Meşhur Ayder Yaylası'nda, arkasında gürül gürül bir çayın aktığı
otelimizde sabahladık.
Yayla, Kaçkarlar'ın girişinde yemyeşil bir bölge. Fazla rağbet nedeniyle şuursuzca bir yapılaşma olmuş. Ama yine de oldukça huzurlu bir ortam var. İlginçtir ilgili ilgisiz her yerde mezarlar var. Karadenizli ölüsünü bulduğu yere gömmeği seviyor anlaşılan. Buna benzer görüntüler Trabzon'da Atatürk köşkünün yakınlarındaki bazı köşklerin bahçelerinde de görmüştük.
Yayla civarında gerek otellerde gerek kamp çadırlarında çok
sayıda turist var. Turistlerin çoğunluğu orta yaşı çoktan geçmiş kişiler. Çok
sayıda Yahudi var. Söylentiye göre kimi otellerin klimalarını dahi alıp
gidiyorlarmış. Bu komplo teorisi de olabilir. Ama yüzlerce endemik hayvan ve
bitki türünün olduğu yörelerde bu tip maharetlere alışığız. 17. yüzyılda
Fransız denizciler Angora tavşanlarımızı, Hollandalılar lalelerimizi çaldıktan
sonra bunlarla günümüzde bile büyük paralar kazanabildikleri sanayiler
kurmuşlar. Daha 10-15 yıl önce Amerikalı turistlerin Artvin'in dağlık
yörelerinden nadir sürüngen ve amfibi türlerini götürdükleri afişe edilmişti. Bu
İsraillilerinde bu nedenle buralarda dolandıklarına inanıyorum.
Ayder ve çevresinin tarihi birde rivayeti var. Yöreye has bir arı türü yine yöredeki endemik bitkilerden birinden Anzer balı denilen oldukça pahalı bir bal üretilmekte. Bu pek çok derde deva, kuvvetli bir besin. Ama aynı arı bitkinin başka bir türünden aldığı polenlerle bal yaparsa işler tamamen değişiyor. Delibal denilen bu balın fazlası (fazladan kastedilen ikinci kaşık ve sonrası ) insanın şuurunu kaybetmesine hatta ölümüne sebep olabilmekte.
Gelelim Murat Bardakçı'nın da tarihin ilk biyolojik saldırısı
olarak nitelendirdiği olaya.
Dönem Sezar dönemi. Roma orduları doludizgin, mağrur bir şekilde
istisnasız her yerde ilerlemekte. Yolları Anadolu'daki Pontus devletine dek
ulaşır. Pontus devletinin zenginliği Romalıların ilgisini çekmekte gecikmiyor.(Aslında
Pontuslular için Potamyalılar da diyebiliriz).
Pontus'ta güçlüdür, savaşçıdır ama bir Roma değildir elbette. Kral
Mitradiates devletinin Romaya bağlı bir devletçik olmasını, Roma'ya vergi
vermesini kabullenmez. Roma da bu kararı kabullenmez ve yüz bin kişiden
müteşekkil 14. lejyonu üzerlerine gönderir.
Kral Mitradiates eksantrik bir kişiliktir. Zehirler konusunda tam
bir duayendir. Zehirler, üretilişleri ve panzehirleri konusunda tüm bilgilere
muktedirdir. Hatta zehirleri bizzat kendi üzerinde dener.
Neyse, lejyonerler nihayet yaylaya gelip kamp kurarlar. O esnada da yüzlerce genç kız ve oğlan ellerinde bal çömlekleri olduğu halde ortaya çıkıp bunları Romalı askerlere dağıtıp yedirirler ve eğlenceye başlarlar. Ama kaplardaki ballar tahmin edebileceğiniz gibi delibaldır. Romalı lejyonerler kendilerini kaybeder ve sızar. Bu fırsattan istifade eden Pontus ordusu direnişle karşılaşmaksızın yüz bin askerin kafasını kesip Roma'ya gönderir.
Roma karışır, Sezar delirir. Daha da kalabalık bir ordu Anadolu'ya
gönderilir. Ama Romalılar bu kez daha uyanık ve ihtiyatlı davranmıştır. Kralın
öz oğlunu satın alınmıştır. İlk çatışmada Romalılar Pontusluları dağıtır. Ama
asıl savaş Zile de yapılır. Romalılar Pontusluları burada ezip geçerler.
