Bartın ‘a her saatin buçuğunda araç var. Biz erken kalkıp kahvaltıyı bitirip kasabanın sessizliği ve ölgünlüğü içinde turlamaya çalıştık. Otel müzeye çok yakın ama müze dokuzda açılmakta. Biz 8:30 ‘ da kapıdaydık. Müze içinde bir kafa gördüm önce. Dış kapının anahtarı kapının arkasında olduğundan çevirip içeri girdim.
Dokuza on kala gibi müzeye alındık ve bahçeyi gezmeye başladık. Dokuzdan sonra ise zaten tek katlı olan müzeyi turlamaya başladık. Dokuz buçukta dolmuşa binmiş Bartın ‘a doğru gidiyorduk.
Bartından
sadece şöyle bir geçmiştik.Ama güzel konakları olduğunu farketmiştim. Ama çok
daha iyisi ile karşılaştık.
Uzun ana bir cadde var. Bakımsız,zamana karşı direnişinin son günlerinde olan güzel yapılar var. Biz önce Halil Bey Camii ‘ne girdik.1872 yapımı camii kubbesiz,ahşap tavanlı. Oldukça dar merdivenlerle minareye çıkılıyor. Minareden tüm Bartın ‘ı görmek mümkün.
Yola devam ettiğinizda sağdan ilk yola girdiğinizde yolu sonuna dek güzel konakları görebiliyorsunuz. Hatta burada yolun kenarında üç-dört konak tıpkı Pangaltı ‘daki gibi pastel renklere boyanmış. Diğer konaklar ise çoğu bakımsız ama oldukça büyükler. Gözünüzde canlanması için Büyükada'daki binaları gözünüzün önüne getirin.Cami tek kubbeli. Kubbeyi incecik sütunlar taşıdığı için harim kısmı oldukça geniş bir görünüme karışmış.Ama caminin renki camları şimdiye dek gördüğümün en iyisi. Huzurlu bir mekan.
Şehrin eski
belediye başkanlarından birisi kendi konağını etnografya müzesi olarak
kullanılması için şehre bağışlamış. Burada kasabada kullanılan eski eşyalar,
geçmişten gelen fotoğraflar, eski gazetelerden başlıklar vb var. Bahçesinde de
çeşitli evlerden getirilen sütun başlıkalrı vb var.
Bartın ‘ın ara
sokaklarına girip eskiden konakların olduğu ama yerini günümüzde apartmanlara
bırakmış yerleri geçiyoruz.
Zorda olsa Zonguldak minibüsüne yetiştik. Rahat bir yolculuktan sonra Zonguldak ‘a vardık ve vakit kaybetmeksizin Ereğli minibüsüne yerleştik.
Ereğli de var
birşey. Onca zaman yazdan kalma bir havada gezerken Ereğli ‘ye yaklaşırken hava
bozdu. Sıkı bir fırtına ağaçları eğip bükmeye başladı. Ereğli ‘ye yine kapalı
bir havada girdik.
Önce müze
olarak kullanılan Halil Paşa Konağı'na gittik. Saat dördü geçmekte ve
elektrikler yok. Bu durumda Cehennemağzı Mağaraları ‘na gitmemize de gerek
kalmadı. Üç mağarayı yarım saatte aydınlatma olmadan geçmemiz hem zor olacak
hem de hepsinden önemlisi gezimizin ruhuna aykırı kalacaktı. Biz de müze
bahçesini turlamaya başladık.
Bahçede en
önemli yapıt sanatçı Krispos ‘a ait olan mezar anıtı. Mezarın üzerinde
yazanları çevirmişler. Sağlam bir yazıt içerik olarak. Bahçenin öteki tarafında
ise mezar ştelleri yada kapakları görülebilir. Üst üste yerleştirilmiş iki Türk
karesinin içinde haç olan ilginç bir örnek ile karşılaştık.
İçeride iki üç
tane ilginç sütun başlığı da var. Sütun başlıklarının köşeleri akantus yaprağı
şeklinde değil de aslan, yılan ya da at başı şeklinde uzanmakta.
Müzeden sonra
sahile doğru gittik. Yol kenarında yine kapalı olan turizm bürosunun yanında
yerel ürünler satan küçük bir kulübe var. Ereğli çileğin ve çeliğin memleketi
olarak kendini lanse etmekte. Uğur çilek bense kara erik reçeli aldım. Çantaya
oldukça zor sığdırdım.
Fırtına
kuvvetli. Karadeniz ‘in geniş genlikli dev dalgaları hafif hafif atıştırmaya
başlayan yağmurla beraber sahili dövmeye başlamış. Halbuki Sinop'tan yola
çıktığımızdan beri deniz ne de sakindi.
