Otelin bulunduğu Ilgaz Dağları'ndan akşamki rotanın tersi istikamette yol alarak Kastamonu merkeze
ulaştık. Merkezde Candaroğulları dönemine ait ilginç minareli bir cami var. Zaten
şehirde çok sayıda cami ve türbe var. Hatta çok sayıda farklı kişiden şehirde
bir de Seyyid türbesi olduğunu işittim. Ülkenin en çok kahverengi levhalı
şehirlerinden biri olan bu yerle ilgili son bir anekdot daha ileteceğim. Kastamonu'nun
tarihi ve isim kökenleri için bulabildiklerimi özetleyeyim.
Kastamonu'nun
tarihi, Hitit İmparatorluğu ile başlamakta. Hititlerden sonra Frigya ve Lidya
krallıklarının egemen olduğu bu topraklar MÖ.4.yy'da perslerin eline geçer.
MÖ.4,yy'da Büyük İskender anadolu ile birlikte Kastamonu topraklarını da
Makedonya'ya katmıştır. İskender'den sonra yöreyi ele geçiren Pontus krallığı MÖ.1,yy'da
Romalılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Uzun yıllar Roma imparatorluğu
sınırları içinde kalan Kastamonu m.s.395 yılında imparatorluğun bölünmesiyle
bütün anadolu gibi Bizans imparatorluğuna katılmıştır.
Prehistorik çağlardan sonra havalinin (paflagonya'nın) bilinen sümerlerin en
eski bir kolu olan gaslardır. MÖ.2000-1300 yılları arasında hüküm süren gaslar
(gaşkalar) devamlı olarak mısırlılar, suriyeliler ve kaldelilerle siyasi,
ticari ve kültürel münasebetlerde bulunmuşlar, hititlerle de bazen savaşmış
bazen dost olmuşlar. Gaslar sert karakterli, cengaver kişiler olarak
bilinmektedir.
Bugün Kastamonu ve çevresindeki illeri de içine alan ve romalılar devrinde
adına paflagonya (pophlaginia) denilen gasların kurduğu şehirlerden bir tanesi
de "timonion veya tumanna" dır. Bazı yazarlar Kastamonu adının menşei
konusunda; bu kelimenin "gas" kelimesi ile "timoni" veya
"tumanna" kelimesinin (gas ülkesi anlamında) birleşmesinden meydana
geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Fonetik yönden de bugünkü Kastamonu'ya
yaklaşmaktadır.
İkinci bir görüşe göre romalılar devrinde Taşköprü'nün eyalet merkezi olduğu
zamanlar Kastamonu küçük bir kasaba olup, bizans devrinde ve özellikle
kommenler zamanında gelişmeye başlamıştır. Bu dönemde buraya bir kale yapılmış
ve kommenlerin kalesi anlamında "kastra kommen" denilmiştir. Bu
kelimenin zamanla "Kastamonu" şekline dönüştüğünü ileri sürülmekte
Şehrin simgelerinden birisi Kastamonu Kalesi..
112 m
yükseklikteki bir tepe üzerinde Komnenoslar zamanında inşa edilmiştir. İç kalenin temelleri Bizans yapısı, üst bölümü Candaroğulları
döneminde yapılmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tamir görmüş. Kale içinde
türbeler, sarnıç, kaya mezarları ve tünel
varmış. Hatta tünellerin merkezdeki çarşıya dek uzandığı rivayet
edilmekte.
Şehir ülkemiz ormanlarının
1/6 sına sahip. Kastamonu'ya bir daha uğramak elzem görünüyor. Ama şehir büyük ve
gezecek çok yeri var. Başlıları, sit
alanı kapsamında olan araç, Taşköprü, Küre, Abana ilçeleri .Ayrıca Taşköprü'de
zımbıllı tepe (pompeipolis), İnebolu'da abeş kalesi, geriş tepesi, Çatalzeytin'de
ginolu koyu, Cide'de Gideros koyu arkeolojik sit alanı olarak geçmekte.
Şehirde çekme helva
diye anılan bir tatlı var. TRT2 ‘de geçenlerde bir belgeselde yapımı
anlatılmaktaydı. Hammadde, dönen bir masanın üzerinden iki kişi tarafından
saatlerce içindeki şeker vb kaybolana dek defalarca çekiliyor. Öyleki tel tel
olana kadar bu işlem sayısız sefer tekrarlanıyor. Ne yazık ki dayanma süresi
azmış. Bu nedenle alamadık.