Trabzon yolu artık Sezar için açılmıştır. Savaşın sonunda Sezar'ın söylediği şu
söz tarihe mal olur . “Geldim, gördüm, yendim”
Mitradiates paniğe kapılır. Romalıların elinde işkence altında can
vermektense intiharı tercih eder. Pek çok zehiri dener ama hepsine karşı çok
önceden bağışıklık kazandığı için hiçbir tesiri olmaz denemelerinin. Ama
intiharı kafasına koymuştur. Uçurumdan atlayarak amacına ulaşır.
Bence uydurma bir hikaye. Geçtim Roma ordusunu yenmeyi, yüz bin kişiyi istisnasız aynı anda zehirlemek bile ayağı yere hiç basmayan bir hikaye. Pehlivan tefrikası gibi anlatılacak hikayelerden.
Dönüş yolunda birkaç tane, ağırlıklı olarak tek gözlü taş
köprülerin yanından geçiliyor. Burada ve aslında yakınlarda da Bizans, Ceneviz
ve Osmanlı yapımı çok sayıda köprü var. Altlarından geçen deli dolu çaylara ve
şiddetli yağışlara iyi dayandıklarını da belirtmem gerekir.
Bunlardan birinin üzerinden Çamlıhemşin yakınlarında geçtik. Yolun
karşısında, daracık beton dökülü yolun kıyısında da mezarlar var. Adamlar boş
gördükleri yerlere ya birini gömmüş yada beş altı katlı apartmanları yamaçların
dikliklerini umursamaksızın inşa etmişler. Çay tarlaları da bu evlerin
yakınlarında dik yamaçlarda. Yaşam buralarda zor olmalı.
Çamlıhemşin Fırtına Deresi'nin kıyısında kurulu küçük bir ilçe.
Rehberlerin anlatımına göre kazayla kaza olan kaza denilmekteymiş. Çamlıhemşin
ve Hemşinlilerin ermeni kökenli olduğu, Lazca sandığımız kendi aralarındaki
konuşmalarının aslında duru bir Ermenice olduğu söylenmekte. İddialar daha da
ileri giderek Hemşin'in Ermenice tatlı dilli anlamına gelen hamı sen
kelimesinden türediği söyleniyor.
Atlas dergisinde adı defalarca geçen pek çok yaylaya işte bu
bahsettiğimiz ilçe üzerinden ulaşabiliyorsunuz. Şahsi kanım turist olarak
mutlaka gelinmesi gereken bir yer
olduğu.
Mısır ekili dar alanlar ve dik yamaçlardaki çaylıkları izleyerek sahil yoluna ulaştık. Buradan da Ardeşen, Fındıklı (vize) ve Arhavi (kapisre) üzerinden Hopa'ya geçtik.
Yine sonsuz yeşilliğin içerisinden seyahatimize devam ederek
yaşanılacak toprağı az olan Borçka kasabasına ulaştık. Borçka isminin yöreden
çıkarılan Bor madenlerinden geldiği iddaa edilse de ismin kökeni bazı
kaynaklarda yerel dilde çingene anlamına gelen porşadan türediğini söylemekte.
Ayrıca Borçka yakınlarında İbrikli denilen yerde içerisinde freskler olan bir
kilisenin varlığından haberdar oldum. Üstelik tahmin ettiğim gibi Gürcü değil
Rum kilisesiymiş.
Çoruh'u ve üzerinde yapılmaya çalışılan çok sayıdaki barajı
solumuza alarak Artvin'e doğru yolumuza devam ettik. Borçka, Deriner ve Muratlı
barajları kompleksin en büyükleri. Bu barajlar Artvin'e kadar olan yolu devasa
bir şantiyeye çevirmiş.
Artvin Osmanlı döneminde Livane olarak adlandırılan yöre. Tarihi çok eskilere dayanıyor. MÖ 5000’lerden kalma, rastlantı eseri bir mağarada bulunan duvar resimleri ve il sınırındaki dolman ve menhirler bu geçmiş süreyi uzatıyor. Şehir pek çok ulusun eline geçmiş. Hititler Urartulardan almış. İskitler burayı üs olarak kullanmış. Bilinmeyen bir kavim buraları ele geçirmiş ama Bizans misyonerlikle burayı almış. İranlılar Bizans'a saldırınca Musevi Hazar Türkleri yöreyi ele geçirmiş. (TRT de Hopa ve yöresinde Davut yıldızlarından yola çıkarak bu konuyu irdeleyen bir belgesel izlemiştim) Ardından Araplar, sonrasında Selçuklular yöreyi ele geçirmiş. Sonrasında birkaç kez Bizans destekli Gürcüler ve Selçuklular arasında el değiştirmiş. Osmanlının eline Yavuz Sultan Selim'den itibaren belde parça parça geçmeye başlamış. 1850 sonrası ise Ruslar ve Osmanlılar arasında gidip gelmiş. 1921 de Gümrü antlaşmasıyla Gürcü işgalinden kurtularak ait olduğu topraklara bağlanmış.
