Takip Et

8/recent/ticker-posts

Karadeniz Turu Gün 2 - Kastamonu, Sinop ve Perşembe

Otelin bulunduğu Ilgaz Dağları'ndan akşamki rotanın tersi istikamette yol alarak Kastamonu merkeze ulaştık. Merkezde Candaroğulları dönemine ait ilginç minareli bir cami var. Zaten şehirde çok sayıda cami ve türbe var. Hatta çok sayıda farklı kişiden şehirde bir de Seyyid türbesi olduğunu işittim. Ülkenin en çok kahverengi levhalı şehirlerinden biri olan bu yerle ilgili son bir anekdot daha ileteceğim. Kastamonu'nun tarihi ve isim kökenleri için bulabildiklerimi özetleyeyim.

Kastamonu'nun tarihi, Hitit İmparatorluğu ile başlamakta. Hititlerden sonra Frigya ve Lidya krallıklarının egemen olduğu bu topraklar MÖ.4.yy'da perslerin eline geçer. MÖ.4,yy'da Büyük İskender anadolu ile birlikte Kastamonu topraklarını da Makedonya'ya katmıştır. İskender'den sonra yöreyi ele geçiren Pontus krallığı MÖ.1,yy'da Romalılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Uzun yıllar Roma imparatorluğu sınırları içinde kalan Kastamonu m.s.395 yılında imparatorluğun bölünmesiyle bütün anadolu gibi Bizans imparatorluğuna katılmıştır.

Prehistorik çağlardan sonra havalinin (paflagonya'nın) bilinen sümerlerin en eski bir kolu olan gaslardır. MÖ.2000-1300 yılları arasında hüküm süren gaslar (gaşkalar) devamlı olarak mısırlılar, suriyeliler ve kaldelilerle siyasi, ticari ve kültürel münasebetlerde bulunmuşlar, hititlerle de bazen savaşmış bazen dost olmuşlar. Gaslar sert karakterli, cengaver kişiler olarak bilinmektedir.

Bugün Kastamonu ve çevresindeki illeri de içine alan ve romalılar devrinde adına paflagonya (pophlaginia) denilen gasların kurduğu şehirlerden bir tanesi de "timonion veya tumanna" dır. Bazı yazarlar Kastamonu adının menşei konusunda; bu kelimenin "gas" kelimesi ile "timoni" veya "tumanna" kelimesinin (gas ülkesi anlamında) birleşmesinden meydana geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Fonetik yönden de bugünkü Kastamonu'ya yaklaşmaktadır.

İkinci bir görüşe göre romalılar devrinde Taşköprü'nün eyalet merkezi olduğu zamanlar Kastamonu küçük bir kasaba olup, bizans devrinde ve özellikle kommenler zamanında gelişmeye başlamıştır. Bu dönemde buraya bir kale yapılmış ve kommenlerin kalesi anlamında "kastra kommen" denilmiştir. Bu kelimenin zamanla "Kastamonu" şekline dönüştüğünü ileri sürülmekte


Şehrin simgelerinden birisi Kastamonu Kalesi..
112 m yükseklikteki bir tepe üzerinde Komnenoslar zamanında inşa edilmiştir. İç kalenin temelleri Bizans yapısı, üst bölümü Candaroğulları döneminde yapılmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tamir görmüş. Kale içinde türbeler, sarnıç, kaya mezarları ve tünel  varmış. Hatta tünellerin merkezdeki çarşıya dek uzandığı rivayet edilmekte.

Şehir ülkemiz ormanlarının 1/6 sına sahip. Kastamonu'ya bir daha uğramak elzem görünüyor. Ama şehir büyük ve gezecek çok yeri var. Başlıları, sit alanı kapsamında olan araç, Taşköprü, Küre, Abana ilçeleri .Ayrıca Taşköprü'de zımbıllı tepe (pompeipolis), İnebolu'da abeş kalesi, geriş tepesi, Çatalzeytin'de ginolu koyu, Cide'de Gideros koyu arkeolojik sit alanı olarak geçmekte.