Bugünün ilk önemli durağı
olan Sinop'a doğru uzanıyoruz. Haritaya göre Kastamonu sancağının eski merkezi
olan Taşköprü'ye dek yolda bir kale ve kaya mezarları görmemiz gerekmekteydi ama
göremedik. Sarımsağı ile meşhur kasabanın simgesi olan Taşköprü'nün otobüsten iki
fotosunu çekebildik.
Yol boyunca dikkatimi çeken
şöyle bir ilginçlik var. Özellikle Taşköprü yakınlarında yolun solunda bir
mezarlık var. Aslında bir diyorum, sizleri yanıltmayayım dört mezarlık
görülüyor. Şehir genelinde de eski mezar taşlarının bulunduğu kısımlar güncel
mezarlılardan uzakta, bakımsız bir şekilde görülüyor. Ayrıca kimi mezar
gruplarının çevresi de yaban domuzlarının talanına uğramaması vb nedenlerden
dolayı çit, tel gibi yöntemlerle kapatılmış.
Ayancık'ı geçtikten sonra
Sinop'a gidiş tam bir işkence. Çok sayıda, keskin virajı, sarp bir yamacı aşarken
geçiyorsunuz. Öyle noktalar var ki otobüsün camından aşağıya doğru baktığınızda
sanki uçaktaymışsınız gibi bir hissiyata kapılıyorsunuz. İnsan kışın, karda birde
aydınlatmanın olmadığı bu yolda nasıl ulaşımın yapıldığını merak ediyor.
Sinop'ta ilk durağımız ,Sinop Havalimanı'nı solumuza alıp Akçakum ve
Karakum plajlarını geçerek ulaştığımız Hamsaros Fiyordu. Fiyord genelde İskandinav
ülkelerinde görülen, buzul katmanının erimesiyle ortaya çıkmış bir kıyı
tipi. Fiyord tipi kıyılarda deniz derin ve kıvrımlı bir şekilde karaya
sokulmakta. Halbuki ne bu fiyord kilometrelerce kıyıdan içeri sokulmakta nede
buzul erimesiyle oluşmuş. Sadece yukarıdan bakıldığında görülen renk farkı suyun
aniden oldukça derinleştiğinin göstergesi. Fiyordun denize bakan kısmı çam ve
makilerle kaplı ama kıyıya girdiği yerlerde rengarenk ağaçlar seçilmekte. Hoş
bir yer.
Geldiğimiz yolu izleyerek
Sinop'a döndük. Şehir adını nehir tanrıçası Sinope ‘den almakta. Şehir aslında
bir Milet kolonisi. Bununla beraber ismin kökeni için başka rivayetler de
mevcut. Şehrin ilk kez hititçe sinova olarak
adlandırıldığını öğrendim. MÖ. 200 yıllarında yaşayan skymnos, şiirlerinde sinop
adının sinope adlı bir amazon kraliçesinin adından geldiğini dile getirir. Son
rivayet ise Farsçadan. Suyun göğsü anlamında farsça (sine-i âb) dan sınap
şekline çevrilmiş ve böyle konuşulmuş deniliyor.
Ulaşımı günümüzde bile
oldukça zorlu olmasına rağmen zamanında önemli bir şehir olduğunu kalın ve uzun
sur duvarları göstermekte.
Şehrin gelmiş geçmiş en ünlü
insanı Diyojen. Diyojen bir nevi protonihilist kanımca. Mülkiyete karşı çıkması, komünal
bir yaşamı desteklemesi, doğanın insanoğlunun her türlü ihtiyacını karşılayabileceğine
dair fikirleri ve inanışları var. Böyle
eksantrik bir insana atfedilen ilginç (ve bence hayali) pek çok hikaye var.
Günün birinde Diyojen, köpeği
ve elinde her daim yanan feneriyle yürürken karşı taraftan zengin bir adamın
geldiğini görür. İki tarafta durur. Zengin adam Diyojen'e alaycı bir tavırla
seslenir
-“Yolunun karşısında
sefil, zavallı biri çıksa yol vermem”
Diyojen bunun üzerine kenarı çekilir ve umursamaksızın yanıtlar.