Topu topu iki caddesi olduğundan trafik ışığı da yokmuş. Bir caddeden kıvrıla kıvrıla yukarı çıkılıyor. Deniliyor ki Artvin 'deki şoförlerin hata yapma lüksü yok. Çünkü ilk hata da bir uçurumdan uçmak an meselesi. Tepeye çıkıldıkça kentin manzarası da iyice belirginleşiyor. Şehrin en görünen tarihi yapısı kalesi. Kalede askeriye var sanırım.
Tepede otobüsümüzden ayrılarak minibüslere binerek yaklaşık yarım
saat kadar süren bir yolculuktan sonra Kafkasör Yaylası'na vardık.
Yaylanın yüksekliği
Burada bir yerde yemek yedik. Aslında Karadeniz kıyısının yemeği
olan mıhlama, kuymak gibi lezzetlerle tanışma imkanımız oldu.
Yayla aslında birazcık bizim Belgrat ormanlarını andırmakta.
İçerisinde düzenli temiz bir gezi yolu var. Yolu bir müddet izledikten sonra
küçük yaklaık 70-80 santim derinliğinde küçük bir gölete geliyorsunuz. Ben
sonrasında bir arkadaşım ile böğürtlen toplamak gayesiyle ormanın içlerine
girdik ve nihayetinde kaybolduk. Bir saate dek ormanın içerisinde paniğe de
kapılıp bir çıkış aradık. Sonunda grubu yemek yediğimiz yerde dinlenirken
bulduk. Yemek ücretini ödedikten sonra otobüslerin olduğu yere döndük.
Bu kez de Karagöl'e gitmek için Borçka'ya döndük. Buradan bir minibüse bindik. Yöresel şoförler boş yolda ışık hızına yakın gidebiliyorlar. Ama becerikli olduklarını inkar edemeyiz. Tek bir arabanın bile zorlukla ilerleyebildiği , daracık ve bozuk yolda oldukça iyi araç kullanıyorlar.
Karagöl'e giderken yolun solundaki yamaçtan zayıf akan şelaleleri
görüyorsunuz. Sağınız ise kimi zaman bir uçurumun dibindeki kesif bir orman.
Neyse ki rahatsız edici ama yinede eğlenebildiğimiz bir
yolculuğun ardından Karagöl'e geldik. Göl kıyısında ahşap, küçük bir iskele ve
bir de yemek yapan bir yer var. Göl küçük, huzurlu bir yer. Derinliğini bilen
yok. Alabalık tutulduğu söyleniyor. Ama aynı kaynakta ailelerin gölde
teknelerle gezdiğini yazıyorsa da sadece tek bir tekne mevcut. Dolayısıyla
kaynağa güvenmeli mi bilemiyorum. Tekneyle gezmenin yarım saati 10 YTL. Kişi
başı değil, bir kişi de on kişi de binseniz ücret aynı.
Gölün etrafı çam ağaçlarıyla çevrili. Gölü şöyle bir gözünüzde
canlandırayım. İskeleden ileri bakın. Bir elips çizin,saat bir- iki arasına da
kuytu bir yuvarlak daha koyun. Yürüyerek yaklaşık yarım saatte turlanabilicek
gölün etrafına da ağırlıklı olrak çam ağaçları doldurun. İşte Karagöl bu. Birde
uzaklardaki tepelerin ağaçsız dorukları panoramayı tamamlar. Gölün ortasında da
bir taş var. Üstüne bir bayrak asılmış.
Vahşi yaşamın ortasında bir yer. Şoför bize gördüğü ilginç bir hayvandan bahsetti. Boyutları önce at kadardı, ardından küçük bir köpeğe kadar ufaldı. Anladığımız kadarıyla şoförün anlatmaya çalıştığı hayvan vaşak. Ayrıca civarda kurt, ayı ve yaban domuzu olması da imkan dahilinde. Ayrıca sınıra yakın yerlerde canavar denilen tahminen Kafkasya parsı da bulunmakta. (Yine bir TRT belgeselinde bu konu irdelendi. Belgesel ekibi hayvanı görüntüleyemedi ama hayvanın köylerden yaşlı bir kadının parçalandığı haberi geldi)
Gölün geleceği belirsiz. Murgul'daki bakır madeni ve cürufları
gölün yok olmasına neden olabilecek durumda. Bu konu ile ilgili Atlas dergisi
dışında basından bir ses çıkmadı.