Şehirde çekme helva diye anılan bir tatlı var. TRT2 ‘de geçenlerde bir belgeselde yapımı anlatılmaktaydı. Hammadde, dönen bir masanın üzerinden iki kişi tarafından saatlerce içindeki şeker vb kaybolana dek defalarca çekiliyor. Öyleki tel tel olana kadar bu işlem sayısız sefer tekrarlanıyor. Ne yazık ki dayanma süresi azmış. Bu nedenle alamadık.

Bugünün ilk önemli durağı olan Sinop'a doğru uzanıyoruz. Haritaya göre Kastamonu sancağının eski merkezi olan Taşköprü'ye dek yolda bir kale ve kaya mezarları görmemiz gerekmekteydi ama göremedik. Sarımsağı ile meşhur kasabanın simgesi olan Taşköprü'nün otobüsten iki fotosunu çekebildik.

Yol boyunca dikkatimi çeken şöyle bir ilginçlik var. Özellikle Taşköprü yakınlarında yolun solunda bir mezarlık var. Aslında bir diyorum, sizleri yanıltmayayım dört mezarlık görülüyor. Şehir genelinde de eski mezar taşlarının bulunduğu kısımlar güncel mezarlılardan uzakta, bakımsız bir şekilde görülüyor. Ayrıca kimi mezar gruplarının çevresi de yaban domuzlarının talanına uğramaması vb nedenlerden dolayı çit, tel gibi yöntemlerle kapatılmış.

Ayancık'ı geçtikten sonra Sinop'a gidiş tam bir işkence. Çok sayıda, keskin virajı, sarp bir yamacı aşarken geçiyorsunuz. Öyle noktalar var ki otobüsün camından aşağıya doğru baktığınızda sanki uçaktaymışsınız gibi bir hissiyata kapılıyorsunuz. İnsan kışın, karda birde aydınlatmanın olmadığı bu yolda nasıl ulaşımın yapıldığını merak ediyor.

Sinop'ta ilk durağımız ,Sinop Havalimanı'nı solumuza alıp Akçakum ve Karakum plajlarını geçerek ulaştığımız Hamsaros Fiyordu. Fiyord genelde İskandinav ülkelerinde görülen, buzul katmanının erimesiyle ortaya çıkmış bir kıyı tipi. Fiyord tipi kıyılarda deniz derin ve kıvrımlı bir şekilde karaya sokulmakta. Halbuki ne bu fiyord kilometrelerce kıyıdan içeri sokulmakta nede buzul erimesiyle oluşmuş. Sadece yukarıdan bakıldığında görülen renk farkı suyun aniden oldukça derinleştiğinin göstergesi. Fiyordun denize bakan kısmı çam ve makilerle kaplı ama kıyıya girdiği yerlerde rengarenk ağaçlar seçilmekte. Hoş bir yer.

Geldiğimiz yolu izleyerek Sinop'a döndük. Şehir adını nehir tanrıçası Sinope ‘den almakta. Şehir aslında bir Milet kolonisi. Bununla beraber ismin kökeni için başka rivayetler de mevcut. Şehrin ilk kez hititçe sinova olarak adlandırıldığını öğrendim. MÖ. 200 yıllarında yaşayan skymnos, şiirlerinde sinop adının sinope adlı bir amazon kraliçesinin adından geldiğini dile getirir. Son rivayet ise Farsçadan. Suyun göğsü anlamında farsça (sine-i âb) dan sınap şekline çevrilmiş ve böyle konuşulmuş deniliyor.

 Ulaşımı günümüzde bile oldukça zorlu olmasına rağmen zamanında önemli bir şehir olduğunu kalın ve uzun sur duvarları göstermekte.

Şehrin gelmiş geçmiş en ünlü insanı Diyojen. Diyojen bir nevi protonihilist kanımca. Mülkiyete karşı çıkması, komünal bir yaşamı desteklemesi, doğanın insanoğlunun her türlü ihtiyacını karşılayabileceğine dair fikirleri ve inanışları var. Böyle eksantrik bir insana atfedilen ilginç (ve bence hayali) pek çok hikaye var.

 Günün birinde Diyojen, köpeği ve elinde her daim yanan feneriyle yürürken karşı taraftan zengin bir adamın geldiğini görür. İki tarafta durur. Zengin adam Diyojen'e alaycı bir tavırla seslenir

 -“Yolunun karşısında sefil, zavallı biri çıksa yol vermem”

 Diyojen bunun üzerine kenarı çekilir ve umursamaksızın yanıtlar.