-“Ama ben yol veririm”
Bu büyük düşünürün namını
duyan Büyük İskender bile şehre gelmiş. Diyojen gezerken kıyafet, dinlenirken ev
olarak kullandığı fıçının içerisinde dinlenirken imparator gelip seslenmiş.
-“Ey büyük düşünür, dile
benden ne dilersen”
Beriki bir pervasız
adam. Günümüz tabiriyle “cool”. Kendinden bekleneceği şekilde yanıtlamış.
-“Gölge etme başka ihsan
istemez”
Şayet Diyojen günümüzde
yaşasaydı, tek bir sefer için kullanılan Sinop Havalimanı'nı açan Süleyman
Demirel'e kim bilir ne derdi. Üstelik kendi mitingine giderken bizim
kullandığımız yolu kullanmamak için.
Sinop nüfusu, dışarıya verdiği
göçler, sanayisinin olmaması ,turizminin gelişmemesinin nedeniyle oldukça
düşük. Şahsi kanım insanın emekliliğini geçirebileceği ideal bir yer olduğu
şeklinde. Sakin, ufak ama şirin bir şehir.
Şehrin tarihi yapıları genel
olarak Bizans ve Selçukluya ait. Bizans surları ve kaleyi yapmış, Selçuklu şehrin
içine pek çok cami inşa etmiş, kalenin deniz tarafına bir tersane kurmuş. İzleri
zaten üç kemer olarak duvarda görülmekte.
Şehrin en meşhur yapısı Osmanlı döneminde hapishaneye çevrilen
kale. Hapishane Osmanlı'nın son günlerinde ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde pek
çok ünlüyü misafir etmiş. Refik Halit Karay, Mustafa
Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Hüseyin Hilmi, Sabahattin Ali'nin yattığı cezaevinde
mahkumlar denizi görmesin, seslerini duyup da rahatlamasın diye derin çukurlar
kazılarak denizin görülmesi engellenmiş denilmekte.
Bunlardan biri olan Sabahattin Ali, Edip
Akbayram'ın söylediği “Aldırma gönül” adlı meşhur şarkının sözlerini burada
yazmış. Şiirde Deniz Gezmiş'e gönderme yapıldığı
sanılan aldırma gönülün dizelerinde mahkumların az ilerisindeki Karadeniz
sularına yani gerçek denize duyulan özlemi anlattığı iddia edilmekte..Benim
için hassas yanı ise Kırım hanlarından birinin
burada tutuklu kalmış olması. Zaten Osmanlı, Ermeni, Arap, Bulgar ne kadar
aşağılık mahlukat varsa korumuş, kollamış; Anadolu köylüsü gibi tatar tayfasına
da hoyratça davranıp adeta harcamış.
Neyse konuyu dağıtmadan
hapishaneyi tanıtmaya başlayayım. Günümüzde içerisinde basitçe kültürel
etkinlikler yapılıyorsa da yetersiz. Aynı
yapı Amerika'da olsa inanılmaz derecede bakımlı bir otel haline getirilir, bir de
hayalet hikayesi uydurulup mekanın her zaman gündemde kalmasına imkan veren bir
reklam yöntemi oluşturulurdu. Böylece Sinop'ta ihya olurdu.
Kale duvarları inşa edilirken
Bizans'ta devşirme malzeme kullanmış. Kendinden önceki medeniyetlere ait
unsurları harca katmış. Hapishaneyi eski gardiyanlar gezdirmekte. Bunlardan en
meşhuru “Pala” olarak anılanı.
Açık bir yoldan avluya
ulaşılıyor. Buradan ana binadaki koğuşlara ulaşılıyor. Koğuşlar pek büyük
değil, yaklaşık seksen kişi bir koğuşta kalmaktaymış. Tuvaletleri inanılmaz
derecede iğrenç görünüyor. Kubur koyu kahverengi.
Erkeklerin koğuşlarının
duvarlarında yazılar varsa da kadınların koğuşlarının duvarlarında hemen hemen
hiç yazı yok. Bunun nedeni o dönemdeki Türk kadınının okur yazar oranının
düşüklüğü olmalı.
