Sekizde yemek var. Bir şeyler atıştırdık. Yanartaş turu ise 9’ da. Yemekten sonra bizi tura götürecek servisi beklerken esmer bir kız yanımıza gelip İngilizce, Mete ile oynamak için istedi. Elbette ki izin verdim ama nedenini sordum. Yanındaki ufak kız Mete'yi üzgün görmüş oynamak istemiş. İçimden “vay be” dedim. “Adamın üzgün hali bile kızları ayağına getiriyor hem de bu yaşta.”Çocuklar arasında benim tercümanlığım sayesinde iletişim
başlıyorsa da zamanla gerek kalmıyor. Çocuklar arası dostluğun kelimelere
ihtiyaç duymayan kendine has bir dili var. Ama ne yazık ki pek oynayamadan
bizim servis geliyor ve Yanartaş seferi başlıyor.
Efsaneye göre Chimaera
adında yüzü aslan (kimi kaynak ise ejderha demekte), sırtından çıkan diğer
kafası keçi, kuyruğu ise yılan olan ve
şeytanı güçlerden türeme bir yaratık söz konusu bölgede hüküm sürer,
zulüm yapar. Yol keser, ateş kusarak
insanları öldürür. O sıralarda Pegasus ‘unun üzerinde göklerde gezen
Bellerophentes verilen görevle onu öldürmeye gelir. Bellerophentes benim
gözümde modern tetikçi ve ne oldum delisi kavramlarının mitolojik karşılığıdır.
Av sırasında kazayla kardeşini öldürüp komşu krallığa sığınır. Kraliçe
kendisine aşık olur ama beriki yüz vermeyince krala durumu elbette ki
saptırarak anlatır. Kral adamlarından birine Bellerophentes ‘i öldürme emrini
verir. Emri alan adam elini kirletmek yerine imkansız bir görev verir
Bellerophentes ‘i Chimaera ‘yı öldürmeye gönderir.
Bellerophentes ise verilen başka görevleri de başarır ve
Pegasus ‘u tanrıların dağı Olimpos ‘a sürer. Tanrılar bundan hoşlanmaz ve Bellerophentes
‘i alt etmek için sadece küçük bir at sineği gönderirler. Sinekten ürken
Pegasus, Bellerophentes ‘i üzerinden atar. Kimi derki kayalara çarpan
Bellerophentes delirir kimisi ise tüm kemikleri kırıldığı için hareket edemeden
ölümü bekler. (detaylı bilgiler için http://gezgininrotasi.blogspot.com/2010/07/yuzyillardir-sonmeyen-ates-yanartas_20.html)
İlginçtir, salt bu hikaye bile pek çok söylenti ile
bağlantılı. Ejderha öldüren aziz George ile Bellerophentes arasındaki
benzerlik; kibirli Nemrut ‘a sivrisinek kendini beğenmiş Bellerophentes ‘e ise
at sineği. Efsaneler birbirine ne de yakın.
Yanartaş için giriş ücreti 4 TL. Müze kartın hükmü burada geçmiyor.
Oldukça kötü, kayalık bir yolda, sadece elimizdeki fenerlerin ışığında
tırmanıyoruz. Asfalt dökülmüş olsa, basit bir aydınlatma sistemi hani şu bel
hizasından yeri aydınlatan türden, ne güzel olurdu. Hadi onu da geçtim; yol
asfalt olsa eldeki fenerler de yeter rahatça yol almaya. Ama bu şartlarda her
gece bir iki kırık çıkık olayı olmuyor ise Yanartaş'ın kutsal bir yer olmasından
dolayıdır derim ben.
Yarı yolda eşim pes etti. Halbuki ta geçen seneden beri
buranın hayalini kuruyor, tepedeki ateşte sucuk kızartmaktan bahsediyordu.
Yukarıdan dönen başka bir Türk aileye emanet ettik onu. Az önce inen İngilizler
bu aşamadan sonra yolun daha da kötüleştiğini ve en az on dakika daha yürümemiz
gerektiğini söylemişlerdi. Moral bozmamak için çevirmemiştim.
Şıpır şıpır terliyorum. Ama uğraşın sonunda yanan ateşlere
varıyoruz. Dokuz, on tane ateş ki bunlardan bir iki tanesi ancak bir metre
kadar bir yüksekliğe sahip , diğerleri ise ancak bir karış var yok. Kızartılan
sucukların kokusu havayı kaplamış, içilen şarapların kokusu ise zorlukla fark
ediliyor. Fotoğraf makinalarının patlayan flaşları tepeyi aydınlattığında ateş
öbeklerinin çevresinin ana baba günü olduğu daha net görülüyor. Biraz daha
yukarıdaki ateşler daha tenha olduğundan burada metan kokusu hissedilir bir
hale geliyor. Hatta ben makinamı yere koyup 2,5 saniyeye ayarlarken bu kokuyu
tam anlamıyla teneffüs etmiş oluyorum.
İniş sırasında bir iki kez baba, oğul düşme tehlikesi
geçirdik. Bir keresinde de çıkarken de huzursuz olduğum yerde yolu karanlıktan
kaybettik ama neyseki oğlum akıllı çıktı da doğru yolu bize gösterdi.
Sonunda kazasız belasız İki Çinli ve biz iki Türk bir
şekilde inmeyi başardık.
Halen iddia ediyorum. Yolu asfaltlamak çok mu zor. Buraya
bir daha gelmem, hiç bir güç gecenin karanlığında beni buraya bir daha
çıkarttıramaz. Gündüz de görülebilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Ama yol
düzgün olsa buraya her geldiğimde tepeye çıkarım. Ama bizim insanımız turisti
yakaladığı o an peşin olarak sağmayı tercih ediyor her sene taksit taksit
yapmak yerine.
0 Yorumlar
Yorumlarınız