 -“Ama ben yol veririm”

 Bu büyük düşünürün namını duyan Büyük İskender bile şehre gelmiş. Diyojen gezerken kıyafet, dinlenirken ev olarak kullandığı fıçının içerisinde dinlenirken imparator gelip seslenmiş.

 -“Ey büyük düşünür, dile benden ne dilersen”

 Beriki bir pervasız adam. Günümüz tabiriyle “cool”. Kendinden bekleneceği şekilde yanıtlamış.

 -“Gölge etme başka ihsan istemez”

Şayet Diyojen günümüzde yaşasaydı, tek bir sefer için kullanılan Sinop Havalimanı'nı açan Süleyman Demirel'e kim bilir ne derdi. Üstelik kendi mitingine giderken bizim kullandığımız yolu kullanmamak için.

 Sinop nüfusu, dışarıya verdiği göçler, sanayisinin olmaması ,turizminin gelişmemesinin nedeniyle oldukça düşük. Şahsi kanım insanın emekliliğini geçirebileceği ideal bir yer olduğu şeklinde. Sakin, ufak ama şirin bir şehir.

 Şehrin tarihi yapıları genel olarak Bizans ve Selçukluya ait. Bizans surları ve kaleyi yapmış, Selçuklu şehrin içine pek çok cami inşa etmiş, kalenin deniz tarafına bir tersane kurmuş. İzleri zaten üç kemer olarak duvarda görülmekte.

 Şehrin en meşhur yapısı Osmanlı döneminde hapishaneye çevrilen kale. Hapishane Osmanlı'nın son günlerinde ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde pek çok ünlüyü misafir etmiş. Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Hüseyin Hilmi, Sabahattin Ali'nin yattığı cezaevinde mahkumlar denizi görmesin, seslerini duyup da rahatlamasın diye derin çukurlar kazılarak denizin görülmesi engellenmiş denilmekte.

Bunlardan biri olan Sabahattin Ali, Edip Akbayram'ın söylediği “Aldırma gönül” adlı meşhur şarkının sözlerini burada yazmış. Şiirde Deniz Gezmiş'e gönderme yapıldığı sanılan aldırma gönülün dizelerinde  mahkumların az ilerisindeki Karadeniz sularına yani gerçek denize duyulan özlemi anlattığı iddia edilmekte..Benim için hassas yanı ise Kırım hanlarından birinin  burada tutuklu kalmış olması. Zaten Osmanlı, Ermeni, Arap, Bulgar ne kadar aşağılık mahlukat varsa korumuş, kollamış; Anadolu köylüsü gibi tatar tayfasına da hoyratça davranıp adeta harcamış.

Neyse konuyu dağıtmadan hapishaneyi tanıtmaya başlayayım. Günümüzde içerisinde basitçe kültürel etkinlikler yapılıyorsa da  yetersiz. Aynı yapı Amerika'da olsa inanılmaz derecede bakımlı bir otel haline getirilir, bir de hayalet hikayesi uydurulup mekanın her zaman gündemde kalmasına imkan veren bir reklam yöntemi oluşturulurdu. Böylece Sinop'ta ihya olurdu.

 Kale duvarları inşa edilirken Bizans'ta devşirme malzeme kullanmış. Kendinden önceki medeniyetlere ait unsurları harca katmış. Hapishaneyi eski gardiyanlar gezdirmekte. Bunlardan en meşhuru “Pala” olarak anılanı.

Açık bir yoldan avluya ulaşılıyor. Buradan ana binadaki koğuşlara ulaşılıyor. Koğuşlar pek büyük değil, yaklaşık seksen kişi bir koğuşta kalmaktaymış. Tuvaletleri inanılmaz derecede iğrenç görünüyor. Kubur koyu kahverengi.

Erkeklerin koğuşlarının duvarlarında yazılar varsa da kadınların koğuşlarının duvarlarında hemen hemen hiç yazı yok. Bunun nedeni o dönemdeki Türk kadınının okur yazar oranının düşüklüğü olmalı.