Buradan hücrelere geçiliyor. Disiplin odaları doğru dürüst ışık almayan, rutubetli ve
soğuk, zindan ise çok daha rutubetli,
soğuk ve daha da karanlık koğuşlar. Bu odalarda ve zindanda alaturka tuvalet
var ancak lavabo bulunmamakta. Rivayete göre yarısına kadar denizin girdiği
aşağı mahzenler ziyaretçilerden gizleniyor, varlığı kabul edilmiyor..İki
tip hücre var. Birinde ağır suçlu ve intihar eğilimliler tutuluyormuş. Bunlara
kemer, urgan vb verilmemiş. Diğer sınıf nispeten daha aklı başında olanlar.
Buradan çıktıktan sonra
bakımsızlıktan dökülen duvarların arasındaki koridorlarda dolanarak
hapishanenin çıkışına ulaşılıyor.
Hapishaneden sadece tek bir
kişi kaçabilmiş. Oda sonra yakayı ele vermiş. Alkadraz'dan beter anlayacağınız.
Öğle yemeği almak amacıyla
hapishaneden çıkarak sahilde bulunan basit ama şirin bir havaya sahip
lokantalardan birine geçtik. Çarpanbalığı diye bir balıkları var. Sanırım
iskorpit balığı bu. Biz yemeği kısa tutarak yarım saatlik boş zamanı şehrin
içinde değerlendirmeyi düşündük. Diğer grup ise Sinop'ta meşhur olan ahşap maket
(özellikle gemi maketi)yapan atelyelere gitti. Uzun bir süre maketçileri izleme
imkanımız olmadığı için kalmamım da bir anlamı olmadığını düşündüm.
Şehrin ortasında,1214 yılında
Selçuklu Sultanı Alaaddin tarafından yaptırılan ve onun adıyla anılan ulu cami
var. İç mekanda bir orijinallik yok yada büyük bir olasılıkla kalmamış. Yapının
karakteristik özelliği,beş-altı sıra cemaatin neredeyse altmış metrelik bir
safta uzunlamasına namaz kılabilecek olması. Mihrabının işlemeleri
meşhur. Mihrabın üzerinde birisi büyük olmak üzere üç kubbe yer almakta.
Yüksek duvarlarla çevrili
avlusunda bir şadırvan ve içinde kimin olduğu kesin olarak belirlenemeyen birde
türbe bulunmakta. Cami avlusunda kuşlarda unutulmamış. Onların da su içebilmesi
için iki küçük suluk yapılmış.
Avluya giriş üç kapı
bulunmakta. Çıkışımızı, giriş yaptığımız kapının karşısından yaptık. Sokağın
köşesinde Yeşil Türbe olarak adlandırılan bir türbe daha var.
Buradan yürüdüğünüzde yolunuz sizi meydana ulaştırıyor. Solda adliye
binası var. Oldukça zarif bir yapı.
Sağ tarafta ise tahminimce
surlardaki bir burca kondurulmuş yada daha doğrusu bu burçtan yapılmış bir saat
kulesi var. Ayrıca aradan Sinop baskınında şehit düşen askerlerimizin şehitliği
ve onlar için yaptırılan anıt görülmekte. Rusların ansızın düzenlediği baskın
sonucunda iki bine yakın donanma askeri şehit düştü. Karadeniz donanmamız bir
daha da toparlanamadı.
Şehir içinde Balatlar Kilisesi adında 650 li yıllardan kalma bir kilise ve bir de kimsenin yerini
bilemediği bir sinagog var.
Sonraki durağımız Samsun. Yol
boyunca çok sayıda kurumuş nehrin, çayın, derenin üzerinden geçtik. Kızılırmak
yöredeki akan nehirlerin ilki olarak karşımıza çıktı. Debisi düşüktü. Rehberler
bir hafta önce nehrin daha da yavaş aktığını söylediler.
Önce Bafra Ovası'ndan geçtik. Ova
bereket fışkıran bir yer. Özellikle kilometrelerce uzanan yolun kenarındaki
kurutulmak üzere asılı bekletilen tütünlerin görüntüsü etkileyici. Bafra adını
Finike kolonilerinde limanın içindeki evlere verilen Bafira kelimesinden
almaktaymış. Tarihi eski. Samsun'daki müzede sıklıkla anılan İkiztepe vb ilçe
sınırları içerisinde kalmakta. 1876 sonrası Kırım'dan getirtilen Türkler
yerleştirilmiş. Ardından Pontus hayalindeki Rumlar mübadeleyle Yunanistan'a
gönderilip Serez civarındaki Türkler yöreye yerleştirilmiş.