Sahildeki güzel
kafeteryalardan birinde karnımızı doyurduk. Dönüş otobüsü yedide ve dışarıda
sıkı sağanak başladı. İsteksizce dışarı çıkıp otogara ilerledik. Otogar ana
baba günü. Bizim otobüs ancak geldi.
Son söz.....
Pek denenmemiş
bu rotayı denemek ve başarabilmek gayet harika oldu. Firmaların tur rotalarında
olmayan yada kısmen olan bu yörelerde saklı güzelliklerin bizde çok azına
ulaşabildiğimizin farkındayız. En azından sonraki denemelerimizde nereleri
görmeli bu konuda net bir fikrimiz artık oluştu.
Ereğli'de
Cehennemağzı Mağaraları'nı gezemedik. Ama Ereğli ‘nin aslında çok yakın bir yer
olduğunu öğrenmiş olduk. Bir cumartesi, bir pazar gidip gezmemiz pekala mümkün.
Zonguldak mağaralarıyla bir cennet. Sadece Gökgöl bile tekrar gezilebilir. Zaten 450 metre ilerlemiştik sonrasını görmüş oluruz.
Zonguldak ‘tan
Karabük’e dek gündüz gözü ile o tren yolculuğu yapılmalı. Arboratoryum ilan
edilmiş Yenice Ormanları, o sonsuz kumsallar... Akıldan çıkmıyor ki hiç.
Safranbolu bir
daha ki gelişimde karlar içinde olmalı. Öyle bir zamana denk getirmeli. Zaten
üstte belirttiğim tren yolculuğu da bir baharda birde kışın yapılmalı ki
sözcükler yetersiz kalsın anlatmaya.
Safranbolu'daki Bulak Mağarası ‘da başka bir gezinin konusu
oldu. Yine Safranbolu ‘ya yolumuz düşecek gibi.
Kastamonu
bilinmeyen bir cennet. Gez gez bitmez bir şehir. Kasaba Camii ‘ne yine
gidemedik. Kuşatılıp da düşürülemeyen bir şehir gibi adeta. Taşköprü ve
Pompeopolis ‘i de unutmadım tabii.
Sinop sadece
müzesindeki ikona galerisinin tekrar görülmesi için bile gidilecek bir şehir. Ama
bu kez Erfelek yolundaki oluşumları, Boyabat'taki bazalt kayaçları da görmeyi
istiyorum.
O hiç bitmezmiş
gibi görünen dönüş yolundaki Ayancık, Abana ve bir kaç yerleşimi de daha
etraflıca gezebilmek isterdim.
Gelelim İnebolu
‘ya. Gönlüm ve aklım orada kaldı. Nazarım mı deydi bilemem ama bizden sonra kasabayı
sel basmış. Kader yiğit İnebolu ‘ya yolumu düşürür umarım.
İnebolu ‘dan
Cide ‘ye uzanan o yolu bir daha denemek isterim. Ömrümden götürecekleri var ama
deneyim olarak yaşanmalı tekrar. İnsanı öldürmeyen şey güçlendirmez mi zaten J
Cide ve
Ilgarini özel bir gezinin içeriği.
Amasra zaten
komşu kapısı gibi oldu bizim için tıpkı Safranbolu gibi. Denizine de gireceğim, dalgakıranındaki yazını da bulacağım.
Bartın da
tahminlerimin ötesinde bir yerdi. Turlar hızla gelip geçiyor ama sadece çarşısı
bile gezilse insanın kültürüne çarpan etkisi yapar.
Hepsinden
önemlisi bunca güzel şeyin de önüne geçen en güzel şey karşımıza çıkan insanlar
oldu. Zerrece yabancılık çekmedik. Pek sorun yaşamadık. Her yerde dostça
karşılandık. Sonuçta en azından -bu noktada kendi adıma konuşmalıyım – çok
eğlendim. İnanıyorum ki gerek minibüslerde gerekse diğer yerlerde bizimle
beraber konuşanlarda oldukça eğlendi. Ama insanların, ta İstanbullardan
kalkıp da yörelerine kadar gelmiş olmamızdan bile ne denli memnun olduğunu
hissettik. Misafirleriydik. Belki de daha yakın gördüler ki oldukça içten her
konuda konuştuk. Bu insanlar belki – ne belkisi kesin – çok varlıklı değiller. Ama
inanın gönül zenginliğinde de rakipleri yok. Hatıralarımızın arasına karışan
anların hiç birisini dünyanın hiç bir serveti satın alamaz. O denli değerli
benim için. El değmemiş, ahlakını kaybetmemiş Anadolu halkı. Türk olduğum ,bu
kültürün bir parçası olduğum için Allah ‘a ne kadar şükretsem az.
Daha önce
dediğim gibi hep mert, yardımsever, dost canlısı insanlarla karşılaştık. Dilerim
bu insanlarında karşısına Tanrım daha da iyi insanları çıkartsın.
0 Yorumlar
Yorumlarınız