Tekrar Borçka'ya döndük. Şimdiki rotamız Karadeniz'in en ucuna Sarp
sınır kapısına ulaşmak. Yolda giderken Artvin hakkındaki notlarımı ekleyeyim.
Bağbaşı ve çamlıyamaç, Erzurum yolu üzerinde tarihi kalıntılar var.
Tortum şelalesi ve tortum gölü de aynı yerde. Yusufeli, dört kilise, köprügören
ve tekkale'de de tarihi kalıntılar bulunmakta. Bu kalıntılar genelde kilise.
Yerleşim izi yok. Diyeceksiniz ki kiliseler var da evler nerede. İnsanlar ne
oldu? Bunun cevabını size bırakıyorum.
Ayrıca Mahaçel Unesco'nun biyosfer rezervi koruma alanlarından biri
olarak geçmekte.
Hopa'nın günbatımı meşhur. Yol boyunca onlarca poz çektim. İnanılmaz renkler var. Görülmeye değer.
Tura çıkmadan önce Sarp sınır kapısından Gürcistan'a, Batum'a geçmeyi
düşünüyordum. Kimisi sınırı geçmenin riskli olduğunu, tanıdık birileri olmadan
da gezilemeyeceği yolunda bir şeyler söyledi. Başlangıçta umursamadım. Gürcü
köylüsünün bana bir şey yapamayacağını, böyle bir durumda çakımla bile
karınlarını aşağıdan yukarıya yaracağımdan bahsetmiştim. Fakat arkadaşlar
aklımı çeldi. Pasaportumu bile almadan
çıktım yola. Kapıda da o günlerin geride kaldığını sorun olmadan sınırın hemen
ardındaki taksilerle Batum'a gidebileceğimi söylediler.
Sınırın hemen ötesinde güzel bir plaj var. İnsanların sere serpe
güneşlendiği söylendiği için optik ve dijital zumumu sonuna dek zorladığım
halde bir şey göremedim. Ama şu var. Hava kararmış, yollarda lambalar yanmış.
Fakat sınırın ötesindekiler hala plajda uzanmış durmaktalar.
Öte yandan bizim tarafın en güzel yeri hemen girişte gördüğünüz
cami. Cemaati Gürcüstan zamanında kalmış. Hatta imamı da. Ama bizim taraf
oldukça pis. Tam sınırın hizasından lağım akmakta.
Buradan tekrar Hopa'ya otele döndük. Sabah hızlıca geçtiğimiz
Hopa'nın içini gece internet kafe ararken gezebildim. Küçük bir yer. Nataşalarla
dolu bir yer dendi ama bir tane bile göremedim. İnsanları da bir acayip. Tek
caddesi üzerinde polis ve jandarma karakolları yan yana. Bir internet kafeye
girdim. Dükkanın sahibi kullandığı bilgisayarı bana bıraktı. Daha da ilginci
kasayı da çekmecesi açık halde bırakıp çıkıverdi.
Bazı kaynaklardan edinilen bilgilere göre; Hopa ve Artvin yöresinden bahsederken, aynı İskit, Pontus, Roma hakimiyetlerinden sonra 8. yüzyılda Sasani egemenliği, daha sonra Bizans hakimiyeti, 1068'de de sultan Alparslan'ın emirlerinden emir Ebulkasim tarafından yönetildiği rivayet edilir. Yıllar sonra Anadolu Selçuklu sultanı Alaettin Keykubat ülkesine katmışsa da, yerini bir müddet sonra Moğollara bırakır, Moğollardan İlhanlı devletinden izin alarak sergis adlı Kıpçak beyi bu yörede bir atabeylik kurar. Timur ve Kayakoyunlu hakimiyetlerinin sona ermesinden sonra yerini Safevi hakimiyetine bırakır. En sonunda 1537 yılında Hopa, Osmanli topraklarına katılır. Yöre insani göçler esnasında hazar kıyılarına ve Kafkas eteklerine yerleşen Türk boyu olarak bilinmekte. Rum Pontus hakimiyetinin sona erdirildiği 1471 tarihi itibariyle Osmanlı imparatorluğuna bağlanan ilçe, yavuz sultan selim hanın Hopa üzerinden Batum'a gelerek gönye kalesinin fethini gerçekleştirmesi ile, gönye sancağına bağlanır. 1877 (93 harbi) ile gönye sancağından Rus topraklarına geçmesiyle ilçede sıkıntılı dönemler yaşanır.
Peronti ve Papila otelleri güzel görünüyor. Peronti'nin yemekleri de
iyi.
0 Yorumlar
Yorumlarınız