Pidesi, dondurması ve kuyu
kebabı ile tanınan ilçede tek tük de olsa kalmış konakların güzelliğinden
bahsedilmekte. Ayrıca belgesellerden bildiğim kadarıyla Bafra Balık Gölü adında
büyükçe bir sulak alan var. Çok sayıda göçebe kuş için bir konaklama alanı.
Sonunda Samsun'a varıyoruz..Burada, meydandaki İlkadım anıtında fotoğraf
çektirdik. Anıt, Atatürk hayranı Avusturyalı bir heykeltıraş tarafından hayata
geçirilmiş. Oldukça gerçekçi görünen heykelde atlanan tek detay atların nalları
olmuş.
Samsun için ileride daha
tafsilatlı bir anlatım yapmaya çalışacağım. Karadeniz'deki tek büyük şehir
statüsündeki kentte, özellikle meydan çevresinde pek çok büyük mağaza var. Zaten
sahil yoluna paralel uzanan caddede eski tarz, çok sayıda güzel bina
görebiliyorsunuz. Geçen yüzyılda iki kez yangın felaketi yaşayınca şehri yeni
baştan kursun diye Fransız bir mimar getirtilmiş. Bu da pek bir işe yaramamış
söylenene göre.
Eğer gözlerim yanılmıyorsa
şehrin girişinde, hemen yolun sağındaki tepenin yamacında kaya mezarı gibi
delikler gördüm. Eski adı Amissos.
Samsun'dan apar topar çıkıp önce
bir başka ova üzerinde kurulu olan Çarşamba'dan geçerek Ordu'nun Fatsa ve Ünye
ilçelerini de aşarak otelimizin olduğu
Perşembe ilçesine ulaştık.
Bafra Kızılırmak'ın, Çarşamba
ise Yeşilırmak'ın bereketiyle (ve alüvyonlarıyla) sulanmakta. Samsun'un tek
havalimanı ilçede. Ayrıca ilçe, yumurta topuklu ayakkabılarıyla da meşhur.
Ünye ve Fatsa mümkün
olduğunca il olmayı isteyen, büyük ölçekli sayılabilecek yerleşimler. İki kasaba
arasında geçimsizliklerin varlığından bahsedilmekte. Ünye daha kalabalık ve
düzenli gibi gözükmekte. Yolda bir iki Rum evini andırır yapıyı da gördük. Eski
adı Onia. Bunu soğan kelimesine bağlayanlarda var.
Karadeniz'in en uzun
plajlarından biri Ünye'de.
Fatsa ise 12 Eylül öncesinin
meşhur yerlerinden. Bir nevi halk komünü oluşturulmuş. Kasabanın kaymakamı (başka
bir kişisi de olabilir, ama Terzi Fikri diye anılan kişi)idam edilmiş. Hayal gibi
askerlerin Fatsa'nın kırsalında yaptıkları baskınlarda buldukları cephaneleri
hatırlıyorum. Ama günümüz gençliği bunlardan bihaber. Fatsa'yı duyduysa, bunun
nedeni başta Kadir İnanır olmak üzere İnanır familyasından kaynaklanmakta.
Eski adı Fatissa.
Turdaki en ilginç anlardan
birisi de yurdumuzun en uzun tüneli olan Ordu Tüneli'nden geçmemizdi. Bolu
tüneli kadar popüler olmasa da ondan daha uzun olan bu tünel sanki git git
bitmiyor dedirten türden. (dönüşte de geçtik ama uyuyakalmışım) 2,5 saat
süren yolu yaklaşık yarım saatte güvenli
bir şekilde alabilmemiz mümkün oldu.
Tabii bu artılar kimileri
için haneye eksi olarak yazılmış. Örneğin eski adı Vona olan Perşembe ilçesi
bundan hiç de olumlu bir şekilde etkilenmemiş. Yolun by pass edilmesi kasabanın
ekonomisine derin darbe vurmuş. İlçede sekiz olan banka sayısı ikiye
inmiş. Bunların biri de zaten Ziraat Bankası. Otel sahibi ile bu konuda
konuştuk. Onlardan durumdan hiç hoşnut olmadıklarını dile getirdiler.
Yöresel yiyecekleri tadabilme
imkanımız oldu. Beğendim mi, hayır. Turşu kızartması özellikle felaket.
0 Yorumlar
Yorumlarınız