 Buradan hücrelere geçiliyor. Disiplin odaları doğru dürüst ışık almayan, rutubetli ve soğuk, zindan ise çok daha  rutubetli, soğuk ve daha da karanlık koğuşlar. Bu odalarda ve zindanda alaturka tuvalet var ancak lavabo bulunmamakta. Rivayete göre yarısına kadar denizin girdiği aşağı mahzenler ziyaretçilerden gizleniyor, varlığı kabul edilmiyor..İki tip hücre var. Birinde ağır suçlu ve intihar eğilimliler tutuluyormuş. Bunlara kemer, urgan vb verilmemiş. Diğer sınıf nispeten daha aklı başında olanlar.

Buradan çıktıktan sonra bakımsızlıktan dökülen duvarların arasındaki koridorlarda dolanarak hapishanenin çıkışına ulaşılıyor.

 Hapishaneden sadece tek bir kişi kaçabilmiş. Oda sonra yakayı ele vermiş. Alkadraz'dan beter anlayacağınız.

 Öğle yemeği almak amacıyla hapishaneden çıkarak sahilde bulunan basit ama şirin bir havaya sahip lokantalardan birine geçtik. Çarpanbalığı diye bir balıkları var. Sanırım iskorpit balığı bu. Biz yemeği kısa tutarak yarım saatlik boş zamanı şehrin içinde değerlendirmeyi düşündük. Diğer grup ise Sinop'ta meşhur olan ahşap maket (özellikle gemi maketi)yapan atelyelere gitti. Uzun bir süre maketçileri izleme imkanımız olmadığı için kalmamım da bir anlamı olmadığını düşündüm.

Şehrin ortasında,1214 yılında Selçuklu Sultanı Alaaddin tarafından yaptırılan ve onun adıyla anılan ulu cami var. İç mekanda bir orijinallik yok yada büyük bir olasılıkla kalmamış. Yapının karakteristik özelliği,beş-altı sıra cemaatin neredeyse altmış metrelik bir safta uzunlamasına namaz kılabilecek olması. Mihrabının işlemeleri meşhur. Mihrabın üzerinde birisi büyük olmak üzere üç kubbe yer almakta.

Yüksek duvarlarla çevrili avlusunda bir şadırvan ve içinde kimin olduğu kesin olarak belirlenemeyen birde türbe bulunmakta. Cami avlusunda kuşlarda unutulmamış. Onların da su içebilmesi için iki küçük suluk yapılmış.

 Avluya giriş üç kapı bulunmakta. Çıkışımızı, giriş yaptığımız kapının karşısından yaptık. Sokağın köşesinde Yeşil Türbe olarak adlandırılan bir türbe daha var.

 Buradan yürüdüğünüzde yolunuz sizi meydana ulaştırıyor. Solda adliye binası var. Oldukça zarif bir yapı.

 Sağ tarafta ise tahminimce surlardaki bir burca kondurulmuş yada daha doğrusu bu burçtan yapılmış bir saat kulesi var. Ayrıca aradan Sinop baskınında şehit düşen askerlerimizin şehitliği ve onlar için yaptırılan anıt görülmekte. Rusların ansızın düzenlediği baskın sonucunda iki bine yakın donanma askeri şehit düştü. Karadeniz donanmamız bir daha da toparlanamadı.

 Şehir içinde Balatlar Kilisesi adında 650 li yıllardan kalma bir kilise ve bir de kimsenin yerini bilemediği bir sinagog var.

 Sonraki durağımız Samsun. Yol boyunca çok sayıda kurumuş nehrin, çayın, derenin üzerinden geçtik. Kızılırmak yöredeki akan nehirlerin ilki olarak karşımıza çıktı. Debisi düşüktü. Rehberler bir hafta önce nehrin daha da yavaş aktığını söylediler.

 Önce Bafra Ovası'ndan geçtik. Ova bereket fışkıran bir yer. Özellikle kilometrelerce uzanan yolun kenarındaki kurutulmak üzere asılı bekletilen tütünlerin görüntüsü etkileyici. Bafra adını Finike kolonilerinde limanın içindeki evlere verilen Bafira kelimesinden almaktaymış. Tarihi eski. Samsun'daki müzede sıklıkla anılan İkiztepe vb ilçe sınırları içerisinde kalmakta. 1876 sonrası Kırım'dan getirtilen Türkler yerleştirilmiş. Ardından Pontus hayalindeki Rumlar mübadeleyle Yunanistan'a gönderilip Serez civarındaki Türkler yöreye yerleştirilmiş.

Pidesi, dondurması ve kuyu kebabı ile tanınan ilçede tek tük de olsa kalmış konakların güzelliğinden bahsedilmekte. Ayrıca belgesellerden bildiğim kadarıyla Bafra Balık Gölü adında büyükçe bir sulak alan var. Çok sayıda göçebe kuş için bir konaklama alanı.

 Sonunda Samsun'a varıyoruz..Burada, meydandaki İlkadım anıtında fotoğraf çektirdik. Anıt, Atatürk hayranı Avusturyalı bir heykeltıraş tarafından hayata geçirilmiş. Oldukça gerçekçi görünen heykelde atlanan tek detay atların nalları olmuş.

 Samsun için ileride daha tafsilatlı bir anlatım yapmaya çalışacağım. Karadeniz'deki tek büyük şehir statüsündeki kentte, özellikle meydan çevresinde pek çok büyük mağaza var. Zaten sahil yoluna paralel uzanan caddede eski tarz, çok sayıda güzel bina görebiliyorsunuz. Geçen yüzyılda iki kez yangın felaketi yaşayınca şehri yeni baştan kursun diye Fransız bir mimar getirtilmiş. Bu da pek bir işe yaramamış söylenene göre.

 Eğer gözlerim yanılmıyorsa şehrin girişinde, hemen yolun sağındaki tepenin yamacında kaya mezarı gibi delikler gördüm. Eski adı Amissos.

 Samsun'dan apar topar çıkıp önce bir başka ova üzerinde kurulu olan Çarşamba'dan geçerek Ordu'nun Fatsa ve Ünye ilçelerini de  aşarak otelimizin olduğu Perşembe ilçesine ulaştık.

 Bafra Kızılırmak'ın, Çarşamba ise Yeşilırmak'ın bereketiyle (ve alüvyonlarıyla) sulanmakta. Samsun'un tek havalimanı ilçede. Ayrıca ilçe, yumurta topuklu ayakkabılarıyla da meşhur.

 Ünye ve Fatsa mümkün olduğunca il olmayı isteyen, büyük ölçekli sayılabilecek yerleşimler. İki kasaba arasında geçimsizliklerin varlığından bahsedilmekte. Ünye daha kalabalık ve düzenli gibi gözükmekte. Yolda bir iki Rum evini andırır yapıyı da gördük. Eski adı Onia. Bunu soğan kelimesine bağlayanlarda var.

 Karadeniz'in en uzun plajlarından biri Ünye'de.

 Fatsa ise 12 Eylül öncesinin meşhur yerlerinden. Bir nevi halk komünü oluşturulmuş. Kasabanın kaymakamı (başka bir kişisi de olabilir, ama Terzi Fikri diye anılan kişi)idam edilmiş. Hayal gibi askerlerin Fatsa'nın kırsalında yaptıkları baskınlarda buldukları cephaneleri hatırlıyorum. Ama günümüz gençliği bunlardan bihaber. Fatsa'yı duyduysa, bunun nedeni başta Kadir İnanır olmak üzere İnanır familyasından kaynaklanmakta.

 Eski adı Fatissa.

 Turdaki en ilginç anlardan birisi de yurdumuzun en uzun tüneli olan Ordu Tüneli'nden geçmemizdi. Bolu tüneli kadar popüler olmasa da ondan daha uzun olan bu tünel sanki git git bitmiyor dedirten türden. (dönüşte de geçtik ama uyuyakalmışım) 2,5 saat süren  yolu yaklaşık yarım saatte güvenli bir şekilde alabilmemiz mümkün oldu.

 Tabii bu artılar kimileri için haneye eksi olarak yazılmış. Örneğin eski adı Vona olan Perşembe ilçesi bundan hiç de olumlu bir şekilde etkilenmemiş. Yolun by pass edilmesi kasabanın ekonomisine derin darbe vurmuş. İlçede sekiz olan banka sayısı ikiye inmiş. Bunların biri de zaten Ziraat Bankası. Otel sahibi ile bu konuda konuştuk. Onlardan durumdan hiç hoşnut olmadıklarını dile getirdiler.

 Yöresel yiyecekleri tadabilme imkanımız oldu. Beğendim mi, hayır. Turşu kızartması özellikle felaket.

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar